08 Şubat 2016 01:00

Çarka sokulan çomak

Çarka sokulan çomak

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Kimi büyük kimi küçük sözlerle, kimi bir imza kimi bir paket makarnayla, kimi haberi fabrikada aynı bantta çalıştığı arkadaşına anlattığıyla, kimi ev ev gezerek, kimi evini açarak katıldılar yaşamın olağan akışını değiştirme çabasına.
Akademisyenlerin anlamlı barış çıkışı sallayınca iktidarın sarsılmaz sanılan kulelerini...
Edebiyatçılar, gazeteciler, avukatlar, tiyatrocular, sinemacılar, psikologlar, öğrenciler, taraftarlar, turist rehberleri, mimarlar, mühendisler, ekoloji aktivistleri, kadın örgütleri... Her yaştan her kimlikten insan, kendini neyle, nasıl tanımlıyorsa, büyüyen karabasana nereden çentik atacaklarını düşünüyorlarsa oradan söyledi sözünü, büyüttü barış eylemini.
Yalnızca muktedirin hesaplarından ibaret olmayan, çomak da sokulabilen bir insanlık tarihine adı geçecek hepsinin.
Muktedirin tankı var, topu  var, tüfeği var. Onlardan daha büyük iş gören medyası var, parası var, korkutma ve sindirme gücü var. Hep “savaş” sözünü güçlendiren, toplumun tamamının bu sözün destekçisi olduğu yalanını pompalayan aygıtları var. Ama karşısında her gün büyüyen bir güç var. Gücünü gerçekten, emekten ve dayanışmadan alan bir güç...
“Barış” sözünü kıymetsizleştiren, hatta barış sözünü tehlikeli ve korkutucu kılan “gerçeği ters yüz etme” operasyonuna karşı bir barış operasyonu sürdüren bir güç! İşçi havzalarında, mahallelerde, fabrika içlerinde, atölyelerde, derneklerde sürdürülen, parçası olana cesaret veren bir barış operasyonu!
Evrensel Gazetesi’nin işçi sayfalarında ve mektuplarında gördük bu adım adım büyüyen umudu.
İstanbul Esenyurt’ta farklı iş kollarında çalışan işçilerle yapılan toplantıda, savaşın patronlara barışın ise işçilere yarayacağına dikkat çeken işçinin, “işçi dediğin barıştan taraf olmalı”  sözünü okuduk. Bu sözün başka bir fabrikada tartışmalardan dolayı çay molasına bile çıkmaktan imtina eden işçiyi cesaretlendirdiğini gördük. “Ailemle günde 4 saat geçiriyorum, ama Kürt kardeşimle 12 saat aynı fabrikada çalışıyorum” diyen gıda işçisinin “ama ortalığın karışmasının sebebi PKK” sözüne bir başka işçinin verdiği yanıt, sadece kardeşlik sözünün yetmeyeceğini acı acı anlatıyordu. Diyordu ki; “Kardeşim dediğin benim ailemden biri 1 hafta önce faili meçhule kurban gitti, yaşanan ölümlere ses çıkarmıyorsak Kürt kardeşim demenin bir anlamı yok. Devlet terörle mücadele adı altında Kürt halkıyla savaşıyor.” Çözümün Kürt halkının statü talebinin karşılanması olduğunu en sade biçimde ortaya koyuyordu Türk bir matbaa işçisinin cümleleri: “Kardeşlik acıları ve mutlulukları paylaşmaktır... Kürtler yaşam mücadelesi veriyor, dilimi, kimliğimi tanı diye devlete sesleniyor.”
Kadınlar yoksul mahallelerde, derneklerinde, fabrikalarda “bu savaşı nasıl durduracağız?” diye tartışıp, kapı kapı dolaşarak Kürt kadınlarla dayanışmak için kampanyalar örgütlediler. Önce çekinen, ama çaldıkları hiçbir kapıdan boş dönmediklerini görünce cesaret kazanan kadınlar, “içimize umut çiçekleri ekti bu kampanya” diye yazdılar Ekmek ve Gül dergisine. Çekinmelerinin, her gün televizyonlardan, gazetelerden pompalanan korku imparatorluğuna övgü haberlerinden, söylemlerinden kaynaklandığını, insanlarla yüz yüze gelip doğru soruları doğru biçimde sorduklarında, aldıkları yanıtların hep barıştan yana olduğunu anlattılar.
Mesela Fatih’te biraraya geldikleri bir okuma grubunda, “Kürt İsyanları” kitabı üzerinden bugün yaşananları tartışan kadın öğretmenler, Sur’da zorla göç ettirilen kadınların “bir yorganımızı almamıza bile izin vermediler” sözünü küpe yapıp kulaklarına, battaniye, yorgan, kuru gıda için kampanya yaptılar okullarında.  
“Savaş çocukların neşesini çaldı” diyen Sur Umut Işığı Kooperatifi yöneticisinin sözünün ağırlığını omuzlarında hissedip çocuklara gönderilmek üzere kırtasiye malzemesi, ayakkabı, oyuncak aldı ücretlerinden artırarak Bakırköy Belediyesi işçileri... Mektuplar yazdı çocukları çocuklara...
Tuzla Tersaneleri’nden Ambarlı limanına, Güneşli’den Çiğli’ye, Kayseri’deki metal fabrikasından Bursa’dakine bu savaşın kime, neye karşı bir savaş olduğu anlatıldı yine işçilerin kendileri tarafından.
Bunlar “ne yapmalı, nasıl yapmalı” sorusunun cevabı olarak dursun aklımızda.
Liman işçisi Orhan’ın “Daha fazla sessiz kalırsak bu ateş hepimizi yakar... ölüme sevinen hiçbir hakkını koruyamaz. Savaş sadece Sur’u yıkmaz hepimizi yıkar. Yarın bize diyecekler savaş var, maaşlarınızı düşürüyoruz, savaş var zam yok. Bir şeyler yaparak durumu değiştirmeye çalışıyoruz” sözündeki açıklıktan...  
İkitelli’de atölye atölye dolaşarak barış için imza toplayan tekstil işçisinin “Amacımız bu ülkede söz söylemek suç olmamalıyı anlatmak. Ölümler olmamalı. Daha dün korkudan bu konuyu konuşamıyorduk ama şimdi en azından ne olur, ne yapmak lazım işyerimizde konuşuyoruz. Ayrıca bir de oradaki siviller için gıda yardımı başlattık. Çabamız başarıya ulaşacak” sözündeki cüretten...
Nakış işçisinin el emeğinin inceliğinin, sokağa çıkma yasakları altında yiyecek bulamayan bebelere mama ve mama önlüğü toplama inceliğine dönüşmesinden de birşey öğrendik.
İşçi, cebindeki üç kuruş paranın mamanın yanına bir de bebek bezi almasına yetmeyeceğini bildiğinden, ama daha kadim bir işçi bilgisinden dolayı diğer atölyedeki işçiye, mahallesindeki esnafa, komşusuna da kampanyayı anlatmaya yönelir: “savaşı ancak ezilenin birliği bitirir, dedik. Kapı kapı gezdik.”
Meselenin kuru gıda, erzak, giyecek olmadığını biliyorlar elbet her biri. Ama, dayanışma ezilenin inceliğidir. Emekçiler ortaya koydukları “barıştan tarafız” sözünün somut karşılığı olarak bu dayanışmayı ördüler. Bu dayanışmayı, kendilerini de her fırsatta ezen bu çarka soktukları bir çomak haline getirdiler.
Çünkü işçiler biliyor; o çomak ancak onların elinde olursa o barış gerçekten kazanılacak... Kazanılan o zaman gerçek bir barış olacak!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...