12 Eylül 2013 16:47

'Anne ben barbar mıyım?'

'Anne ben barbar mıyım?'

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Tarih 2013’ü gösterirken Gezi direnişleri 15-16 Haziran 1970 ile kesişti. 1970 de ülkeyi sarsan büyük 15-16 Haziran Direnişi’ni de sendikal haklarını korumak isteyen işçiler başlatmıştı, gençlik hemen örgütlenip direnişe destek olmuştu. 2009/2010 yıllarında gündeme damga vuran TEKEL direnişleri oldu. Özne yine işçiler oldu. Gezi direnişleri ise gençliğin damgasını taşıyor. En son kesiştiği tarih 12 Eylül oldu. Bu gidişle daha birçok tarihle kesişecek gibi. Özellikle 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece uzun sürdü. İstanbul Kadıköy’den Hatay’a ülkenin birçok yeri (her ne kadar büyük/yandaş medya görmezden gelse de) hem 2013’ün demokrasi mücadelesini verirken hem de 12 Eylül faşizminin protestosu olarak okunabilir. Bu anlamda Gezi direnişinin kesiştiği nokta 12 Eylül 1980 faşizmi olmuştur.
Darbeli tarihle kesişen yalnızca Gezi direnişi değil, iki yılda bir gerçekleştirilen ‘İstanbul Bienali’ni de saymak gerekir. Neredeyse 12 Eylül tarihini milat alan Bienal tüm hızıyla kapılarını yerli ve yabancı konuklarına, sanatçılarına açıyor. Bu tesadüf “söz de eleştirellik” diye de okunabilir. Her yıl tema ve içeriği gündeme gönderme yapan muhalifmiş gibi bir dille ele alınan manifestoları ile tartışılan eleştirilen İKSV’nin İstanbul Bienali’nin son yıllardaki üst başlıklarına göz atmamız bile yeterli. ...”İnsan Neyle Yaşar? (B.Brecht)2009, “İsimsiz  2011” ve 2013’te “Anne Ben Barbar mıyım?” (Lale Müldür’ün kitap ismi) Önceki yıllara ilişkin bolca yazıp çizdik tekrar etmeden bu yıla gelelim. Gezi direnişlerinin  de odağına oturan “Kentsel Dönüşüm” meselesi İstanbul Bienali’nin de içeriği olarak karşımıza çıkıyor. (Daha önceleri de anayasa tartışmaları ve demokratikleşme gündemimizdeydi ve Bie-nal’in konusu “İsimsiz” başlığıyla darbeler, antidemokratik uygulamalar vb. İdi.)  İktidar onlarca yıl önce Neo-liberal politikaları gereği başlattığı “Kentsel Dönüşüm” adlı rantsal dönüşüm politikalarını deprem sonraları halkı kandırmada epey yol aldığını düşünüyorlarken sanat alanından destek olmadan tamamlanması eksik olurdu. 1 Mayıs 2013’te polis vahşetini sergileyen iktidar “30 m. Çukur var” can güvenliği için Taksim’e izin vermiyoruz diyerek ilk adımını terör yaratarak atmıştı. O çukurların üstünden atlayan gençlik ve halk el ele hâlâ süren direniş günlerini başlattı.
Sanat dünyasında sermaye/iktidar ortaklığı ile yaratılan hak arama ve mücadele kültürünü yumuşatma, nostaljileştirme girişimlerine karşılık yapılan muhalif sanat protestolarını “Vandallık” ilkellik olarak eleştiren sözde solcu, liberal sanat eleştirmenleri de ağızlarının payını aldı. 13. İstanbul Bienali ise uzun zamandır sürdürdüğü “yan etkinlikler” adıyla yaptığı Bienal’e hazırlık etkinliklerinde protestolarla karşılandı. Birden Gezi direnişleri başta kamusal alanı sorgulayarak ağırlığını koyunca İKSV’nin İstanbul Bienali de anlamını yitirdi. Neredeyse protesto edilmeye bile gerek kalmadı. Çünkü Gezi direnişlerinin kendisi bir bienal oldu. Her direnişçi bir eliyle barikat kurarken diğer eliyle sanat üretti. Hem de sanatın her alanında.  Bunun farkına varan İKSV alanını daralttı bienali üç beş mekanda görev sağmaya vardırdı. Şimdi artık “sanat borsası”nın değerli koleksiyonerleri için açılmış büyük bir sergi oldu. Yıllardır ücretli olan girişler ücretsiz, dış kamusal alanlardaki sergi hayalleri kursaklarında mekanlara hapsoldular. 14 Eylül-20 Ekim tarihleriyle sınırlandılar.
Muhalif sanatçıların protestolarına vandallık, ilkellik diyenler seslerini kestiler. Aksine ‘sınıf mücadelesi artık bitmiştir’ diyen sanatçılar bile kolları sıvayıp Gezi direnişlerinden aldıkları ilhamla sanat nesneleri üretmeye başlamışlar. Hatta Gezi direnişlerinden aldıkları ilhamı İstanbul Bienalinin salonlarına sokmuş olduklarını duydum. Gidip göreceğiz. Bu da bir başka yazı konusu olacak.
Yine bienallerin neye hizmet etikleri ve toplum mühendisliği ile devam edelim.
Son on yıldır parkların bahçelerin lalelenmesi, trafoların ev şeklinde boyanması, otoyollarda direklere asılmış çiçeklere, duvarlardan yan çıkmış gibi gözüken çiçeklere tüm İstanbullular gibi alıştırıldık. Yetmedi köprü ayakları ve çevreleri suni şekillere büründürüldü ve geçenlerde gördüm yol kenarlarındaki yeşil alanlar ışıklı fiskiyeli çevre düzenlemelerine uğratılıyor. Yani görüntü kurtarılıyor. Acaba bir toplum mühendisliği harikaları mı? diye düşünmeden edemedim. Toplumu da kendi gerçekliğinden koparıp sahte bir dünyanın ortasında yaşatmak için milyonlarca lira harcamaları boşuna olmasa gerek diye düşündüm.
Bu ülkenin nüfusunun yüzde 70’i yoksulluk sınırında yaşarken, bu zenginlik ve şaşaa gösterisinin anlamı nedir? Karnını doyuramadıklarının gözünü doyurarak kendilerini iyi hissetmelerini sağlamak. Bunun için sanatı bir reklam aracı gibi kullanarak algıda sorgulama güdülerini törpülemek ve bu uğurda canla başla çalışmak, iktidarın faaliyetlerinin yaptığı en iyi işlerdir .
Dün 12 Eylül’dü. 12 Eylül Darbesi’ni sözde yargılayanlar 3-5 generalle  yargılama yapıyorlar ve böylece darbe ile yüzleşiyorlar. Biliyoruz ki darbeler yerli ve yabancı büyük sermayenin tezgahlarıdır. Askerler onların piyonlarıdır. Bu durumu Koç Holdingin merhum kurucusu Vehbi Koç tarihe Kenan Evren’e yazdığı bir mektupla bırakmıştır. “Emrinize amadeyim” diye biten mektup bir ibret vesikası olarak  arşivlerde durmaktadır. (Meraklılar için Mustafa Sönmez’in ‘Kırk Haramiler’kitabı önerilir.) Ve 11 Eylül’de 13. İstanbul Bienali’nin basın tanıtım ve vip açılışı gerçekleştirildi. 14 Eylül’den itibaren ise kamuya açılıyor. Anne ben barbar mıyın? İsimli kentsel dönüşüm içerikli Bienal’in ana sponsoru Koç Holding, yılmadan sanata desteğiyle halka yatırım yapmaya (!) devam ediyor. İroni mi desek, rastlantı mı bilemedim. Gezi direnişinde çapulculara destek verdi diye Koç hanedanları AKP ile ters düşüyor, fabrikaları denetleniyor ve Başbakan her fırsatta fırça atıyor. Zavallı Koç hanedanlığı diye hayıflanıyoruz. Üstelik ülkenin en prestijli bienal ve sanatın birçok dalına destek veren iyi yürekli sermaye grubu diye düşünmeye başlayıp üzülüyoruz. Peki polislere ve askerlere araç gereç sağlayan savaş endüstrisinin ülkedeki en büyük fabrikalarına sahip olan kim? Koç Holding. Türkiye sınırlarını aşarak uluslararası platformda savaş endüstrisi içinde yer alan şirket kimin? Koç Holdingin. Kısaca algıda sahte gerçeklik yaratmak. Etrafı süsleyip püsleyip sanatsal alanı reklam alanına çevirmek, siyasi iktidarın hedeflerine varmasında kavgalıymış gibi poz vermek ne oluyor? Suriye ile savaş çıkarsa kim kazanacak? Hadi bu soruyu da siz cevaplayınız.
Şimdi anladınız mı kapitalist sistemde sanat nedir ve neye hizmet eder. Görüntüyü kurtar, algıda sahte bir gerçeklik kur, gerisini merak etme sen. Toplum  mühendisliği çok işe yarıyor.
Toplum olarak yaratılan bu imitasyon (sahte gerçeklik) dünyasını yırttığımız gün, bizler de kendi çapımızda hayata atılmış olacağız. Bu anlamda işimiz gerçekten zor ama imkansız değil... 10 Eylül’de İstiklal Caddesi’nde Bienal sergi mekanı olan Arter Galeri’nin duvarına yazılan bu yazının fotoğrafı ile bitireyim...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...