06 Ekim 2012 11:45

Onlar gitsin savaşa

Onlar gitsin savaşa

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Savaş, bıraksalar sabahtan akşama kadar sokağın altını üstüne getirecek çocukluğun tepesine bombaların düşmesi demek. Savaş o sokaktan elleri kınalanarak askere gönderilen gencin, bayrağa sarılı cenazesi kapıya geldiğinde, gazetelerin orta sayfasında yer alan “Üç ay sonra nişanlanacaktı” ya da “Hamile karısının gözyaşları sel olup aktı” haberiyle, arkasından bir günlük, medya usulü timsah gözyaşı dökmek demek. Savaş başka bir ülkenin işinde gücünde halkını öldürmeye heves edebilecek bir beyin yıkamasından geçtikten sonra ardından kahramanlık marşlarıyla sınır ötesine uğurlanmak demek. Ve savaş nihayetinde yıkım, kan, gözyaşı demek.
Oysa taa Körfez Savaşı’ndan bu yana, savaşın dünyanın geri kalanının, hedefine giden patriotların izlerini ekrandan izlediği postmodern bir şey olduğu söyleniyor dünya kamuoyuna. Irak işgali sırasında da CNN marifetiyle savaşa dair tanıdığımız ve bildiğimiz her acı televizyonun soğuk ekranına soğuruldu. Bir bilgisayar oyunu gibi izlendi bu işgal televizyondan. Sanki hiçbir Iraklı canını kaybetmemiş, hiçbir kadına tecavüz edilmemiş. Hiçbir çocuk yaralanmamış, hiçbir bebek öksüz kalmamış. Ne zaman ki gerçek, bilgisayar oyununa sığamaz olup hayata karıştığında çocuklarına bir şey olmayacağına ikna edilmiş ABD’li analara da, uzak diyarlara özgürlük götürdüğünü sanan oğulcuklarının tabutlarına sarılıp haykıra haykıra ağlamak düştü. Ama iş işten geçmişti işte.
Perşembe günü AKP vekilleri ile destekçisi MHP’lilerin oylarıyla sınır ötesi harekatlara onay veren nur topu gibi bir tezkere bir avazda geçiverdi Meclisten. Hükümetin kurmayları ile “iliştirilmiş” gazetecileri bu oldu bittiye şaşıran ve “Suriye’yle yapılacak bir savaş bizim savaşımız değildir” diyen halkı yatıştırmak için tezkerenin çıkmasının savaş açıldığı anlamına gelmediğini söylediler. Biz de biliyoruz tezkerenin çıkması savaş açılması anlamına gelmez. Ama bir tezkere, savaşın bir gece ansızın kapıya dayanmasını kolaylaştırır. Ve bir kez başa geldi mi, savaşın postmoderninin de moderninin de gayet ilkel bir biçimde can aldığını, ekrandan patriotların izlerini izlemekten daha fazlası olduğunu da biliyoruz. O yüzden savaş çıkmaz mavallarına herkesin karnı tok.
Akçakale’de iki kadın üç çocuğun ölümüne sebep olan Suriye kaynaklı top atışının üstüne, o gün sabaha kadar komşunun topraklarını döven Türk toplarını orantılı misilleme, angajman kuralları vs. gibi kavramlar eşliğinde savunan yetkililerin kendi kendilerini ve milleti gaza getirerek el çabukluğuyla açtığı küçük cihat kof bir haklılık gösterisine dönüştü. Oysa Akçakale olayına bir gecede gelinmedi malum olduğu üzere. El kaide ve bilumum besleme terör örgütünü Esad’ı devirebilsinler diye destekleyen, sınırda mülteci kamplarını silahlı eğitim yuvasına dönüştürmelerine izin veren, göstere göstere askeri tatbikat yapılmasına mahal veren Hükümet, Akçakale’deki ölümlerin de sorumluluğunu üzerinde hissetmeli. Çünkü sorumludur.
Savaş birden bire çıkmıyor. Zaten çoktan beri o savaşın içindeyiz. Bir gün seferberlik ilan edildiğinde savaşa en çok can atanların kadroya dahil edilmesini istemek boynumuzun borcu olsun. Atanamayan öğretmenleri, kendilerine yem atılmasını bekleyen güvercinlere benzeten, kendi çocukları onlara benzemediği için şükreden Milli Eğitim Bakanının çocukları başta olmak üzere, tezkereye “he” diyen bilumum vekillerin evlatları gitsin önce. Ardından yandaş basının kalemşorları ve oğulları. Sonra Yıldıray Oğur Kurtuluş Tayiz gibi liberal arkadaşlar mesela… Mesela cephe gerisinde konumlandırılmak üzere Aslı Aydıntaşbaş gibi merkez medya mücahideleri gitsin önce.
Söz, “Üç ay sonra evleneceklerdi…” hamasetini cümleten atarız biz arkalarından, gazetelerinin, başka anaların evlatlarına yapmış olduğu gibi… Allah göstermesin de!

* * *
Savaş, tezkere, misilleme gündemin en sıcak başlıkları. Kalem çalışacaksa bunlara çalışacak. Evet ama hayat devam ediyor nihayetinde. Bu sıralarda Yüksek Öğretim Yasa Tasarısı, hiçbir basında üzerine kalem oynatılmıyor henüz ama, akademinin gündemine Akçakale bombası gibi düşüverdi. İçinden rekabet, paydaş, kalite, performans, esneklik laflarını çıkardığınızda üç beş sayfalık bir metin kalıyor elde aslında ama epey uzun olduğu söylenebilir. Bu kelimeler o kadar çok yer tutuyor ki, metni okuyup da, tezkere çıkarken “savaş çıkmayacak ki… acıtmadı ki” diyerek insanı salak yerine koyanlara olabileceği gibi, üniversitenin artık tamamen şirketleştirileceğini anlamayanı, döverler!
Örneğin üniversitelerin yönetiminden sorumlu 11 kişilik üniversite konseyinin bileşimi sayılırken şöyle bir ifade var metinde “En yüksek vergi veren veya üniversiteye en yüksek bağışta bulunan kurumlar.” Bu artık büyük büyük tekellerin üniversite yönetiminde, oy çokluğunun sağlanmasında tesadüfe mahal bırakmayacak biçimde belirlenmiş diğer beş kişiyle birlikte söz sahibi olması demek. Üniversitede yüksek lisans, doktora filan yapmak isteyenler varsa hesabını şuna göre yapsın; bundan sonra her düzeyde akademik statü ancak sözleşmeli istihdamla olabilecek. Birkaçı hariç profesörler dahil. Yani belki doktor olmanız yılları, doçent olmanız on yılları bulabilir, profesörlüğünüzü göremeden tebdili dünya edebilirsiniz. Akademiden ekmek yemek pek o kadar kolay olamayacak zira. Başbakan’ın ağzıyla söylenirse eğer, yok öyle yirmi beş kuruşa simit; “Üniversiteler kendi kaynaklarını kendileri bulacaklar…” Nereden mi? Projelerden, öğrencinin cebinden, araştırmayı finanse eden tekellerden… Bu şu demek; Bir üniversite en iyi gelir getiren projeyi kapmak için diğerleriyle yarışacak ki verimli olabilsin, bir tekelin gözüne girmek için rekabet edecek ki finans kaynağı edinsin, en paralı, en tuzu kuru öğrenciyi alacak ki açığını kapatabilsin; artık yerse.
Akademik kadrolar da tekellerin istediği projelerde çalışmak üzere birer Ar-Ge çalışanı olarak kurgulanıyor. Toplum yararına bilim mi dediniz? Yok artık, çok fazla şey istiyorsunuz! Bu metinde toplum yararı kavramı çok sık geçiyor ama anlamı paydaşların çıkarlarının gözetilmesi anlamına geliyor; yani siyasi iktidar ve şirketlerin. Bu arada Meclis Başkanı Çiçek demiş ki “Üniversitedekiler sorunlardan kopuk. (Akademisyen) Chopin’i dinliyor ama Dede Efendi deyince onu dedesi olarak anlıyor. PKK terörü konusunda bilimsel araştırma yapılmıyor…”
Sevsinler Başkanı…
Kürt sorununun çözümü deyince terörle mücadeleyi anlayan bir partinin bir mensubunun üniversiteden beklediği de terör ile ilgili tezler olur tabii…
Tasarı yasalaşırsa kıstırdığınız akademisyene yirmi beş kuruşa simit vermezsiniz olur biter. Buyurun ondan sonra dizi dizi tezler, inci gibi araştırmalar size. Dede Efendi’den terör sorununa halimiz… desek?
Ne dersin hocam proje fonu alır mı bu araştırma?
Olur mu?

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...