24 Ocak 2014 00:00

Efendiliğin lüzumu yok

Efendiliğin lüzumu yok

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Açlık kadar etkileyici bir ilk film az bulunur, hele seyirciyi etkilemenin yolunun teknik numaralardan geçtiği ve birbirine benzer hikayelerin tekrarlandığı son yıllarda. İrlandalı tutsakların ve efsanevi önderleri Bobby Sands’in, üstlerindeki bütün baskılara ve içinde tutuldukları duvarlara rağmen direnişin mümkün olduğunu ispatlamalarını, hiç lafı dolandırmadan ve yumuşatmadan anlatması, akılda kaldı. Onlarca kısa filmi olan İngiliz Yönetmen Steve McQueen de, sinema seyircileri tarafından bu ilk filmiyle tanındı, Başrol Oyuncusu Michael Fassbender de müthiş bir oyuncu olarak hafızalara onunla kazındı. Ardından gelen filmi Utanç, yine bedenle ilgileniyor, bu kez seks bağımlısı bir üst orta sınıf karakterin sağlıklı ilişkiler kuramadığı pişmanlıklarla dolu hayatı üzerinden tüketim toplumuna ve bedene dair sorular soruyordu. Bu filmleri “esaret” parantezinde değerlendirmek mümkün elbette, ilki hiçbir esaretin direnişi imkansız kılmadığını, ikincisi duygusuz bir hayatın nasıl bir esaret olabildiğini söylerken. Son filmi ise, bu başlık altında tartışmak daha güç aslında, adına rağmen. 12 Yıllık Esaret isimli film, adamcağızın kaçırılma ve “esir alınma” hikayesinin bir tek kişinin başına gelen bir felaket olmasının ötesiyle ilgilense bile, orijinal adında haklı olarak vurgulanan “kölelik”, esaretten epey farklı. Oscar’da Afrikalı-Amerikalıların, siyahların tarihiyle ilgili filmlerin yarışmasının Lincoln’lü, Zincirsiz’li geçen seneye özgü bir değişiklik olduğunu sananlar yanılmış. Bu senenin hasatı içinde en iddialısı 12 Yıllık Esaret, karşımızda.
Solomon Northup’ın hayatından yola çıkan film, 1840’lar Amerika’sında, kuzeyde özgür bir insan, bir sanatçı olarak yaşayan bir siyahın, kandırılıp kaçırılmasıyla başlıyor. Solomon keman çalıyor, bir evi, ailesi, itibarı var. Bir turne için teklif alıp yola çıkarken olacaklardan kuşkulanmıyor, ama sarhoş edildiği gecenin sonunda zincirlenmeyi ve köle pazarında satılmayı tecrübe etmek zorunda kalıyor. Adından belli olduğu üzere, kölelik 12 yıl sürecek, bu süre içinde güneyde çiftlikten çiftliğe, efendiden efendiye gönderilecek, bunların kimi iyi niyetli babacanlar, kimi kırbacı elinden düşürmeyen psikopatlar olacak. Arada çok büyük bir fark yok nihayetinde, köle yine köle. Köleliğin, hem de henüz bir buçuk yüzyıl önceye kadar o topraklara hakim, nasıl utanç verici bir tarih olduğunu, yine seyircisini derinden sarsarak anlatmayı başarıyor yönetmen. Çaresizlikle kıvranan, yargısız sorgusuz öldürülen, çocuklarından ayrıldığı için ömrü boyu ağlayan, tecavüze uğrayan, ölmeyi bile bu yaşadıklarına tercih edecek olan köleler gösteriyor. Ama en çok, köle olmayı hak etmediği vurgusunu her dakika hissettiren Solomon’la bırakıyor seyircisini. Film etkisini, Solomon gibi eğitimli, yetenekli, kültürlü, sanatla ilgili birinin “bile” bunları yaşayabiliyor olmasıyla kuvvetlendirmeye çalışıyor.
Belki en çok bu yüzden, bu kadar başarılı ve gördüğümüz üzere hak ettiği kadar sert olmaktan kaçınmayan bir yönetmenin filmini hemen Oscar’la birlikte anmak bir övgü değil. Oscarlı filmlerin hepsi dandik ve ticari filmler olduğu için değil elbette, ama bir filmin izler izlemez Oscar almak için yapılmış olduğunu düşündürmesi, en nazik ifadeyle, bir yüzeysellik göstergesi. McQueen’in köleliği – haklısı varmış gibi - “haksız” yere köleleştirilmiş biri üstünden anlatmasını ona yakıştırmamak, Oscar’ın esiri olmasını istememek, seyircinin hakkı olsa gerek. Siyahların hepsinin hayatta kalma çabası ile açıklanan çaresizliği, evin hanımı olanın bile başka türlü bir kölelik yaşamasının karşısında, elbette kötü adamlar beyaz olsa da, Solomon’a yardımcı olan dostlarının hepsinin de iyi yürekli beyazlar olması, bir rastlantı olsaydı bile can sıkıcı olurdu. Çiftlikte çalışma ve cezalandırma sahneleriyle efendilerin acımasız vahşetini de gösterse bile, kölelerin bolca şarkı söylemesi ama hiçbirinin geçmişlerinin beyaz efendiler ya da işçiler kadar derinleşmemesi, filmin beyaz bakış açısının esiri olduğunu düşündürüyor. Sonda yazıyla geçen kölelik karşıtı harekete verdiği destek, kaçırdığı, sakladığı köleler gibi cümleleri izlemek, çok şey katabilirdi oysa.
Sanılanın aksine yaşanmış hikayelerin gerçekle bağı daha zor kurulur. Efendilerin acımasız ve zavallı yüzünü tüm çıplaklığıyla veren Açlık’ın, esarete rağmen onurunu korumanın ve direnmenin mümkün olduğunu söylemesi de yaşanmış bir hikayeye dayanıyordu nihayetinde. Solomon’un hayatından yola çıkarak köleliğin haksız ve eşitsiz bir uygulama olduğundan fazlasını söyleyemeyen 12 Yıllık Esaret de öyle. Köleliğin tarihini iyi beyazlarla kötü beyazlar çatışmasına sıkıştırmaktan kurtulamayan bir başka film olan Lincoln örneğindeki gibi, Amerikan tarihinden utanç verici bir yaprağın geçmişte kalmasını vurgulayarak aslında onu övmüş olmaya yabancı değiliz. Film tercih etmese de şu üstünde durmaya değer bir şey, köleliğin olduğu yerde özgürlük olmuyor; kölelik kaldırılmadığı sürece, özgür bir insan olarak doğmuş olmak bir güvence değil, aynı bazı siyahların, ezilenlerin arasından bazılarının kimi ayrıcalıklara sahip olmasının hep beraber kurtuluşla bir ilgisi olmaması gibi. Çünkü ne sömürü, ne ırkçılık bitmiş bir tarihe aitler. Tam da o yüzden köleliğin kötü bir şey olduğunu söylemek yetmiyor. Hele de insanın insan üzerindeki efendiliği son bulmadıkça, başka biçimler altında köleliğin aslında devam ettiği ‘’bütün kara parçalarında, Afrika dahil’’.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...