17 Şubat 2011 03:01

‘Besleme’ meselesi

‘Besleme’ meselesi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Kirvem,
Senin de bildiğin gibi; bir zamanlar, yani ellili yılların başlarında milletçe “Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır!” sloganıyla yatıp, bununla uyandık.
Sonra?..
Sonra dosta düşmana karşı fazla ayıp olmasın, el alem bizleri fazlasıyla “aç gözlü” veya “toprak delisi” sanmasın diye bir adım gerileyerek bu kez de meydanlarda gırtlaklarımızı paralayıp var gücümüzle haykırdık:
“Ya taksim ya ölüm!”
Önceleri hançer misali sivri ucuyla bir bakıma sanki Anadolu Yarımadasını, İskenderun sahillerini gösterip dolayısıyla buralara ait olduğunu haykıran “burnunuzun dibindeki” bu yeşil adanın tümünü, hani nasıl derler yağma Hasan’ın böreği gibi anında kapıp topraklarımıza katmayı düşlerken, daha sonraları bunun o kadar da kolayca yenir yutulur bir “lokma” olmadığını az-çok çakozlayınca, ister istemez ufak bir tornistanla hiç olmazsa yarısına “fit” olup, böylece sanki kocaman bir kaşar peyniri tekerini keskin bir döner bıçağıyla tam ortasından bölercesine, bir tarafını ezeli ve de ebedi düşmanımız Yunanlılara ayırıp, geri kalanını da Misakımilli sınırlarına katmak isterken, aslında bu konuda hayli “bonkör”, lüzumundan fazla “cömert” davrandığımızı, çünkü o yıllarda nüfusu neredeyse beşte birimiz kadar olan Rum’ların ümüğünü sıkarak onlara adanın yarısını değil, tam aksine “zırnık” dahi koklatmayabilirdik ama, yiğitlik bizde kalsın babında bunu yapmadık, yapamadık, zira tüm dünyaya peşinen “deklare” ettiğimiz için elimizi kolumuzu bağlayan “Yurtta Sulh Cihanda Sulh!” felsefemiz bunu engelliyordu...
Nitekim bir taraftan “Yurtta Barış Dünyada Barış” hükmünce dünya efkarına seslenirken, beri yandan Kıbrıs konusunda “taksim”in dışında asla ve asla daha fazla bir “taviz” vermeyeceğimizi, veremeyeceğimizi, bunu da tek tük “dost”larımızın” yanı sıra, keza bilumum “düşman”larımıza bir anlamda kanıtlamak için, bir gecede özellikle İstanbul’un altını üstüne getirip, böylece öz be öz “vatandaş”larımız olan Rumların, Ermenilerin, Musevilerin, kısacası “azınlık”ların evlerini, dükkanlarını kırıp döküp yağmalayıp, Kıbrıs’a olan sevgimizi el aleme alnımızın akıyla elhamdülillah ispatladık!
Tarihe 6-7 Eylül 1955 Olayları diye not düşülen, yani 1980’de Milli Güvenlik Sekreterliği görevini de üstlenen Orgeneral Sabri Yirmibeşoğu’nun “6-7 Eylül bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi, amacına da ulaştı” diyerek gururla özetlediği, ancak aslında tipik bir “vandalizm”i sergileyen, İstanbul’u utanca boyayan bu iki günün bilançosu sadece resmi kayıtlara göre ne miydi?
“3 ölü, 30 yaralı, 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 1 fabrika, 3 bin 584’ü Rumlara ait olmak üzere, 5 bin 538 ev ve dükkan...”
Daha sonra?..
Daha sonra 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi nedeniyle “üvey evlat” muamelesine tabi tutulan “azınlık”ların o yıllarda başına gelenler sanki yetmezmiş gibi, ardı sıra patlak veren bu “çağ dışı” yaklaşım sonucunda “gari bu diyarlarda yaşamak bizlere haram!” düşüncesine ister istemez düçar olan azınlıklar, en kısa zamanda başka ülkelere göç etmenin yollarını arayıp, becerebildikleri ölçüde bavullarını hazırladılar...
Peki daha daha sonra?..
Sonra giderek “yılan hikayesi”ne dönüşen Kıbrıs meselesini hesapça kökünden halletmek için 1974’te Kıbrıs’a yapılan “Barış Harekatı”yla “soydaş”larımızın yaşamının “garanti” altına alınmasının ardından, her gün Karaköy, Kadıköy, Eminönü iskeleleri arasında mekik dokuyan vapurlara, bu harekat esnasında “şehit”olanlardan kimilerinin isimlerini verip onların anılarını yaşatırken, beri yandan uluslararası camiada sadece bizim tanıdığımız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, namı diğeriyle “yavru vatan”da yaşayan soydaşlarımızın daha müreffeh yaşamaları için “anavatan”dan gönderilen papeller sayesinde semirip “beslenme”lerini temin ederken, nereden nereye nasıl bir tufaya geldiğimizi, bu “kardeş”lerimizin Başbakanımıza hani ayıptır söylemesi ellerindeki pankartlarla açıktan açığa hem de zerre kadar utanmadan “has...tir!”çekip, veya “Ankara ne paranı, ne paketini, ne de memurunu istiyoruz!” diyerek yol göstermelerini bu ülkenin bir “vatandaş”ı olarak ben özüm kendi payıma asla içime sindiremediğim gibi, keza andavallı aklımca bu işe gerçekten de şaştım kaldım zo!...
Hatta Başbakanımızın maruz kaldığı bu “edepsiz”ce, “hayasız”ca, söylemler karşısında hani neredeyse kör şeytana uyup, sonra da elime onlarınkinden çok daha kocaman bir pankart alıp, bir zamanlar “Ya taksim ya ölüm!” diyerek, altını üstüne getirdiğimiz Pera’da, Beyoğlu’nda, bu kez “Beslemeler dışarı!!!”,  “Bizleri sırtımızdan bıçaklayan ‘nankör’ler, ananızı da alıp defolup gidin!..” Diyerek avazım çıktığı kadar bağırırsam, acaba durduk yere trafiği engelledim, kamu düzenini bozdum diye polis “abi”lerim tarafından coplanıp,  tekme tokat eşliğinde tartaklanıp, dahası da “Bu ülkede bu işler, bu tür ‘hassasiyet’ler ne zamandan beri sana, senin gibi ‘kefere’lere kaldı be hey dıngıl, be hey Allah’ın otuz altıncı şeddeli eşeği!” diye acaba horlanır mıyım endişesiyle, son anda  bu sevdadan vazgeçtim Kirvem!..

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...