Türkiye'nin Suriye harekatının anlamı: Güvenlik mi düşmanlık mı? -4
Fotoğraf: Envato
Türkiye’nin Suriye’deki “Fırat Kalkanı” harekatına ilişkin tartışmayı kaldığımız yerden sürdürüyoruz.
İlk gün, Suriye’ye dönük “Neoosmanlıcı” yayılmacılıktan ‘ulusal güvenlik’ öncelikli dış politikaya geçiş yapan Türkiye güvenliği kime karşı alıyor sorusuna yanıt aramıştık.
İkinci gün. ‘Türkiye neden Irak Kürdistanı’na “evet” diyor da Suriye Kürtlerinin statüsüne tahammül edemiyor’u tartışmıştık.
Üçüncü gün ise... Hükümetin, ‘enerji’, ‘bölge liderliği’, ‘bölgede oyunu kurucu olmak’ gibi hayalleriyle bütünleşip bölgede at koşturacağını uman yerli sermayenin hüsrana uğradığına...
Şimdi de çöken politikanın ardından nefes alabilmek için, bölge güçlerinin onayı ile başlatılan harekatın arkasına dizildiğine dikkat çekmiş ve sormuştuk: Söz konusu gelişme ülkenin işçi ve emekçileri başta olmak üzere vatandaşları için de rahatlama anlamına geliyor mu?
Bugün buradan devam edeceğiz.
EKONOMİK SONUÇLARI AĞIR
Ülke emekçilerinin, devletin bölge büyüğü olmasıyla kendisinin de büyüyeceği hülyasıyla savaşa gark olması, emekçilere kaybettirmekten başka bir sonuç doğurmuyor maalesef!
Şöyle ki...
Önce ekonomik faturaya sonra da bu faturayı ödemenin dışında bir seçenek olup olmadığına bakalım.
Her askeri harekatın ağır bir maliyeti var. Uçak, helikopter, zırhlı araç trafiği… Bu olağan dışı hareketin maliyeti öyle az buz değil. Onlarca uçakla yapılan birkaç saatlik sınır ötesi bombardımanın maliyeti 10 milyonlarca doları buluyor. F-16’ların yakıt harcaması bile birkaç saate milyon doları buluyor.
Savaşın ekonomiye zincirleme etkileri de düşünülenden her zaman çok daha fazla. Söz konusu etkinin faturasını ödeyen halktır. Keza savaş bütçesinin kaynağı da halkın ödediği vergilerdir. Bütçede askeri harcamaların payı artıyor. Kimin parası acaba bunlar?
Bir hatırlatma yapalım: 1. Körfez Savaşı döneminde Dönemin Cumhurbaşkanı Özal da ‘bir koyup üç alma’ hayaliyle savaşa destek verdi, politikalarını böyle meşrulaştırdı. Ekonomik sonuçları ağır oldu.
FATURA SADECE EKONOMİK DEĞİL
Sermaye içinde bulunduğu tıkanıklığı aşmak için savaşa girer ama maliyetini halka faturalandırır.
İş bununla sınırlı değil. Savaş ortamında işçilerin talepleri bile ‘vatan hainliği’yle damgalanıp bastırılır.
İşçiyi işçiye (Suriyeliye, Kürt’e) düşman edecek ırkçı bir dil yaygınlaşır. O dil iş yerinde işçilerin birliğini böler, kardeşliğini bitirir.
3. havalimanı inşaatı şantiyesinde yaşanan işçi cinayeti bunun korkunç bir örneği. 36 yaşındaki Diyarbakırlı İşçi Mehmet Aytaç oda arkadaşı tarafından yakılarak feci bir şekilde öldürüldü.
‘Kız meselesi yüzünden’ olduğu iddia edildi. Gazetemize konuşan Mehmet’in ağabeyi Suphi Aytaç, yaklaşık 2 hafta önce kendisini arayan kardeşinin, “Yeni şantiyede rahat edemiyorum. Benim doğulu olmamı hazmedemiyorlar, dışlıyorlar. Burada rahat değilim” dediğini aktararak şöyle demişti: “Olay siyasidir”.
Memleketin hali budur! (İşçi işçi arkadaşından korkuyor tedirginliğini akrabalarına bildiriyor. Ölüm haberinin ardından, ‘Olur mu hiç öyle iş’ denileceğine, akıllara iş yerinde milliyetçi bir cinayetin işlenebileceği geliyor).
Oysa cinayetin işlendiği şantiyede işçilerin anlatımlarına göre çalışma koşulları şöyle: Günde 10 saat (Öğlen 1 saatlik yemek molası hariç) amansız çalışma. Çay saati yok. Lavaboya gitme vakti yok. Mesai bitiminde çarşıya gitme olanağı servis olmadığı için yok.
Toplama kampını andıran şantiyede işçiler talepleriyle değil cinayetle gündeme geliyorlar.
Savaş ortamının ekonominin çok ötesinde doğurduğu ağır sonuçları bundan daha net ne özetleyebilir ki...
ASLOLAN GÜVENLİK, GERİSİ TEFERRUAT MI?
Yazıda savaşın ekonomik ve sosyal faturalarına dikkat çektik. Tüm bu faturalara rağmen şöyle düşünülebilir: Ülkenin güvenliği söz konusuysa ekmeğimizden de, canımızdan da oluruz.
O zaman şu soruyu sormak lazım: Savaş güvenlik mi sağlıyor?
Bölgeyi çok iyi bilen Fehim Taştekin’in, Cumhuriyet gazetesindeki “Hedef aynı risk farklı” başlıklı yazısından bir alıntıyla cevap verelim:
“TSK’nin operasyonu sınırlardan 50-60 kilometre mesafelere taşıdıktan sonra kalıcı bir sonuç almasının garantisi yok. Yeterince risk analizleri yapılmadığı, ilgili taraflarla koordinasyon sağlanmadığı ve sahada ‘Talibanistan’dan başkasını vadetmeyen ortaklıkların mahiyeti sorgulanmadığı sürece bu bölgenin iç ve dış aktörlerce Türkiye’nin önünde bataklığa dönüştürülmesi hiç de zor değil”.
Çözüm var: Kendi Kürtlerinle barışmak. Komşudaki sorunlara karşı yapıcı ve barışçıl olmak.
Bu başarıldığı zaman komşudaki demokratik kantonlardan korkmaya gerek kalmayacağını öngörebilmek!
Aksi savaşı ülke içine almak anlamına gelir. Durumu, Nuray Sancar’ın bir yazısından* alıntıyla özetleyelim: “AKP kurmayları söylüyor, Suriye’deki kaos içeride bir can güvenliği sorunu yaratmıştır. (...) Atmosfer asıl savaşın içeride yaşandığını ve yaşanacağını gösteriyor. Açık ve mert bir savaş değil bu. Arkadan dolanan, boşluğu kollayan, kuşatan, sindiren bir savaş. Bunun ağır bir bedel olduğu yeterince açıkken Suriye’yi Suriye halkına bırakmaktan, müdahale politikalarını terk etmekten başka çare var mı? Son 5 yıldan alınacak tek ders yangına körükle gitmek değil, onu söndürmek olmalı”.
* “O zaman dans! Ne zaman Macarena?”, 28 Ağustos 2016, Evrensel Pazar
‘AMERİKA KÜRT DEVLETİ KURDURACAK’ BOYUNDURUĞU
Bir de sürekli gündeme gelen bir tez var: Amerikan derin devletinin hedefi bölgede bir Kürt devleti kurdurmaktır.
Bu tez, peşinen şu tepkiyi doğuruyor: “Söz konusu Amerika ve onun hedefi ise buna hemen engel olunmalı. ABD’nin emperyalist planı alt edilmelidir”.
Söz konusu tepki de beraberinde şu anlayışı getirdi: “Kürtlerin statü talepleri de hak değil, emperyalist oyun.”
O zaman bazı noktaları netleştirmek lazım.
Bir: Hak talep eden Kürtler Amerikan piyonu mudur?
Özgürlük arayan halkların politik bilinci gelişir. Taa 1970’li yıllardan, Kürtlerin Irak’taki rejime karşı yürüttüğü mücadele İran ve Irak anlaşınca ABD tarafından satışa gelmelerinden bugüne... 40 yılda ABD’nin ipiyle kuyuya inilmeyeceğini her Kürt hareketi defalarca deneyimledi.
Şimdi de Suriye’de, ABD’nin Kürtlerle bir yere kadar izin vereceğini göstermesiyle bir kez daha deneyimledi. Bu nedenle Kürtler, ABD’ye değil kendi mücadelelerine güveniyor.
İki: Kağıt üzerinde çizilen her şey hayata aynen geçer mi?
Çizilmeyeceğinin en güzel örneği Sykes-Picot Anlaşması değil mi? Bakmayın siz 100 yıl önce bu anlaşmayla Ortadoğu sınırlarının cetvel ile masa başında çizildiği iddiasına.
Öyle olsa Anadolu’nun bir parçası Fransızlarda olurdu. Filistin ise İngilizlerde.
Araplar isyanlarıyla 20. yüzyılda kendi tarihlerini yazdılar. Bölgenin yerel ahalisinin direnişi planları bozdu.
Yakın tarihte şahit olduğumuz Arap isyanları da bize kontrol edilemezliği bir kez daha gösterdi.
Unutulmasın ki... Halkları sadece edilgen bir unsur olarak düşünenler bugüne kadar çok yanıldılar. Çokça kağıt üzerindeki planlarını çöpe attılar.
Üç: Türkiye’de emperyalist planlar çöpe atılmak isteniyorsa ne yapılmalı?
ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin tüm askeri güçleri ve üstleri memleketten defedilmeli. Emperyalist çarka hayat veren ekonomik programlar çöpe atılmalı. Açık ve gizli anlaşmalar iptal edilmeli. Emperyalistlerin Kürt sorununu ellerinde koz olarak tutmalarına engel olmak için Kürtlerle eşitlik temelinde bir çözümde anlaşılmalı.
- Cari açık küçülecek, cepte açık büyüyecek 14 Mart 2024 04:45
- Erdoğan’ın emekli maaşındaki ‘nerden nereye’ çıkışı 06 Mart 2024 05:50
- Ekonomik büyüme analizi: Oburu şişti ve açı çoğaldı! 01 Mart 2024 08:31
- Herkesin bir faiz lobisi var ya emeğin? 22 Şubat 2024 00:25
- Merkez Bankasına işçi gözüyle bakmak 05 Şubat 2024 05:21
- ‘Yeni’ diktanın 40 yıllık askısı 01 Şubat 2024 05:56
- Bu kara tabloda bu ne sahte vaat? 31 Ocak 2024 05:59
- Somali başkanının telefonu: Tüm topluma kan parası 20 Aralık 2023 04:39
- Yumruk, futbol ve reisin adamları 13 Aralık 2023 04:58
- Sosyal konutlarda taksitler ödenmez hale geldi: Umut sömürüsü tokatlamaya döndü 09 Aralık 2023 05:00
- Tek yol sermayeye bir torba kıyak mı? 06 Aralık 2023 04:45
- SASA işçisi borsada vuruldu 19 Kasım 2023 04:50