17 Eylül 2015 01:00

Sığınmacılar ve mülteciler

Sığınmacılar ve mülteciler

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Türkiye, yurttaşlarına yalanı gerçekmiş gibi sunmada oldukça mahir bir ülke. Yaşar Kemal bir zamanlar, bu yalancılık özelliği nedeniyle “yalan seferleri” nitelemesinde bulunmuştu. Kamu binalarının odaları ve koridorları aydınlatılmaya muhtaç. Hani bir zamanlar -1991 milletvekili genel seçimleri öncesi- Demirel, “Karakolların duvarları camdan olacak” derdi, yaş itibarıyla hatırlayanlarınız vardır. Bize göre bu bir dil oyunu idi. Cam dendiğinde akla saydamlık, açıklık gelir, değil mi? İyi bir reklamdı. Ama öyle olmadı. İnsanlar karakolların içinde ne olup bittiğini hiçbir zaman öğrenemedi. Dışarıdan bakınca hiçbir şey görünmüyordu. İnsanların cenazeleri çıkmaya, ayak tabanları patlamaya ve vücudunun çeşitli yerlerinde elektrik yanıkları oluşmaya devam etti. İşkence altındaydılar…
Tıpkı bunun gibi, Türkiye sığınmacı ve mülteciler konusunda gerçekleri ters yüz etmeye ve iki yüzlü davranmaya, ne kadar acımasız bir anlayış ve yönetim pratiğine sahip olduğunu gizlemeye çalışıyor. İnsan aklı ile alay etmeye kalkıyor.
Önce bir ilkeyi hatırlatmalıyız. Sığınma hakkı, bir insan hakkıdır. Siz ister kabul edin, ister etmeyin, insanların zulüm karşısında sığınma hakkı vardır. Bu hak, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 14. maddesi “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir” şeklinde deklare edilmiştir.
Bir: Türkiye, sığınanların statüsüne ilişkin 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne şerh koymuştur. Yalnızca batı ülkelerinden  gelenlere iltica hakkı tanımaktadır. 1951’den beri mülteci statüsü tanıdığı insan sayısı 26 ya da 43’tür. Bu konuda doğru dürüst bir istatistiki bilgi bile devlet kayıtlarında bulunmamaktadır. Bunun sonucu, Türkiye’ye zulüm altında bulunduğu batı dışı ülkelerden gelenlerin hiçbir güvenceye sahip olmamasıdır. Cenevre Sözleşmesi’nin mültecilere tanıdığı haklardan yoksun bırakılmadır. İkinci konu da, bu durumdaki kişilerin statüsüzlüğüdür.
İki: Türkiye 2013 yılına değin, sığınma ve mülteci konularında birincil mevzuatla değil, ikincil mevzuatla “Durumu idare etmiştir. 6458 sayılı yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu daha birkaç yıl önce 4 nisan 2013 yılında kabul edildi ve 11 nisan 1913 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlandı. Türkiye bu konulara uluslararası insan hakları hukuku çerçevesinden değil, misafirlik, din kardeşliği, ırkdaşlık, tarihdaşlık ve benzeri nedenlere dayalı ve objektif kriterlere dayanmayan, yasal güvenceler içermeyen bakışla yaklaşmaktadır. Bu yaklaşımlar hukuksal bir kıymet ifade etmez ve zulüm altındaki insanlar için bir güvence oluşturmazlar.
Üç: Türkiye gerçekte tanımadığı mülteci hakkı konusunda 6458 sayılı kanunda 1951 tarihli Cenevre sözleşmelerindeki coğrafi çekincelerinden bir adım geri atmış ve batı ile Avrupa Konseyi üyeliğinin anlaşılmasını sağlayacak şekilde düzenleme yapmıştır.
Mülteci ve sartli mülteci tanimlari yasanin 61 ve 62. maddelerinde yapilmistir.
61 ve 62. maddelerinde belirtilen “Avrupa ülkeleri” nitelemesinin, “tanimlar” baslikli 3. maddede Avrupa Konseyi ülkeler olarak anlasilmasi gerektigi yazilidir. Madde söyledir:
“Tanımlar
MADDE 3- (1) Bu Kanunun uygulanmasında;
b) Avrupa ülkeleri: Avrupa Konseyi üyesi olan ülkeler ile Bakanlar Kurulunca belirlenecek diğer ülkeleri,
(…) ifade eder.”
Biz, Vaclav Havel gibi düşünüyoruz:  - İnsanlar sınırlardan önemlidir.
Soru şu: Binlerce insan Ege sularında can veriyor. Neden bu insanlar Türkiye’de kal(a)mıyorlar da bebekleriyle birlikte ölüm riskini göze alarak Avrupa’ya gitmek istiyorlar?
Batı ülkeleri suçlanıyor. Evet, haklıyız. Eleştirelim.
Ama kendimize batırılacak bir iğne de yok mu?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...