16 Şubat 2016 01:00

Bir koyup üç almak

Bir koyup üç almak

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Turgut Özal Birinci Körfez Savaşı’nda izlediği politikayı her zamanki gibi özlü bir sözle anlatmıştı: “Bir koyup üç alacağız”. Özal’ın devriiktidarı havadan para kazanma hayali ve hırsının topluma sindiği, daha doğrusu bizzat devlet eliyle sindirildiği bir dönemdi. Devleti yöneten bir başbakanın zenginleşmek için rüşveti açıkça teşvik eden “Benim memurum işini bilir” gibi lafı zikrettiğini hatırlamak lazım. Bir koyup üç almak işte böyle bir açgözlülüğün, hırsın, çalışmadan kazanmanın ideolojisiydi. Ancak kazanç bu siyasetin sadece bir yanı. Bir koyup üç almak esasında kumar oynamak anlamına geliyor. Lafın aldatıcılığı siyasetin aldığı risklere değil, muhayyel kazancına vurgu yapmasından kaynaklanıyor.

Yeni Osmanlıcılık diye bilinegelen stratejik düşünce akımı işte özetle bu bir koyup üç alma fikrine dayanır. Özal’ın Musul ve Kerkük’ü Türkiye sınırlarına katma hayalleri kendisinin başkanlık rejimine giden yolları döşeyen taşlardı. O dönem Özal’ın izlediği politika devlet kadrolarında rahatsızlık yaratmış, Türkiye Irak’taki bir savaşa dahil olurken Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay istifayı basmıştı. Özal’ın “Benim de anneannem Kürt’tü” açılımı, Barzani ve Talabani’yle temaslar hep bu Irak’ta nüfuz bölgesi elde ederek başkanlık tacını giyme planının parçasıydı. O dönemde Özal çevresinde kümelenen liberal-muhafazakar çevreler bir yandan Türkiye’nin izlediği içişlerine karışmama siyasetini Kemalizm’in tutuculuğunun ve pasifliğinin bir özelliği olarak görüyor, Kürt sorununun çözümü için federalizmin tartışılmasını teşvik ediyor, icabında Musul ve Kerkük’ün de böyle bir federasyona katılabileceğini ima ediyor ve elbette bu federasyonun bir başkanlık sistemiyle yönetilmesi gerektiğini öneriyorlardı. Çeşitli vergi ve harçları da bünyesinde toplayan toplu konut fonuyla cumhuriyet tarihinin en büyük kaynaklarına şahsen hükmeden Başbakan Özal’ın “Bürokrasi elimi kolumu bağlıyor” diye şikayetlenmesi başkanlık rejiminin pazarlama taktiklerinden biriydi ve mevzuatı delerek haksız kazanç elde etme hevesindeki sermaye çevrelerinde pek rağbet görmüştü. Herhalde dönemin ruhunu en iyi Sezen Aksu’nun sesi dillendiriyordu:
Ah içimizde ne aç hevesler
Arada hicaz, arada caz nefesler
Bir yanımız her duruma müsait
Ne kadar uyarsa o kadar ister

Heyhat, hevesler kursaklarda kalıverdi! Türkiye ülkeyi savaşa soktuktan, ticarete ve ekonomiye ağır bir darbe vurduktan, Saddam’dan kaçan binlerce mülteciyi kabul ettikten ve ülkeyi ABD’nin oluşturduğu koalisyonun askeri üssü haline getirdikten sonra Irak’ta Çekiç Güç rejimini sineye çekmek ve bırakın Musul ve Kerkük’ü almayı, Irak sınırları dahilinde özerk bir Kürt bölgesini kabullenmek zorunda kaldı. O dönemde devlet kadroları Irak’ta kurulacak özerk bir bölgenin Türkiye’de de özerkliği teşvik edeceğini öne sürüyor ve hatta Çekiç Güç’ün PKK’ye destek olduğunu iddia ediyordu. ABD’nin bu konulardaki tutumu ise uluslararası hukuk ve ittifak anlaşmalarına uygundu: Türkiye’nin kendi vatandaşı olan Kürtlerle kurduğu ilişkiyi Türkiye’nin egemenlik alanı olarak tanıyor ancak Irak’taki Kürtlerin statüsünü belirleyemeyeceğini vurguluyordu. Başka bir deyişle ABD’nin tanıdığı kırmızı çizgiler haritada siyasi sınırları işaretleyen çizgilerdi. Türkiye hevesle katıldığı Bağdat seferinden hayal kırıklığıyla dönerken toplumsal hafızamıza “90lar” diye kazınan dönem başlıyordu. Şubat 1991’de sonlanan askeri harekatın ardından kasım seçimlerini kaybeden Turgut Özal siyasi gücünü yitirirken, Süleyman Demirel bir kez daha restorasyon için göreve geliyordu. SHP’nin Kürt sorununu parlamentoda çözme girişimi akamete uğrarken, Sivas katliamı, aydın suikastları, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, faili meçhuller peşi sıra geldi. Sonunda ne Özal başkan oldu, ne Türkiye’nin nüfuz alanı genişledi, ne de Kürt sorunu çözüldü. 1 Mart tezkeresinde devletin aldığı kararın ardında bu acı gerçekler yatmaktaydı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa