18 Ağustos 2012 10:18

İyi şeyler söylemek lazım

İyi şeyler söylemek lazım

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bugün bayram...
İyi şeyler düşünmek lazım.
Onun için İzmir’de bir gencin polis tarafından öldürülmesini, Hüseyin Aygün’ün, kaçırıldıktan sonra yaptığı basın açıklamasında kullandığı sözcüklerin nasıl çekiştirilip durduğunu, bu hafta öldürülen kadınları... kaynayan kazanları yazmamak lazım!
Bu olup bitenler bayram huzurunun ortasına bıçak gibi saplanmayacaksa unutalım gitsin! Hiç olmamışlar gibi.
Öyleyse biraz gündemden değil, eskilerden bahsedelim.
19. yüzyıldan mesela. Bayram bayram geçmişe kaçalım.
Bornova Parkı’ndaki şortlu kızların rehavetle yayıldığı çay bahçesinde günlük gazeteleri kapatıp, Forster’in İngiltere’sine gitmek fena olmaz. Son kitabı Howards End’in çevirisi, sayfalarını kıpırdatacak küçücük bir esintiye muhtaç, İzmir’in sıcağında sündükçe sünüyor zaten. Sisli puslu Ada’nın kitabın sayfalardan taşmaya çalışan serinliğini salıvermek belki iyi gelecek. Forster’in alaycı ve mizahi bir dille anlattığı, Londra’da yaşayan iki kız kardeşin gaflarla, bilgiçliklerle, yanlış anlamalarla geçen sıradan hayatı aslında ne çok olağan dışılıklarla dolu. İçlerinden biri, “Tarihçilerin uydurduğu düzenli gidişattan farklı olarak gerçek hayat yanlış yollarla ve hiçbir yere götürmeyen trafik levhalarıyla dolu” diye düşünen kız kardeşlerin yaşadığı ülke, altüst etmediği tek santimetre kare toprak parçası bırakmayan sanayi devriminin, insanları kentin her köşesinde her sabah sürprizlerle uyandırdığı bir ülke. Güneş batmayan imparatorluğun sömürgeci heveslerinin sıradan hayatları silkelediği, bugün dikilen trafik lambalarının ertesi gün hükmünün kalmadığı bir yeryüzü parçası burası. Hiçbir yere götürmüyormuş gibi görünen yolların varmakta olduğu yeri görmek ise özel bir edebi başarı. Forster çağdaşı birçok yazara göre kaosun ve altüst oluşun nedeninin farkında olduğundan kitabı da sanayi devriminin hızıyla okunabiliyor. Her şeyin akışkan olduğu koşullarda, bu akışın içine atmışsanız kendinizi yazının da başka bir kaderinin olması düşünülemez.
Ya eğer akışın hızına rağmen olan bitenin size dokunmadan geçmesini istiyorsanız?
O zaman hayatın görülmeyen, bastırılmaya çalışılan hayaletleri sahnenin orasından burasından kafalarını uzatmaya çalışacaklardır. Forster ülkesinin sömürgeciliği ile yüzleşirken bir başkası için böyle bir şey yokmuş gibi olabilir...
Öyleyse Becoming Jane (Jane Olmak) filminin ilk sahnelerinde gezinelim. Jane Austen’ın hayatını anlatan filmin kimi sahnelerinde, geniş geniş yeşilliklerin ortasına kurulu aristokrat
evlerinde kısa süren yaz günlerinin tadını çıkaran kadınların konuşmaları enteresandır. Ortalıkta olmayan evin erkeklerinin bazılarının Hindistan’a gittiği söylenir. Bir başkası oradan gelmek üzeredir. 19. yüzyıldaki ulaşım koşulları göz önünde bulundurulursa Hindistan’ı kapı komşusu eyleyen İngiliz aristokrasisinin erkeklerinin oralarda ne işi var sorusunu sormak gerekir. Bu sorunun yanıtı yoktur filmde, geveze aristokrat kadınların muhabbetinden bir ipucu elde edemezsiniz. Genç kızlığın, Britanya adasının bu kısa yazları kadar gelip geçici ve uçuk neşesini yazan Austen, bir görünüp bir kaybolan erkeklerin yokluğunu anlamlandırmaz. Sadece öyledir bu adamlar; bir yok bir vardırlar...
Charlotte Bronte’nin yazdığı romanda, Jane Eyre’in mürebbiye olarak geldiği evin sahibi ile izdivacının arifesinde koca adayı soğuk ve gizemli Mr. Rochester’ın, önceki karısını o korkutucu malikanenin bir odasına kilitlemiş olduğunu okur da şaşkınlıkla öğrenir ama delirdiği için kilit altında tutulan kadının Jamaikalı olduğundan başka bir şey söylemez roman bize... Ne zamanki Jean Rhys ‘Geniş Geniş Bir Deniz’i yazıp, sömürgeci İngiliz’in Jamaika’dan gelin getirdiği bu kadının trajedisine bir başka gözle bakmaya kalkmıştır, Jane Eyre klasiğinin de cilası dökülmüştür. Rochester’in ilk karısı aslında bir kültür şokuna maruz kalmıştır. Ülkesinden uzakta, başka bir hayat yaşamaya zorlandığı bu evde ona delirmekten başka bir seçenek bırakılmamıştır neredeyse.
Edward Said ‘Emperyalizm’ adlı kitabında 19. yüzyıl edebiyatında sömürgeciliğin  edebiyata yansımalarını arar uzun uzun. Ne Austen da ne Joseph Conrad da vardır bu iz. Conrad’ın heyecanlı birer macera olarak anlattığı seferler ile Austen romanlarındaki neşeli ve mutlu sonla biten gündelik hayat, sömürgeciliğin birer hayalet gibi başını uzattığı ama asla cisimleşemediği edebiyat alanlarıdır.
Forster’in farkı o büyük dönüşümün neşesini de yıkımını da adını koyarak kaleme almış olmasındandır. Ve belki de hayata ancak 19. yüzyılın sonlarında başladığı ama yazıya ise yirminci yüzyılın ilk gün doğumunda tutulduğu içindir ondaki izanın nedeni. Öyle ya Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta öter ve bir çağ ne olduğunu en iyi o çağ kapanırken ele verir.
Ama öte yandan 19. yüzyıl düşünümsel bir çağdır. Bu çağın insanları kendi eylemleri üzerinde düşünmeyi, bir sonuç çıkarmayı ve geleceği öngörmeyi öğrenmişlerdir. Aristo’dan bu yana olguları ve nesneleri sınıflandırmayı bilen insanın bu yüzyıldaki en büyük kazanımı, gündelik hayatta hiçbir şey söylemeyen “trafik lambaları”nı bir düzene sokmayı, olguları düzenli bir tarih yürüyüşü içinde anlamlandırmayı sağlayacak ilkeyi elde etmiş olmasıdır belki de. O bakımdan Jane Eyre romanındaki kapatılmış Jamaikalı kadının, Austen romanlarında bir var bir yok maceracı erkeklerin sessizliği sorgulanmadan anlatılan yüzyıl hep eksik anlatılmış olacaktır. Yazıldıkları yüzyıla da yakışmayacaklardır.
E. M. Forster Howards End’de bir kez daha bunları düşündürtüyor okuruna.
Tam bu kitabı okurken Elvan arayıp da (Elvan Feyzioğlu) “Gazeteciler Cemiyetinin İzmir’de çıkardığı Dokuz Eylül gazetesine bir dosya hazırlıyorum. Son zamanlarda basının görmediği haberlerden aklına gelenler neler...” diye sorduğunda Roboskî Katliamı, Şehir Tiyatroları Oyuncularının Maratonu ve Antep tekstil işçilerinin direnişi diye sayarken, bir yandan da günümüzde de trafik lambalarını karıştıran, insan eylemini tarihin yapıcı gücü olmaktan çıkarmaya çalışan bir medya zihniyetinin 19. yüzyıl edebi zihniyetiyle çok şey paylaştığını düşündüm doğal olarak.
Forster’in kitabındaki serinliğe rağmen gündelik hayat hiç o kadar serin değil, hiçbir şey söylemeyen trafik lambaları da en az geçmişteki kadar çok ve her yerde.
Bayram bayram iyi şeyler söylemek lazımdı ama hayat böyle bir şey işte...
Her şeye rağmen iyi bayramlar...

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa