Ölümünden sonra keşfedilen yazar Stieg Larsson, son yılların en çok okunan yazarlarından biri olduğunu kendi göremedi. Kitaplarını okuyan ve onlardan uyarlanan filmleri izleyenler onun mücadeleci bir gazeteci ve politik mesajlar vermeyi dert edinen bir yazar olduğunu ne kadar görüyor, bugünün meselesi o.
Romanlarının ilkini, David Fincher gibi Yedi ile, Dövüş Kulübü ile, Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi ile tanınan özgün bir yönetmen de olsa, bir Amerikalı yönetmen Hollywood prodüksiyonu olarak yapınca, kuşkuya düşmek yine de hakkımız. Çünkü daha başından, İsveçli yazarın kitabı, İngilizce’ye çevrilirken adı “Kadınlardan Nefret Eden Adamlar”dan, “Ejderha Dövmeli Kız”a dönüşüvermişti. Dünyaya da, bize de o isimle yayıldı. Dolayısıyla, kadına karşı şiddet ve kadının yaşadığı toplumsal baskıya yönelik bir öykü, yarı erotik bir kahramanın macerasına dönüşerek pazarlanabilmişti. Yazar ise, mirasını Komünist İşçiler Derneği’ne bırakmak istemiş ama yasal olarak bu mümkün olmayınca, el yazmaları basıldıktan sonra tahmin edemeyeceği kadar yüklü hale gelen mirası ailesine kalmış biri. Bütün pazarlama stratejisi adamın hayatı boyunca karşısında mücadele ettiği ne varsa onu içeriyor ama neyse ki kitabı, kendini savunacak kadar güçlü.
Filmin kitabı büyük ölçüde takip eden konusu, bir patron tarafından oyuna getirilen namuslu bir gazeteci ile, sosyal sorunları olan ufak tefek bir genç kadın araştırmacının yollarının kesişmesi üstüne. Gazetecinin zor gününde ona eski bir cinayeti araştırma işini teklif eden yaşlı bir zengin adam, onu İsveç’in kuzeyinde bir kasabaya yarı inzivada çalışmaya çağırıyor. Lisbeth’in de yardımıyla kadınlardan nefret eden adamların, dinci tutuculuğun, Nazi bağlantılarının, ırkçılığın ve hiçbiri temiz adamlar olmayan patronların ipliği adım adım pazara çıkıyor.
Her uyarlama gibi David Fincher’ın filminden de kitabın ruhunu bire bir yansıtmasını beklemek haksızlık olur elbet. Karanlık bir atmosferi olan, polisiye tarafı kuvvetli bir film son Ejderha Dövmeli Kız. Romanın daha çok bir patron eleştirisi, bütün şirketlerin ve patronların dolandırıcı olduğu yargısını merkeze alan bir meselesi var. İsveç’te kadına yönelik baskı ve şiddet ise, kişisel, özel, bir gruba özgü falan değil toplumsal bir mesele olarak vurguyla işleniyor. Bundan yapılan ilk İsveç uyarlaması, biraz düz ve ruhsuz bir polisiye dizi gibiydi. İsveç’in Nazi geçmişine ilişkin vurgu daha belirgindi.
Fincher’ın filminin farklarından biri, kitabın cüretkarlığını koruması. Mikael’in evli bir kadınla ilişkisi olsun, Lisbeth’in özgürlüğüne düşkünlüğü olsun, tecavüz ve intikam sahneleri olsun, önceki filmde ya yer almayan ya da utangaçça olan kısımlar Ejderha Dövmeli Kız’da rahatça yer bulmuş. Karanlık havası da, bir miktar yönetmenin eski polisiyelerinden Zodyak’ı ve Yedi’yi andırıyor, zaten Fincher karanlık polisiye atmosferleri konusunda büyük bir usta olduğunu çoktan kanıtlamıştı. Yedi’nin sürekli yağmurlar yağan bir kentteki din soslu cinayetler serisinin peşindeki dedektiflerinin yerini, karlar altındaki kasaba ve Stockholm alıyor.
Uzun ve çok ayrıntılı bir filme göre, tıkır tıkır işleyen bir yapısı var ama elbette takibi seyirciyi yine de oldukça zorlayabilir.
Lisbeth’in bir karizması olduğu muhakkak ama daha az kadınsı bir roman kahramanından neredeyse bir arzu nesnesine dönüşümünü Fincher’ın elinde tamamlamış olması, övünülecek bir şey değil. Hele de, özgün haliyle, bir kadın meselesini anlatmayı dert edinen bir yapıttan buralara gelmek can sıkıcı.
Güçlü, bağımsız bir kadın kahramanla, intikamını almış, kötüleri de cezalandırmış olunca yine de tatmin olabilirdik, ama giderek arabeskleşen sonları Lisbeth’e de yazık etmiş sanki.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et