27 Ekim 2014 05:33

Türkiye kara bir faşizme doğru koşuyor

Hukuku ayaklar altına alan siyasal iktidarın ne yaparsa yapsın yargılanmaktan kurtulamayacağını belirten Mehmet Altan, “Türkiye, gayri meşru bir zeminde kara bir faşizme doğru dörtnala koşuyor. Mevcut siyasal iktidar, 25 Aralık itibariyle gayri meşru bir konuma düştü. Çünkü bir darbe yaptı” diyor.

Paylaş

Serpil İLGÜN

İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi, iktisat profesörü Mehmet Altan’la geçtiğimiz yıl Roboski’yi konuşmak üzere bir araya geldiğimiz günün sabahı, Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu olarak adlandırılan 17 Aralık skandalına uyanmış, dolayısıyla söyleşimizin önemli bir bölümünü operasyonla ilgili değerlendirmeler kaplamıştı. Soruşturmayı yürüten Savcı Ekrem Aydıner, geçtiğimiz hafta, aralarında eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan ve Rıza Sarraf’ın da bulunduğu 53 kişi hakkında, “delillerin usulsüz toplandığı, herhangi bir örgüte rastlanmadığı ve suç unsurunun oluşmadığı” gerekçeleriyle takipsizlik kararı verdi. Biz de Mehmet Altan’ın kapısını yine çaldık ve “Bu nasıl oldu?” diye sorduk. Hukuku ayaklar altına alan siyasal iktidarın ne yaparsa yapsın yargılanmaktan kurtulamayacağını belirten Altan, “Türkiye, gayri meşru bir zeminde kara bir faşizme doğru dörtnala koşuyor. Mevcut siyasal iktidar, 25 Aralık itibariyle gayri meşru bir konuma düştü. Çünkü bir darbe yaptı” diyor. 

Takipsizlik kararını nasıl yorumladığınızla başlayalım. Onca bilgi, belge, ses kayıtları varken, nasıl oluyor da takipsizlik kararı verilebiliyor?
Türkiye hiçbir zaman hukuk devleti olmadı. 25 Aralık 2013 itibariyle Türkiye, hukuk devletini minimumda bile içermeyen, siyasal iktidarın devlete ve yargıya darbe yaptığı, mahkeme kararının uygulanmasını polisin zorbalıkla engellediği bir yeni süreçtir. Bu süreci, “nasıl oluyor” diye analiz etmekten önce, Türkiye’de bir siyasal iktidarın 25 Aralık’tan itibaren topluma ve devlete karşı, yargıyı ortadan kaldırmaya yönelik bir darbe yaptığı şeklinde okumak lazım. Türkiye, gayri meşru bir zeminde kara bir faşizme doğru dörtnala koşuyor. Onun için olup biteni meşru, demokratik, hukukun her şeye rağmen kör topal işlediği bir devletteymiş gibi değerlendirmek çok eksik olur. Mevcut siyasal iktidar, 25 Aralık itibariyle gayri meşru bir konuma düştü. Çünkü bir darbe yaptı.

Açar mısınız, nasıl bir darbe bu?
Darbe nedir? Mesela hükümete bağlı asker, mevcut hukuksal sistemin dışına çıktığı vakit darbe sayılıyor. Çünkü bağlı olduğu anayasal sistemi askıya alıyor. Mevcut siyasal iktidar da, 25 Aralık günü mahkeme kararını uygulamaması için, anayasaya ve yasalara bağlı olması gereken silahlı bir gücü, polisi kullandı. Ondan sonra çıkardığı tüm yasalar da -bir kısmı Anayasa Mahkemesi’nden döndü- hiçbir hukuk meşruiyeti, hukuk bilinci, demokratik bir şuur taşımıyor. Yolsuzluk ve rüşvetle ilgili çok ciddi kanıtları ortadan kaldırmak, hiçbir mahkeme aşamasına götürmemek ve bu suçu ortaya çıkarıp sorgulayan bütün devlet birimlerini cezalandırmak gibi bir çılgınlığın aşama aşama bölümlerini görüyoruz.

Siyasal iktidarsa tam tersine, 17 Aralık’ın hükümete karşı bir darbe olduğunu, hatta dönemin Başbakanı Erdoğan bizzat kendisinin hedeflendiğini söylüyor?
Kendisine darbe yapıldığı iddiası siyasal bir sis bombasıydı. Buna ait hiçbir kanıt ortaya çıkaramadı. Ama kendisiyle ilgili ayakkabı kutuları, şunlar bunlar çok ortadaydı. Hatta 17-25 Aralık’tan önce MİT raporu vardı yolsuzluklarla ilgili. Yani o tamamen “inanan bana inansın” üstünden hareket eden, yolsuzluk ve rüşvet suçu işlerken yakalanmış bir siyasal iktidarın hezeyanıydı. Bunun siyaseten, bu sis bombalarıyla, yalanlarla yürüyemeyeceğini bildiği için de zorbalığa başvurdu.

“İnanan bana inansın üstünden hareket edildi” dediniz. 17 Aralık’ın üzerinden iki seçim geçti ve netice itibariyle AKP/Erdoğan iktidarda kalmaya devam etti. Bundan, kendisine oy verenleri yolsuzluk ve rüşvet olmadığına inandırmayı başardığını mı çıkarmalıyız?
Hayır. “İnanan bana inansın” siyaseten yapılacak bir analiz. Ona Türkiye’nin yüzde yüzü inansa, yolsuzluk ve rüşveti yargılayacak olan mahkemedir. Seçmenin davranış biçimini, Müslümanlık, ahlak yahut demokrasi anlayışını ayrı bir bağlamda değerlendirmek lazım. Bir adam cinayet işlerse bu sandıkta aklanmaz; hırsızlık yaparsa sandıkta aklanmaz. Bu, siyasal iktidarın kurtulamayacağı, muhakkak yargılanacağı bir durumun, devleti elinde bulundurmasının avantajı ve taraftarına söylediği yalan dolanla bunun üstesinden geleceğini sanması gibi bir gafletin uygulama biçimi. Çünkü meselenin gideceği yer mahkeme. Tersten de sorabiliriz; Madem darbeydi, dört bakan niye gitti? O MİT raporu nedir? Bu kadar emindin niye gidip mahkemede kendini aklamadın? Bu kadar emindin, niye bu kadar HSYK ile uğraşıyorsun? Bu kadar emindin neden AB standartlarında çıkarılmış adli kolluk yönetmeliğini anında ihlal ettin? Bu yalanların sonu yok.

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun yargı ayağına paralel olarak bir de Meclis Soruşturma Komisyonu var? Takipsizlik kararı, komisyona nasıl bir etki yapar?
Bakın, AK Parti iktidarı mahkemelerden fellik fellik kaçıyor, yargılanmaktan ödü patlıyor. Çünkü asgari bir mahkemede bile yargılanacağı vakit, mahkûm olacak. O tapeleri hepimiz dinledik. Yönetenlerin esas yüzünü, cibiliyetini görüyorsun. Bunun ağır cezasını bildikleri için kaçıyorlar. Ama nereye kadar?

Yolsuzluk ve rüşvetle suçlananlar hakkında takipsizlik kararı verilirken, Cumhuriyet Gazetesi çizeri Musa Kart’a 17 Aralık soruşturmasına ilişkin çizdiği karikatür nedeniyle 9 yıl 10 ay hapsi istendi. Şaka gibi ama değil! Ne dersiniz?
Evet. Biz bunun aynısını önceki genelkurmay başkanlarından bir tanesinin şahsında yaşadık. Şemdinli’de Umut Kitapevini JİTEM bombaladı. Bunlar oradaki halk tarafından suçüstü yakalandı. Ama genelkurmay ve o dönemdeki başkanı bize bunu unutturmaya, halkın gözü önündeki bir bombalama ve cinayeti, aynı bu para kasaları, ayakkabı kutularında olduğu gibi gözümüzün önündeki bir şeyi “siz öyle bir şey görmediniz” noktasına getirmeyi çabaladılar. Aynı şeyi bu siyasal iktidar, tapeleri, ödü patlamış bir adamın fısır fısır “paraları sıfırlayın” deyişini, bütün belgeleri, Sayıştay raporlarını, MİT raporlarını, yine 17-25 Aralık’la ilgili maliye müfettişlerinin raporlarını, bütün bunları zorla, biz temiziz, hiç öyle bir şey olmadı, o bir hayaldi noktasına getirmek istiyorlar. Ama bu mümkün değil. Görüntüde de olsa bir Türkiye Cumhuriyeti devleti var ise bunların hepsi yargılanacak.

17 Aralık takipsizlik kararından birkaç gün sonra 10 işçinin iş cinayetine kurban gittiği Torunlar İnşaat sahipleri için de takipsizlik kararı verildi. Arka arkaya gelen bu kararlar, görüntü de bile olsa sorumluların yargılanamayacaklarına dair kanaati güçlendirmiyor mu?
Bunlar çok haklı sorular ama olup bitene, “ne oluyor” diye büyük bir şaşkınlıkla izlememek için, 25 Aralık’tan sonra yaşananları gayri meşru bir rejimin zihniyetinin ve çılgınlığının aşamaları diye bakmak gerekir.

MEDYA, DALKAVUK BİR PROPAGANDA MAKİNESİNE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Takipsizlik kararı bir infialle karşılanmadı. Sizce bunun nedeni nedir?
İnfialle karşılanmadı mı bilmiyorum. Çünkü bir taraftan da çok öfkeli insanlar. Kararın infialle karşılanıp karşılanmadığını anlamak için gerçek bir demokrasi olması lazım. Gezi’de öldürülen çocukların katillerinin bulunmaması,  iş kazalarındaki cinayetlerin üzerine sünger çekilmesi, yolsuzlukların, hırsızlıkların yokmuş gibi yapılmasının yanında, dikkatini çekerim ülkede yeniden faili meçhuller başladı. Bunlar olacak şeyler değil. Bunu sorarken, Uludere’yi hatırlamamız lazım. 34 insan öldürüleli kaç gün oldu, failleri ortada yok.

Bugün (23 Ekim Perşembe) itibariyle Roboski’de 1030. gün…
1030 gün ve hala fail yok. Yani gerçekten bu infial dediğin şeyin, demokratik bir reaksiyonun, demokratik bir hesap sormanın olabilmesi için ülke insanlarının bir yerlere sığınması lazım. İşte muhalefetin rolü burada başlıyor. Yani, “ben demokratik hakkımı kullanarak bunları protesto ediyorum” diyen bir adamın başına hiçbir şeyin gelmeyeceğini bilmesi lazım. Gelmesi halinde de ona sahip çıkacak bir muhalefetin olduğunu hissettirmeniz lazım. Demokratik bir ortam yok. Yazılamıyor, çizilemiyor. Öte yandan, bütün bunlar bu kadar normal karşılandıysa, Cumhurbaşkanlığı Basketbol Kupası’nda salona gidemedi Cumhurbaşkanı. Üstelik AKP’liler bütün biletleri aldılar ve AKP gençliğine verdiler. Büyük bir öfke de birikiyor. Bunlar bu kadar sessiz geçiştirilmiş olsaydı, siyasal iktidar ödü patlamış bir biçimde kara bir faşizmin yasalarını ve çırpınışlarını ardı ardına hayata geçirmeye uğraşmazdı.

Toplumsal muhalefetin güçlenmesi için 17-25 Aralık önemli fırsatlardan biriydi, ama bu çok yaratılamadı. Sizce neden yaratılamadı?
Çünkü olup biteni yansıtmamak üzerine tezgâhlanmış bir medya düzeni var. Zaten faşizmin kuruluşunun başlangıcı, medya düzeninin iğrenç, yeteneksiz ve yetersiz dalkavuk bir propaganda makinesine dönüştürülmeye çalıştırılması.


KIŞLAYI GÖRDÜK, ŞİMDİ SİYASAL İSLAM’I GÖRÜYORUZ

17-25 Aralık, Müslümanlık, dinin siyaset aracı haline getirilmesi gibi sorgulamaları /tartışmaları arttırdı. Tüm bunlar toplumsal kutuplaşmayı derinleştirdi mi sizce?
Şöyle söyleyeyim; siyasal İslam’ın bir rezillik olduğu anlaşıldı. Benim tanıdığım Müslüman dostlarım, bunun Müslümanlık olmadığını, Müslümanlık adı altında bir rezalet olduğunu söylüyor. Siyasal iktidarın Müslümanlık görüntüsü ardına sakladıkları, o cenahın kendi içinde ağır bir biçimde tartışılıyor. Soma’nın da hesabı sorulmadı mesela. Bu kadar vicdansızlık, bu kadar ahlaksızlığı görmezden gelmenin herhalde inançla, dinle, ahlakla ifadesi yok. Bunları Müslümanlık olarak ifade etmek isteyenleri, gerçek Müslümanlar yargılıyor. Tabii gerçek ahlak sahipleri de yargılıyor.

Bu, cami-kışla kavgasının, cami üstünden siyaset yapma bölümünün şu veya bu şekilde kapandığı bir dönem aynı zamanda. Bundan sonra kimse kolay kolay “siyasal İslamcıyım” diye oy toplayamaz. Din sömürerek siyaset yapmaya kalkmaz.

Ama bir yandan da bunun alıcısı var gibi görünüyor. Yanılıyor muyuz?
Baskının önemli bir rolü var. Bu sürecin olumlu oyuncularından biri ekonomik gidişattı. Şimdi orada da eski performans yok. Soma usulü büyüme modelinin sonuna geldik. Soma’da üretim artıyor, maliyet düşüyor görüntüsü vardı ama aşağıda 301 ceset var. Yani bu süreçten de geçmek lazımdı. Kışlayı gördük, şimdi siyasal İslam’ı görüyoruz. Demokratik bir yarış yok. Hukuk darbesi yapmışsın, medyayı Alo Fatihlerle medya olmaktan çıkartmışsın. Her muhalif gazeteye maliyeyi gönderiyorsun. Kendisini eleştirmek isteyen herkesi yok etmek isteyen bir siyasal iktidarın meşruiyetini tartışmak lazım. Bu noktanın altının sürekli çizilmesi lazım. Yani Türkiye bir rezillik içinde. Olması gereken konuşulmuyor, o da bir algı operasyonu.


'YENİ TÜRKİYE', YOLSUZLUĞUN ÜSTÜNÜ ÖRTMEK İSTEYENLERİN UYDURMASI

Takipsizlik kararını ‘Yeni Türkiye-Eski Türkiye’ argümanı üzerinden nasıl değerlendirirsiniz?

Yeni Türkiye, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet olaylarının üstünü örtmek isteyen yandaşların, dalkavukların uydurmasıdır. MGK, YÖK, 12 Eylül askeri darbesinin hukuk düzeni aynı kaldığı vakit, burada yenilik, hırsızlık yolsuzluğa, cinayetlere, karanlıklara bulaşanların bu kez askeri kanat himayesinde ya da o cenahtan olmayıp, siyasal İslam üstünden faaliyet gösterenler olmasıdır. Yenilik, faillerin kimliğindeki farklılıktır. Ama cinayet hep aynıdır.

Takipsizlik kararı, “Cemaat, AKP ile girdiği savaşı kaybetti” diye de yorumlandı? Katılır mısınız?
Cemaat meselesini hukukun yerine koyarak tartışmak, yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvetin üstünü kapatmaya yarar. Eğer cemaat hukuksal suç işliyorsa, siyasal iktidar bunların belgelerini bulsun mahkemeye götürsün. Bu, kendisine ait hırsızlık ve rüşvet iddialarının mahkeme dışında üstünü kapatmaya vesile olamaz.


SOSYOLOJİ DEĞİŞİYOR, BUNA YANIT VERMELİSİNİZ

“Ekonomideki tökezlemeyi, enflasyonun artmasını, piyasaların durmasını, büyümenin gerilemesini, inşaat sektörünün ‘balonlaşma’ işaretleri vermesini medyayı susturarak ve algı yönetimleriyle oynayarak saklamaya uğraşıyorlar. Bu üç alanda AKP’nin maskesini düşürmek, bu üç alanda da AKP’den daha ilerde bir pozisyon almakla mümkün” diyorsunuz. Nasıl olacak bu?
Hayat bunu çözecek. Benim derdim bunun büyük bir fatura ödemeden, kırılıp dökülmeden, yani bu gayri meşru zeminin her türlü canavarlığa açık, kışkırtıcı zehrini toplum olarak içmeden, bunun daha az bir maliyetle üstesinden gelebilir miyiz arantısı. Yani buna çare önerecek siyasi bir odak olsa, bunun maliyeti büyümeden bu süreci kapatmamıza yardımcı olur. Eğer bu süreç, bunu akılcı bir yöntemle çözebilecek bir olanak ve odak yaratmazsa, bu yine çözülür ama büyük bir felaketle çözme ihtimalini daha ön planda tutarak çözüm sürecinde yol alır.

Bu noktada “CHP radikal bir hamle yaparak ‘oynak merkez’ teorisine sahip çıkarak, halkın en büyük çoğunluğunu kapsayacak bir noktaya gelebilir mi?” diye soruyorsunuz. CHP’de bu yönde işaretler görüyor musunuz diye soracağım ama önce ‘oynak merkez’i açar mısınız?
Türkiye sosyolojik değişimlerden geçiyor. Sosyolojik değişimi okuduğun vakit, o değişime uygun bir esneklikle siyaseti tazeleyip, yenileyip devam ediyorsun. Oynak merkezi, o toplumun en büyük kesiminin temsilcisi olabilecek bir sosyolojik okumayı pusula yaparak siyaset belirleme olarak ifade etmek gerekir. Siz sosyolojik yapı değişmiş olmasına rağmen, siyaseten eskilerde kalmış bir pozisyonda kireçlenmişseniz, kendi pozisyonunuza bakmanız lazım. CHP yönetiminin bunu en azından el yordamıyla yapma çabası içine girdiğini ama kurumsal ve daha sistematize hale getirmediği için partiyi yeniden şekillendirmeye imkân verecek somut bir pozisyona ulaşmadığını görüyorum. Çünkü herkesin milletvekili olmak için kullandığı, disiplinsiz ve pusulasız, aparat muamelesi yaptıkları bir parti ana muhalefet partisi. Yani 81 il başkanını sorgulasan, 81 tane ayrı sonuçla çıkabiliriz.


BÜTÜN VATANDAŞLARIN İTİRAZ HAKKI VAR
CHP takipsizlik kararını protesto için adliyelere siyah çelenk bırakmak, tuz dökmek gibi eylemler yaptı ama etkisiz, pasif bulundu bu eylemler. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunlar simgesel. Bu rezalete mim koyma açısından önemli ama ben beklerim ki CHP, 81 ilde hırsızlığa karşıyız mitingleri yapsın; bütün örgütlerinde Uludere için, Soma için sönmeyen ateşler yaksınlar; bütün milletvekilleri Bank Asya’nın önüne gitsin 1’er liralık sembolik hesap açtırsın yahut üç milyon adam kalksın Türkiye’nin her tarafında aynı saatte beş dakika dursun… Bütün bunlar Türkiye’yi çok başka bir havaya sokar. Şunu da söyleyeyim -belki Evrensel okurları da yapar- bütün vatandaşların bu takipsizlik kararına itiraz hakları var. Savcılıklar bu itiraz hakkını reddederlerse, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakları var. Böyle yolsuzluk ve rüşvet iddialarının sere serpe ortalığa döküldüğü zamanlarda, bunları yapmak lazım.


BARIŞ SÜRECİ KARANLIĞIN KALKANI OLAMAZ
6-8 Ekim olayları çözüm sürecinin yaşadığı en büyük kriz olarak tanımlanıyor ve AKP’yi süreci hızlandırmak zorunda bıraktığı söyleniyor. Eğer böyleyse, güvenlik paketi neden?

Sürecin hızlandırılması Cumhuriyet’i gerçek anlamda demokratikleştirerek olur. MİT Yasası, çıkarılmak istenen “makul şüphe” yasası, twitter ve yutoube yasaklaması, devlet şiddeti, artan sansür,  böyle bir zihniyet ve icraat “barış” yapabilir mi? Bu yasalar Kürtlere uygulanmayacak mı? Bu yasalarla, demokrasi eksikliğinden kaynaklanan herhangi bir sorunu çözmek mümkün değildir. Bu anlayış sorunları çözmez, yeni sorunlar yaratır.
AKP gerçekten barış istese demokrasiyi genişletirdi… AKP’nin derdinin barış olduğunu sanmıyorum, o 2015 seçimlerini kazanmak ve faşizmini sessiz bir ortamda uygulamak istiyor.
 
“Türkiye’nin demokratikleşmesini, Kürt sorununun çözümü sonrasına ertelemeye kalkmak da gerçek bir çözüm getirmez” diyorsunuz ama bu mümkün mü? İkisi birbirine paralel süreçler değil mi? Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunun çözümünün mümkün olmadığını Kürt hareketi de söylüyor.
Tabii ki demokrasi barışı getirir, barış da demokrasiyi kökleştirir. Birbirleriyle kuvvetli bir ilişkileri var. Ama siyasal iktidar bir oyun oynuyor. Dikkat edin, iktidar  “çözüm ve barış”   sürecini istismar etmeye her hız verdiğinde muhakkak siyasal İslam, faşizmini koyulaştıracak bir adım atıyor.
“Barış süreci” lafı, karanlığın kalkanı olamaz, bu nedenle Kürt hareketinin de   “demokrasi olmadan barış olamayacağını” yüksek sesle söylemesi çok sağlıklı ve önemli.

“ ‘Çözüm süreci’, siyasal iktidarın bütün suçlarının ve diktatörlük girişimlerinin önüne çekilen bir perde olarak kullanılıyor” diyorsunuz. O halde AKP, kendi istikbali için mi ‘çözüm sürecinden vazgeçmeyeceğiz’ diyor?
AKP yönetiminin iki hedefi var; ilki iktidardan gitmemek, ikincisi yolsuzluk, rüşvet, suç ve karanlık icraatları sürdürmek.17-25 Aralık dönemini yasa dışı bir anlayışla örtmek, baskı ile unutturmak… Seçimlere bu kadar az bir zaman kaldığı için olup bitene  “seçim” açısından bakmanın daha gerçekçi olacağını da düşünmek gerekir.

AKP, KÜRTLERİN BU ASRIN EN ÖNEMLİ AKTÖRÜ OLDUĞUNU ANLAMAK İSTEMİYOR

ABD’nin Kobani’ye silah yardımı yapmasını, peşmergenin gönderilmesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Tüm bu gelişmelerin Türkiye’ye yansımaları nasıl olacak?
Siyasal iktidarın, 21. y üzyılın, bu yeni çağın bölgeye getirecekleri konusunda berrak bir öngörüsü, parlak bir bilinci yok. Hala Sünni-İslam üzerinden Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler anlayışını iktidarlara taşımak, halife olmak gibi garip, anlamsız, yersiz bir rüyayı görmekte ısrarlılar. Kürtlerin bu asrın çok önemli toplumsal bir gücü ve aktörü olduğunu görmek ve anlamak istemiyorlar.
Çağı, gelişmeleri, öne çıkan dinamikleri okuyamamak ağır bir fatura, tarihsel bir çöküntü getirir. Siyasal iktidarın yetersizliği, beceriksizliği, siyasal körlüğü de bugünkü çöküntüyü ortaya çıkaran nedenlerdir. Yanlışta ısrar bu faturayı daha da ağırlaştırır.
Düşünün ki bu iktidar hemen sınırdaki Kobani’de olanları bile algılayamadı, ancak insanlarımız sokaklarda öldükten ve Türkiye ABD’den olabilecek en ağır diplomatik hakareti yedikten sonra koridoru açmaya razı oldu.

ÖNCEKİ HABER

Asgari ücretlinin sağlık isyanı: Utanın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...