29 Kasım 2013 00:08

Olduğu kadar

Olduğu kadar

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Çağan Irmak sinemasının tamamı için söylenebilir şu, bu filmlerde eksik bir şey var, hep olur. Çok sevdiği sinema klişeleri ve abartılı naifliğin ortasında Issız Adam’la Ada’nın birbirinde ne bulup ne kaybettiğini hiçbir zaman bilemeyişimiz gibi, pek tamam olan hikayeler izlemeyiz zaten. Seyircinin yorumuna bırakılmış açık uçlardan çok, meselenin ne olduğuna dair eksikliktir bu. Onu kendisi tamamlayan seyirci için de çoğunlukla bir avantaj olur, en çok özdeşleşmeye açıktır çünkü.
Tamam mıyız? yönetmenin tamama erdirmeye en çok niyet ettiği filmi, adından anlaşılacağı üzere. Kimi filmlerinde, Ulak’ta, Prensesin Uykusu’nda masalsı bir doku olarak yer verdiği mistisizm, bu kez olan bitenin merkezinde, hayatın göbeğinde. Düşler düşte kalmıyor, gerçeğe dönüyor. Her şey, Temmuz’un gördüğü bir rüyayla başlıyor. Rüyasında bir genç adam, onu çağırıyor.
Parkta o yüzü görünce, tekerlekli sandalyedeki İhsan’la ilişki kurmanın bir yolunu bulan Temmuz için yeni bir dönem başlıyor, aynı rüyayı gördüğünü söyleyen İhsan için de. Temmuz, sevgilisinden ayrılmış, işine odaklanamayan, tuzu kuru bir ailenin mutsuz çocuğu, tutunamamış bir heykeltıraş. İhsan’la kendi dertlerini unutur gibi oluyor, işlerin yoluna girdiğini hissediyor. Kolları ve bacakları olmayan İhsan ise, hayatı boyunca eksik bir insan olarak görülmüş, annesine yük olduğunu hisseden, babası tarafından ise nefret edilen bir genç adam. Aralarındaki ilişki abi kardeş ilişkisi daha çok, ama daha film çıkmadan açtığı tartışmalarda merak uyandıran soru, aşka dair. Çünkü bu kez bir Çağan Irmak filminde eş cinsellik üstü örtülü imalardan ibaret değil.
Film, seyircisini ağlatmakla bilinen yönetmenin en az gözyaşı çağıran filmlerinden olabilir. İşin doğrusu, karakterleri, öyküyü anlamak bir yere kadar mümkün belki ama hissetmek, epey zor. Rüyalarla başlayan ve diyaloglara yayılan inanç dünyası ile, seyirciye son derece sahici gelmesi umulan Temmuz’la İhsan ilişkisi iki türlü de aksıyor. Uhrevi mesajla kurulan gerilim, silahlar külahlar, mafyatik yöntemlerle tatlıya bağlanıyor. Kahramanın gerçek hayat içinde de kurtuluşu söz konusu, ama aslında hayatında doğru dürüst bir şeyin değiştiğini görmüyoruz. Sanki ne gerçeğe yaranabiliyor, ne düşe.
Titanik’teki gibi kolları açıp “Ben dünyanın kralıyım” diye bağırmak da bu eksiği tamamlamıyor. Felaketin sınıfsal boyutunun belirgin olduğu bir öyküye gönderme yaparken bile sınıfsal olandan uzak durmak filmi klişelerden kurtarmıyor. Elindekini paylaşmaya hazır zenginler, onları yolmaya çalışan uyanık yoksulların tek istisnası gaddar babalar, ki onlar da ibret dizilerinin kötü adamlarından daha gelişkin sayılmazlar.
Tamam olmaktan en uzak olan, Temmuz’un başından beri hayatında tamam olmayanın ne olduğu, İhsan’la tanışınca neyin tamamlandığı sorusu. Babasıyla yüzleşecek ve heykeli tamamlayacak gücü İhsan’la bulduğunu düşünebilirdik, olan bitenle ne alakası olduğu işlenebilmiş olsaydı. İhsan’ın hayatına Temmuz’un kattığı sıcaklık daha açık, oysa film bunun değil, Temmuz’un dönüşümü üstüne kurulup onun rüyasıyla başladığından işin o kısmı zaten kenarda kalıyor.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...