27 Şubat 2016 00:51

Dışarıdan bakabilsek

Dışarıdan bakabilsek

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Hep biliyoruz ki, hiçbir sistem içeriden anlaşılamaz. Türkiye’nin içinden geçtiği vahim tablo da bu nedenle tam olarak anlaşılamıyor. Oysa, ülkede çok farklı ve birbiri ile taban tabana zıt görüşler birbiri ile çatışıyor ve bu çatışmadan ülkemiz çok büyük yara alıyor. 

1923 yılında ulus devlet olarak kurulmuş olan yapının, soğuk savaş döneminden sıcak çatışma ve bölünme dönemine girişle maalesef çatırdadığını görmekteyiz. Osmanlı’nın “hasta adam” nitelemesi ile dağılan külleri arasından kotarılan ulus devlet, bu kez de küreselleşme tezgahında “medeniyetler çatışması” ortamında hallaç pamuğu gibi atılmaya başladı. 1950’lerden beri beslenen, fakat bir türlü dönüştürülüp çağdaşlaştırılamayan gerici akımların ülkeyi tam bir sosyal çatışma ortamına sürüklediği açıktır. Bu bağlamda, günümüzün siyasal yapılanmasını ve iktidarı da 1950’lerden beri içten içe beslenen ve büyüyen akımın siyasete taşınıp, ekonomi raylarını kendi yönünde yapılandırması olarak görmek yanlış olmaz.   
2000’li yıllar Akdeniz havzasında çok ciddi siyasi dalgalanmalara tanıklık etmiş ve birçok ülkede darbelerle ya da dış müdahalelerle iktidarlar yıkılmıştır. Diktatörlükler devrilmiştir, fakat arzulanan demokrasi çok doğal olarak oturtulamamıştır. Bu rüzgardan Türkiye’de payını almıştır. ABD ve Rusya’nın çatışma bölgesi olan Ortadoğu’da, anlaşılamaz bir mantıkla komşu ülkelere aşırı müdahale eden Türkiye, kaçınılmaz kader olarak misilleme ile karşı karşıya gelmiştir. Cumhuriyet kurucularının “yurtta sulh, cihanda sulh” deyiminin neye hizmet ettiğini idrak edemeyen yöneticiler, güçlülerin gölgesinde cihanda barışa yönelik siyaset izlemeyince, yurtta da barışı sağlayamamaktalar. 

Çevrede ve ülkede tam bir karmaşa yaşanırken, belki de bunu fırsat bilerek, AKP demokratik vurgusu ile yeni bir anayasa peşindedir. Oysa, halen yürürlükte olmakla beraber üçte ikisi kadarı değiştirilmiş olan 1982 anayasasının yaklaşık 35 yıllık meriyet döneminde son on yıl en antidemokratik sivil yönetim biçimi olarak görülürse, konuyu anayasada mı yoksa iktidarın zihniyet ve yönetiminde mi aramak gerekir? Bu konuyu aklımızın bir yerinde tutarak, iktidarın tüm gücü ve marifeti ile, “demokratik anayasa” söylemi altında toplumu, yasama ve yargı üzerinde fiili-hukuki yetkilerle donatılmış başkanlık sistemine mahkum etmeye çalışmasını biraz kuşku ile karşılamamız gerekmez mi!

1128 akademisyen bildirisinde yukarıdan gelen emirlerle üniversitelerde yapılan uygulamalar, yargının Silivri davasından ve sonrakilerdeki güdümlü davranışları ve sair yönetsel kararlara baktığımızda Türkiye’de demokrasi anlayışının ne denli oturmamış olduğunu görürüz. Bu ortamda, siyasal ve yönetsel kurumlarda başkanlık sistemi değil, tam tersine, oldukça yaygın ve derin bürokrasinin oluşturulması hukuka uygunluğu sağlamada daha başarılı olabilir. Biat kültürü ile beslenen toplumlar zayıf kurumlarla beslenen demokrasiyi de despotizme dönüştürürken, açıkça tek adam yönetimini desteklemek ülkeyi ve hayal edilen demokrasiyi katletmektir. 

1128 akademisyen bugün altara yatırılmaya çalışılırken, siyaset erkini, hatta akademik kurumları da bir kalemde geçtim, “akil adamlar”ın nerede gizlendiklerini pek merak ediyorum! Aldıkları emirlerle halklara neleri telkin ediyorlardı da, bugün onlar da akademisyenlerden uzak durmayı yeğlemekteler!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa