17 Temmuz 2015 00:52

Ne sihirdir ne keramet

Ne sihirdir ne keramet

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Göç meselesi, Avrupa’nın en önemli gündem maddelerinden biri olalı beri, sinemada da özel bir dikkatle ele alınıyor. Bizim sinemamızın göç hikayeleri, zorunlu göçle ilgilidir ya, daha doğrusu ekonomik sebeplerle ya da savaştan dolayı toplu göçlerle, her ülkenin sineması öyle değil. Avrupa sinemasının dikkati, Türkiyelilerin çektikleri de dahil, birlikte yaşama hikayelerinde. En çok izlenme rekoru kıran Can Dostum gibi filmlerden, festivallerdeki seçkin örneklere, mesela son Altın Palmiye’yi alan Dheepan’a kadar. Bu ortamda, iki sene önce Cannes’da, Avrupa sinemasının merkezinde yarışan bir Amerikan filmi, kendince bir mesaj da taşıyordu. Sinemada göçmenlerin dertleri bu kadar yükseldiyse, göçmenler tarafından (Yerlileri öldürüp topraklarına el koyarak da olsa) kurulan Amerika’nın sineması da bu alanda iddialı olduğunu gösterebilirdi. Filmin sadece Göçmen diye çevrilebilecek adı The Immigrant da, Amerikan tipi göçmenlik ideolojisine vurgu yapıyordu, bireysel girişenlikler, fırsatları değerlendirmeler, uyanıklık, dolandırıcılık, hepsini içererek, Avrupa’nın tüm kolektif bir arada yaşama mesajlarına karşı. 

Yine de filmin bizde vizyona girdiği isim, bireysel kahramanlık hikayesi değil de, bir dönemi, bir şehri anlatıyor gibi: Bir Zamanlar New York. Sergio Leone’nin son filmi Bir Zamanlar Amerika’yı açıkça çağrıştırmak üzere. O film, New York’ta büyüyüp mafyaya katılan İtalyan göçmenlerin hikayesiydi, buysa bir kendini kurtarma mücadelesine dair. Bir Zamanlar New York, kardeşi Magda ile Polonya’dan gelen Ewa’nın macerası aslen. Büyük umutlarla Amerika’ya gelir, diğer göçmen adayları gibi sıraya dizilirler. Magda hasta olduğu için hastaneye ayrılır, Ewa da tek başına girmeye uygun görülmez. Bruno adında bir adam ona yardımcı olur, kaçak da olsa, Ellis Adası’ndan New York şehrine gitmesini sağlar, iş bulacağını söyler. Para kazanır da biriktirirse, kardeşini de yanına aldırabilecektir. Ama her şeyin bu kadar kolay olmasında bir tuhaflık olmalıdır zaten: Herif pezevenk çıkar. Süslenip sahneye çıkarlarken, Ewa illüzyon gösterisi yapan Orlando ile tanışır. Bilinen adıyla, Sihirbaz Orlando. Bir yandan Bruno, bir yandan Orlando, görür görmez Ewa’ya aşık olduklarından, kardeşini kurtarması için ona yardım etmek için sıraya girer. Romantik dram, adet olduğu üzere, erkek marifetiyle kurtarılan kadınların hikayesi olarak sona erer.

Dönemin havasını daha ilk sahneden itibaren veren film, özellikle oyunculuk, sanat ve görüntü yönetimi aracılığıyla seyirciyi başlarda yakalamayı başarıyor. Ama pek elle tutulur bir fikir yok, konudan da anlaşılacağı üzere. İyi çekilmiş, iyi oynanmış olmasa seyirciyi çok daha kolay kaybeder, ama bu sefer de başta yarattığı ilgiyi sonuna kadar koruması pek mümkün değil. Kısa sürede, kendini tekrar eden, pek de merak uyandırmayan bir hikaye olarak devam ediyor; herkesin aşık olduğu kadın, fırsatlar ülkesi, Amerikan rüyası, kendini satmanın çaresizliği, kurtarıcı erkek, sihir falan gibi. Bireyci maceracılığın Amerikan sinemasında ve ideolojisinde göçü anlatırken tuttuğu önemli yer, sadece genel bir bilgi değil. Filmde “Amerikan rüyası” lafı bir kez geçiyor, o da sihirbaz sahneden uçarken, her şeyin mümkün olduğunu yeni göçmenlere anlatırken. Sahnede kaybolan adamların gösterileri o dönemki kadar tutmuyor artık, filmlerden de çok şey beklememek gerek.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa