03 Ekim 2014 00:13

Cem Yılmaz kadar duygusal, Yeşilçam kadar komik

Cem Yılmaz kadar duygusal, Yeşilçam kadar komik

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Eşkıya filminin finali, yüz yıllık sinema tarihinin en çok bilinen sahnelerden biri olmalı. Cem Yılmaz’ın son filmi de bu final sahnesiyle açılıyor. Eşkıya çatıya çıkmış, polisler dizilmiş. Bundan fazlasını söylemek, sürprizini kaçırabilir madem, o kadar olsun. Yine de tahmin etmek güç olmaz herhalde; Eşkıya’ya gönderme yaparken Cem Yılmaz’ın kendi üslubunu konuşturduğunu. Kahramanın kariyerini etkileyecek bir şeyler olur diyelim, yetsin.
Eşkıya’nın finali bilinir derken, bu birkaç bakımdan böyle aslında. Neredeyse her Yavuz Turgul filmi gibi asil ve gururlu olanın zalim ve alçak olan karşısındaki görkemli kaybedişiyle, sadece bir dönemin sonunu değil, bir başkasının başlangıcını da işaretlemişti. Ne de olsa, Yeşilçam’ın ‘60’lar 70’lerdeki altın çağının ardından, sinema emekçilerinin, sinema piyasasının, salonlarının ve tabii seyircilerinin darmadağın olduğu ‘80’lerin ardından gelen yeni dönemin müjdecisiydi Eşkıya. Nitelikli filmler çekmenin mümkün, seyircinin sinemayla barışmaya hazır olduğunu gösterip, arkasından gelen yıllarda dünyanın konuşacağı genç sinemacı kuşaklarının yolunu açtı. İşte, Pek Yakında’nın o final sahnesiyle ne yaptığından daha dikkat çekici olan, asıl Eşkıya’nın bu sonuyla, çünkü sinema sevgisiyle ilgilenmesi.
Bu kez, Cem Yılmaz’ın oynadığı karakter bir korsan DVD’ci. Zafer “tövbe” eder, temiz bir sayfa açmaya karar verir ve böylece de kendisini film çekerken bulur. Film ‘70’lerden beri çekilememiş, melodramla bilim kurgu karışımı gibi bir şeydir; “Şahikalar: Kötülüğün Sonu”. Zafer’in hikayesi de biraz öyledir zaten. Ayrıldığı eşiyle arayı düzeltmeye çalışır ve elbette film çekme macerası, bir şekilde bu ara düzeltme operasyonuna bağlanır. Bir yandan korsan işiyle ilgili halledilmesi gereken pürüzler kalır. Üstelik, bunların hepsi olurken, fedakar ve deneyimsiz bir ekiple, bir de üç kuruş parayla film çekmenin üstesinden gelir. Ki daha büyük kahramanlığa ne hacet.
Başından sonuna sinemayla ilgili bir film Pek Yakında, sıkça söylenmeye başladığı gibi, sinemaya bir “saygı duruşu”. Resmi hesaba göre, kimsenin izlemediği en meşhur filmdeki yıkılan abide ile başladığı yüz yılı geride bıraktı Türkiye sineması. Yüzüncü yılda sinemaya dair, Türkiye sinemasının çeşitli duraklarına onca selam gönderen filmi yapmak, Cem Yılmaz’a nasip oldu. Hep andığı Sadri Alışık’a selam çaktı elbette, ama bu kez onun izinden gitmek yerine, yerinin doldurulamaz olduğunu bir cümleyle söyleyip kenara çekilmeyi seçti. Referanslar çok daha geniş, kalabalık kadrolu mutlu aile filmlerinden Süt Kardeşler’e de, efektin değil yaratıcılığın konuştuğu bilim kurgulardan Bay Tekin’e de uzanıyor. Ama Eşkıya’lı giriş, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ne gönderme derken Yavuz Turgul hissiyatının ağırlığı, en çok da Zafer’in hikayesi her şeye rağmen verilen bir onur mücadelesine dönüşünce hissediliyor.
Hele böyle, sinemaya hürmette kusur etmeyen bir film için daha da ilginç bir seçim, ana kahramanın bir korsan DVD’ci olması. “Korsan” diye karalanan, vergi vermeyen ucuz DVD piyasası sinema sektörü için büyük düşman sayılıyor çünkü. Ama sinema sevgisi ölçütüyle, iş biraz daha değişik, Cem Yılmaz’ın dikkat çektiği üzere. “Dünya sinemasını biz sevdirmedik mi” gibi repliklerle açıkça “korsan”ın hakkını teslim etmek, bu nedenle cüret işi. Elbette korsancıya “tövbe” ettirip, bu sinema sevgisiyle yanıp tutuşan adamı doğru yola çekmeye çalışması da var; figüranlığı bırakmak için haklı sebepleri olduğunu ve bağımsız film çekmenin imkansızdan biraz daha zor olduğunu gösterdiği halde.
Cem Yılmaz’ın diğer filmlerini düşününce, Pek Yakında biraz Her Şey Çok Güzel Olacak, daha çok da Hokkabaz’ın yakın akrabası, ötekilerden ziyade. Tek kişilik gösterileri ile büyük bütçeli, gülmekten yerlere yatıran işlerinin yanında daha duygusal, daha naif ve daha az yüzeysel filmleri de sürdürmek gibi bir eğilimi var çünkü Cem Yılmaz’ın. Ama Pek Yakında biraz derinlikten çakmış bu listede. Daha doğrusu, sinemasının belki duygu bakımından en zengin filmi olmuştur, ama herhalde esprileri bakımından da en yoksulu. Kendisini sinema göndermelerine fazlaca kaptırmak, zaten çok düşünülmemiş klişe komiklikleri gereğinden fazla karmaşık bir olay örgüsü içine sıkıştırmaya yol açmış. Filmin adındaki incelik, geri kalanından esirgenmiş. “Duygusu yeter yetmesine” diyenler haklıdır da, Cem Yılmaz en yavan “Sorunu çözersen kızı kaparsın”dan daha iyisini yapabilirdi, yapmamış.
Onun yerine, ürün yerleştirmenin en çok göze battığı filmi yapmış. En çok göze batması bilerek ama. Her reklam anını bir yabancılaştırma efektiyle vermeyi denemiş. Bizzat karakterlere ürün yerleştirmeyi tartıştırarak, hem de sözle reddettikleri anda yerleştirivererek. Yüz yıllık yolculukta gelinen noktanın bir özeti de bu çünkü; patronun (her çeşidinin) sesinin en olmadık yerden çıkıvermesi ve sinemacının bunu dert etmeyi bırakıp ona teslim olmuşluğu.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa