07 Mart 2016 00:57

Cizre

Cizre

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Yine, yeniden Cizre… Belediyeden çıktık, Cudi mahallesinde yıkımın ortasında yürüyoruz. Kapılar delik deşik, evsiz kapılar. Evler yerle bir. Havada yanık et kokusu, evet yanlış okumadınız, Cizre yanık et kokuyor. İnsan eti. Sonra göreceğiz o kokunun nasıl olduğunu. İlk bodruma varıyoruz. Halk meclisi eş başkanlarının katledildiği o bodruma. Binanın cephesi çığlık atar gibi, delik deşik, irili ufaklı. Üst katın pervazında tank mermisi benzeri bir metal cisim parçası.  Bodruma inen yıkıntının arasından geçiyoruz, içerisi karanlık. Göreceklerimiz daha da karanlık olacak. Cılız ışıklı fenerlerle aydınlatmaya çalışıyoruz etrafı. O yaralarına bastıklarını söyledikleri yünler var girişin biraz berisinde. Lekeler üzerinde, pas rengi… Kan mı? Anlatılanları düşününce, öyle olmalı. Biraz sola doğru gidince yere sanki odun kömürü serilmiş gibi, ama değil. Kemik onlar, yanmış kemik parçaları. Gözüm hemen ortalarındaki altçene kemiğine takılıyor. Çocuk kemiği gibi duruyor. Yaklaşıyorum, etraftakiler fenerleri tutuyor daha iyi görebilmem için. Evet, orada yanmış bir gözlük çerçevesi var, hemen yanı başında. Altçene kemiğinin neredeyse iki katı eninde. İlk bakışta 8-10 yaşlarında olsa gerek diye düşünüyorum kemik için, öyle küçücük, narin. Yakından bakınca yanmış haliyle biraz olsun kaybı hesaba katıp hadi 10-12 bilemedin 14’e kadar çıkıyorum. Ama orada duruyorum. Çocuk kemiklerinin o ince, narin duruşu hep yüreğimi kanatmıştır. Bu da saplanıp kalıyor incecik. Yerde kısmen yanmış kafatası kemikleri, sayısız kemik parçası, havada ağır bir yanık et kokusu. Hayret, bunca yanık kemiğin yanı başında yünler sapasağlam, hiç yanmamış.

Kötülük sızıyor her çatlağından, yarığından o bodrumun, bodrumların, yakılıp yıkılmış, topa tutulmuş evlerin. Mehmet Tunç’un telefonda anlattıklarını, yardım isteyen sesi yankılanıyor kulaklarımda. Auschwitz hala yanık kokar, Cizre de öyle kokacak demek yıllar boyunca. Nasıl bağışlarız kendimizi, nasıl bağışlarlar bizi? Çok zor, çok. Sokaklar boyu bir zamanlar insanların evleri olmuş yıkıntıların arasından geçiyoruz. Yıkık duvarların arasında evlerin eşyaları, delik deşik bir soba, yıkık duvarların orta yerinde bir başına kalmış, canımı acıtıyor. Ev dursaydı yerinde, çalsaydık kapısını, buyur ederlerdi kuşkusuz. Sobanın üstünde kaynayan çaydan burcu burcu kokular yayılmış olurdu evin içine. Yapsak o evi, yaksak sobayı, demlesek çayı yeniden, bastırır mı çayın kokusu yanık et kokusunu?

Bir kadının çıplak bedenini sergiledikleri yoldan geçiyoruz, hani Cizre olmadığını iddia ettikleri, yol aynı, kapı aynı, yattığı toprağın renginde belli belirsiz bir koyuluk, kan izi mi? Çırıl çıplak kaldık orada, öylece. 

Mehmet Tunç’un ailesine taziyeye gidiyoruz. İki çocuklarını birden kaybetmişler, Tunç’un yanında kardeşi de varmış, Orhan. Orhan Tunç yirmilerinde daha, eşi de gencecik, yeni doğum yapmış. Çok sevdik birbirimizi, diyor çocuk gözleriyle, topu topu on ay sevebilmiş Orhan’ını, fazlasına izin vermemişiz. Cep telefonundan Mehmet Tunç’un cenazesinin fotoğrafını gösteriyor oğullarından biri. Cep telefonunda babasının yanmış cenazesinin fotoğrafı ile dolaşmak nasıl bir duygu, bilir misiniz? Siz babanızı özleyince onun yanmış yüzüne bakabilir miydiniz?

Bizim bu hayatları viraneye çevrilmiş insanlara borcumuz var, unutmamalı. Doksanların vahşetini birer birer akladıkları günlerde zor ama, ille de adalet!

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa