22 Mart 2015 01:00

Kadının eşitsiz konumu

Kadının eşitsiz konumu

Fotoğraf: Envato

Paylaş

İnsanı özgün bir tür olarak tanımlamak isteyenler onun ‘toplumsal hayvan’ olduğunu söyleyegelmişlerdir. Bu söylemdeki ana fikir toplumsallaşmanın insanın evrimi sürecini belirleyen doğal bir olgu olmasında somutlaşır. Söylemdeki toplumsallaşma vurgusu, örneğin atların ya da koyunların bir arada, sürü halinde yaşamalarından farklı olarak, insanın doğal zorunlulukla birlikte yaşarken, ‘birlikte yaşamayı’ kurgusal bir toplumsal yapıya dönüştürebilme ve bunu siyasal yapılanmalarla güvence altına alabilme yetisini kutsallaştırmaya yöneliktir. ‘İnsan düşünen hayvandır’, ‘İnsan konuşan hayvandır’ söylemleri de toplumsallık olgusunun sadece kaynağının değil, ‘birlikte yaşamanın’ yüz yıllar boyu ürettiği insanlar arası ilişkilerin ve bu ilişkilerden türetilen yapıların da ‘doğal’ oldukları, evrimin biyolojik zorunluluğunu kalıtsalladıkları iddiasını perçinlerler.    
Böylece ‘Doğal olan aynı zamanda toplumsaldır’ ya da ‘Toplumsallığın kökeni ve türlü tezahür biçimleri doğaldır’ diyerek işin içinden çıkmayı kolaylaştırdıkça ‘insan hallerini’ de insan türünün doğallığına bağlayabilmenin yolu açılır. Artık her ‘halimizi’ biyolojik yapımızda bularak bu hallerin dokunulmazlığını savunabilmek kolaylaşır.
Oysa, milyonlarca yıllık evrim sürecinde insan türünün bireyleri varlıklarını sürdürebilmek, koruyabilmek ve geliştirebilmek için, bir yönüyle doğal zorunluluk olan ‘birlikte yaşamı’ binbir çeşit ilişkinin karmaşıklığını kutsallaştıran zihinsel faaliyet ürünü dokunulmaz ve sorgulanmaz kavramlar üzerinde yapılandırarak kurgulamışlardır. Toplumsallık adına üretilen kavramsal yapılara bunlar sanki doğanın zorunluluklarıymış gibi inanıp-inandırmayı ve tüm bu kavramsal yapıların yaşamda işlerlik kazanabilmelerini sağlamak amacıyla insan türünün bireyleri siyasi örgütlenme biçimleri icat edegelmişlerdir.
Aslında ‘insan halleri’ ‘birlikte yaşamayı’ kurgulayan insanın ürettiği toplumsal yaşama kalıplarından ve kalıpların doğal oldukları için sorgulanamaz, değiştirilemez oldukları inancının pekiştirilmesinden kaynaklanıyor.
Bir çeşit ‘insan hali’ olan eşitsizlik-eşitlik durumuna bir göz attığımızda, bu halin eşitsizlik temelinde yapılandırmaya çabaladığınız bir eşitlik kurgusundan kaynaklandığını görürüz.
Önce bir toplumsal yaşama kalıbı üretiyoruz. Sonra, ürettiğimiz toplumsal yaşama kalıbının toplumda birbirlerinin ilişkilerini, birbirleriyle ilişkilerini yaşayanlar arasında eşitsizlik yarattığını görüyoruz. Eşitsizliğin kaynağını, yani ürettiğimiz toplumsal yaşama kalıbını değiştirmek yerine, kalkıyor bu eşitsizliği doğallığın tarihsellik sürecinde oluşan olağan, zorunlu, olmazsa olmaz bir durum olarak kabul edip-ettirip, adeta ‘toplumsallığın kamusallaştırılmış biçimi’ ilan ediyoruz. Sıra geliyor ‘toplumsallığın kamusallaştırılmış’ biçimini başka türlüsü yaşanamaz varsayımının zırhı ardına sığınarak siyasi örgütlenmenin değişmez temeli haline getirmeye…Bunu da becerince eşitsizlik kendi ektiğimiz tohumdan fışkıran bir gereklilik olarak filizleniyor. Eşitlik mücadelesi de genetiği değiştirilmiş eşitsizlik tohumu üretebilme çabasıyla sınırlanıyor. Oysa her eşitsizlik eşit olmayanlar arasında üstün-eşitsiz lehine bir iktidar üretir; alt-eşitsiz mutlaka bir başka ilişkide üst-eşitsizdir ve o ilişkide kendi lehine, küçük de olsa, bir iktidar gücü bulur. Biz insan türünün bireyleri, en küçük iktidarı bile şiddete başvurarak kullanıyor, şiddet kullanarak koruyoruz. İktidar kaynağı tüm eşitsizlik durumlarıyla mücadeleyi, o eşitsizliğin kaynaklandığı toplumsal yaşama kalıbını değiştirmek yerine itinayla saklayarak ve eşitsizliği eşitlik laboratuvarında  genetiğini değiştirip evcilleştirebileceğinizi sanarak sürdürdüğünüz için başarıya ulaşamıyoruz.
Tüm bunları kadına uygulanan şiddet tartışılırken düşündüm.
İnsan türünün sürekliliğini sağlayan ve doğal belirleme olan ‘üremeyi” cinsellik üzerine oturtuyor, cinselliği kadın-erkek ilişkisine indirgiyor, bu ilişkiyi toplumsal boyutuyla genetik soy bağı örgüsüyle tasarlanmış akrabalık sistemleri temelinde yapılandırıyor ve bu yapıyı sürdüregelecek evlilik kurumunu ve bu kurum üzerine oturtulan aileyi  toplumsal örgütlenmenin temeli olarak ilan ediyoruz. Bu toplumsal birlikte yaşama tasarımı ve kalıbı zihinlerimizdeki kadın ve erkek tanımını belirliyor, ev ve ev dışı iş bölümünü üretiyor, bu iş bölümü kadına atfedilen rolü kutsallaştırıyor, üreme kaygısıyla cinselliği kadın-erkek arası cinsel ilişkiye indirgeyerek toplumsal bir yaşam kalıbına dönüştürüyor. Üretilen bu birlikte yaşama tasarımının ve kalıbının doğal olduğuna, başka türlü olamazlığına inanıyor-inandırıyoruz ve örgütleyerek önce toplumsal yapılanmanın, ardından siyasal örgütlenmenin temeli ilan ediyoruz. Böylece kadını erkek karşısında eşitsiz konuma sokan, cinselliği üreme kaygısı dışında yaşamayı tercih edenleri toplumsal yaşamın dışına iten, ötekileştiren, eşitsizliğin girdabına sürükleyen ve üst-eşitsizliğin silahı olan şiddeti kaçınılmaz kılan bu toplumsal yaşama kalıbını değiştirmeden eşitsizliği ve ürettiği şiddeti yok edemeyiz. Bilim bizlere artık üreme için kadın-erkek cinsel ilişkisinin zorunlu olmadığını, hatta kadın üreme hücresi gerekliyken erkek üreme hücresine gerek kalmadığını, yasaklanmış olsa da bir süre sonra üreme için kadın rahmine de ihtiyaç kalmayabileceğini söylüyor. Demek ki cinselliğin üreme temelinde kadın erkek cinsel ilişkisine indirgenmesi evrimin zorunluluğu değil. Bu nedenle, böyle bir anlayışa dayalı toplumsal yapılanmanın sorgulanması da kaçınılmazdır. Bu toplumsal yaşama kalıbını değiştirmedikçe bu alandaki eşitsizliğin ve eşitsizliğin ürettiği şiddetin önüne geçilmesi olanaksızdır.
Eşitsizliğin kaynaklandığı temeli koruyup, bu temele ‘eşitlik sağlayıcı düzenlemeler’ şırınga ederek eşitsizliğin genetiğini değiştirebileceklerini ve onu evcilleştirebilecekleri sananlar aslında ‘erkek egemen anlayışın’ şövalyeleridirler.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa