16 Kasım 2014 03:29

Savaş, yoksulluk ve çocuklar...

Acıyı tarif etmek hep zor gelmiştir bana. Ama gördüklerimiz, belleğimize yerleşenler, tarifi kolaylaştırıyor. Savaşlar yıkımdır elbette. En fazla kimi yakar, mağdur edip çaresizleştirir derseniz bu kuşkusuz çocuklar ve kadınlardır derim hiç düşünmeden.

Paylaş

Gürbüz ŞAHİN

Evin önünde iki kişi, ayakta kurumuş ağaç gibi duruyorlar. Yüzleri is karası… Yüzlerinde geçmişin bütün izleri... Bakışları, son sahibi öldükten sonra terkedilmiş ev misali, yıkık...
Ne Amik Ovası’nın sabrı zorlayan sıcağı ne de yoksulluğun tescili karasineklerin tacizi, bakışlardaki ifadeyi değiştirmiyor. Öylesine duruyorlar işte. Herhangi bir eşya gibi… Yüz yıldır oradalar sanki… Yaklaştıkça daha belirginleşiyor yüzler, gözlerdeki ifadeler. Ayaktakilerin arkasında yan yana tren katarı gibi dizilmiş dükkânlar. Dükkân dediğime bakmayın şimdilerde mesken olmuş mültecilere. Araçtan inip varıyoruz bir kadın bir de adamın yanına. Boynumda asılı duran fotoğraf makinesini gören adam kaygılanıyor. Yüzünde bir endişe. Birden etrafımızı çocuk sesleri sarıyor. İnsanın içini rahatlatıyor olumsuz ne varsa dağıtıyor. Adamın kaygısı şimdi daha da anlam kazanıyor. İnsan kaygılanmaz mı hiç kaygılanır tabi. Hele de söz konusu olan çocuklarsa. Arapça konuşunca yanımdaki kadın ve adam rahatlıyor. Fotoğraflamaya başlıyoruz çocukları. Etrafımız çocuk kaynıyor. Dükkândan bozma evlerde kadınlar ve birkaç genç dışındakiler çocuk. Her yer çocuğa kesmiş sanki. Memeye durandan bisiklete binene kadar her yaştan çocuk var. Yüzleri farklı olsa da bakışları aynı. Açlık, korku bir de kör olası yoksullukta ortaklık kurmuş çocukların bakışları. İzin isteyip evlere giriyoruz. Ev demeye de dilim varmıyor ama bu insanlar için gelecek düşleri kurdukları bir yuva olmuş Reyhanlı’nın ambarları. Kapısı çuldan tabanı siyah çimentodan, tek göz uzun bir oda. Perde açılıyor sefalet tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Ölüm gerçek, zulüm gerçek, savaş gerçek, gurbet gerçek... Gerçek, son yıllarda daha da acı veriyor insana.  Kırık dökük eşyalar, yırtık elbiseler, kir rengini almış yer yer yırtılmış kilimler. Odanın en sonunda karşılıklı olarak duran, üzeri açık, kapısı bezden bir tuvalet bir de banyo. Ne acayip şey şu yoksulluk. Baştan aşağı çoraklık, tepeden tırnağa çaresizlik. Evi gezerken gördüklerimiz utandırıyor beni. İnsan başkasının yoksulluğundan utanır mı? Utanır utanır. Fukaralıkla çaresizlik kardeş birbirine. Fukaralık kol gezdi mi bedende nefes bile alamaz olur insan. Evin kadını anlatıyor gözleri dolarak: ‘Ya Ğay Uleydek mırdan’ (Ey kardeş, çocuklar hasta). Ne kadar zor koşullarda yaşamaya çalıştıklarını söylerken isyan ediyor. Evin iki genci ne iş bulsalar yapıyorlar. Gâh ırgat oluyorlar yazıda yabanda, gah amele oluyorlar inşaatta. Her şey pahalı diyor kadın. Ve ekliyor, etin tadını unuttuklarını. Bu fukaralık günlerinde en çok ekmek olmuş sofralarının misafiri. Kadının pahalılığa dair anlatacakları tam bitmiş dediğim anda gözleri öfkeden büyüyor. Ev olarak kullandıkları dükkânın 350 liralık kirasından bahsediyor. Ellerinde avuçlarında ne varsa kiraya verdiklerini söylüyor. İçerinin havası sıcak, bunaltıcı… Dışarı atıyorum kendimi. Kaçışım sıcaktan mı tüm çıplaklığıyla karşımda duran gerçekten mi?
Acıyı tarif etmek hep zor gelmiştir bana. Ama gördüklerimiz, belleğimize yerleşenler, tarifi kolaylaştırıyor. Savaşlar yıkımdır elbette. Herkes etkilenir bu zalimlikten etkilenmesine de. En fazla kimi yakar, mağdur edip çaresizleştirir derseniz bu kuşkusuz çocuklar ve kadınlardır derim hiç düşünmeden. Reyhanlı’nın mültecilerini gezerken birçok şey duydum hemde de gördüm içimi kanatan. Herkesin bir hikâyesi var bu dünyada. Bir adam gördüm çaresizliğin ve utancın ağına düşmüş kıvrım kıvrım kıvranan. Yedi çocuk sahibi. Nasıl geçiniyorsunuz dedim de demez olaydım. Boynunu büküp anlatmaya başladı toprağa bakarak, ‘On üçünde kızım. Daha küçük bir çocuk’. Lafı boğazına düğümleniyor ve ağlıyor. “Arabalarla alıyorlar evden. Döndüğünde ruhsuz bir beden bırakıyorlar eve. Ne ben bakabiliyorum ona ne de o bakabiliyor bana”. Ağlamak rahatlatır mı insanı. İçinde durmadan kanayan bir yara varken ne kadar zor. Ne utanç verici. Baba biliyor mu bilmiyorum. Bu yara bu adamı fazla yaşatmaz.
Cilvegözü yolu üzerinde ilerliyoruz. Yolun kenarında tek bir çadır. Çadırın önündeki bisikletin üzerinde iki çocuk… Kız çocuğu 7–8 yaşlarında oğlan ya 13 ya da 14.
Durup konuşuyoruz. Türkçe öğrenivermişler çabucak. Yolun kenarına kondurulmuş çadırda kalıyorlarmış. Beş kardeş bir ana. Ya babanız diyorum. Oğlan, ‘İki yıldır haber yok’ diyor başı omzuna düşerken. Sonu iyi biten filmleri özlüyor insan. Kaldık onca insan; kanın, ölümün, utancın, çaresizliğin içinde ayrılırken sınırın kıyısındaki bu ilçeden ve bu ilçenin mültecilerinden. Anaların ağıdı ve çocukların umudu savaşsız, sömürüsüz bir dünya özlemimizi depreştiriyor.

ÖNCEKİ HABER

İhanetin fotoğrafı

SONRAKİ HABER

Sabah yaklaştıkça, ‘Gece’ kararır…

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...