12 Temmuz 2011 05:32

Europa’dan Fethiye’ye…

           Vajinam şarkı söylerdi. Genç kızların şarkılarını, keçi çanlarının şarkılarını, çılgın sonbahar ekinlerinin şarkılarını, vajina şarkılarını, vajinamın sıcak yuvasının şarkılarını.Askerlerin için

Europa’dan Fethiye’ye…
Paylaş
Fulya Alikoç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vajinam şarkı söylerdi. Genç kızların şarkılarını, keçi çanlarının şarkılarını, çılgın sonbahar ekinlerinin şarkılarını, vajina şarkılarını, vajinamın sıcak yuvasının şarkılarını.

Askerlerin içine kalın bir namlu ucu soktuklarından beri susuyor. Buz gibi, çelik bir sopa kalbimle yer değiştirdi. Ateşleyecekler miydi yoksa onu durmadan dönen beynime mi saplayacaklardı. İçlerinden altı tane siyah maskeli dev doktor içime şişe sapladı; sonra kalın tahta çubuklar, bir de süpürge sapı…

 

Yukarıdaki tüyler ürperten, mide bulandıran, can yakan, yani RAHATSIZ EDEN satırlar Eve Ensler’ın Vajina Monologları’ndan. Bosna’daki etnik temizlik sırasında Hırvatistan ve Pakistan’a sığınan mülteci kadınlarla 1993 ve 1994 yıllarında yaptığı röportajlardan derlenmiş bir monologdan ufak bir alıntı sadece. Neredeyse insanlık tarihi kadar eski tecavüzün tarihi boyunca, tecavüzün fiziksel gerçekliği değişmedi belki… Fakat tanımı ya da tecavüze ilişkin yasalar, yaklaşımlar ve fikirlerde değişiklikler yaşandı. Tecavüzün toplumsal boyutu kapsamı değişti. Fakat bu değişikliklerin ne kadarı tecavüz mağdurlarının korumaya ya da tecavüzü münferit bir olaydan ziyade toplumsal bir şiddet olgusu olarak ele almaya yönelik olduğu tartışılır. Leslie Francis, bu noktada “Tecavüz suçtur. Tecavüz cinsiyetçidir. Tecavüz cinseldir. Ve başka bir iki kelimelik cümleyle, tecavüz tartışmalıdır.” der.

Belki de Francis’in bu yerinde tespitine ilişkin bir ekleme yapmak gerekirse bu da tecavüzün tarihselliğidir. Mağduriyetin çoğunu insanlığın kadın yanının sırtladığı bu şiddet suçunun yazılı tarihte bilinen ilk mağduruna Yunan Mitolojisi’nde rastlıyoruz. Fenikeli bir kadın olan Europa, bir gün ailesiyle birlikte kırlarda babasını sürüsünü gütmeye çıkar. Europa’nın güzelliğine vurulan tanrılar kralı Zeus beyaz bir boğa kılığına bürünerek sürüye karışır. Çiçek toplarken bu boğayı gören Europa olanca masumiyetiyle boğaya yaklaşır ve onu okşamaya başlar ve üstüne çıkar. Bunu fırsat bilen Boğa-Zeus denize doğru koşmaya başlar ve yüzerek Girit Adası’na varır. Kimi kaynaklara göre Zeus ve Europa burada evlenirler ve Europa Girit’in ilk kraliçesi olma unvanını bu bedeli(!) ödeyerek kazanır. Yani belki de bizim Fatmagül’ün tek suçu farkında olmadan binlerce yıl önceki bir trajediyi tekrar etmesidir. Hadi birkaç saniyeliğine hayal edelim ki, Zeus bir elinde şimşek ve o heybetli vücudunu saran beyaz çarşafıyla bir Türk mahkemesinde sanık sandalyesinde. Başbakan Tayyip, “O kadar demokratiğiz ki, kralı gelse oturturuz.” diye bu durumdan pirim yaparken, sayın yargıç içten içe “Mahkemenin karşısına da böyle çarşafla mı oturulur? Yargıya hiç saygı kalmadı canım. Ah biz demokratikleşmeyecektik ki ben sana gösterirdim.” diye geçiriyor içinden. Celse başlıyor, iddianame hızlıca okunuyor ve savunma bombayı patlatıyor, “Europa’nın da gönlü olmayaydı, o boğanın üstünde işi neydi? Hem tüm kız kardeşleri namusuyla çiçek toplarken, Europa’nın cinsiyeti bariz bir şekilde eril olan bir canlıyla temas kurması…” Akşam vakti gelince, kamuoyunda büyük yankı bulan bu olaya, Fatih Altaylı, Hıncal Uluç ve Oray Eğin kafa kafaya veriyor ve “Tecavüzün vuku bulmasında ‘tahrik edici’, cezasının infazında da ‘hafifletici’ unsurlar nelerdir?​”, saptamaya çalışıyor. Aylar yıllar süren duruşmalar birbirini kovalıyor ve Europa, gözleri yaşlı bir şekilde mahkemede hazır bulunurken uğradığı insanlık suçu şiddet dışında her şey etraflıca dile getiriliyor ve Zeus “Europa helalimdir. Girit yönetimini de verdim gitti.” diyor ve tahliye ediliyor. Ne utanç vericidir ki binlerce yıl geçmesine rağmen adli tıbbın raporu hala elimize ulaşmış değildir. Ve belki de 1559-1562 yıllarında ressam Titian bu trajediyi “Europa tecavüzü” olarak resmetmeseydi bu vaka hala tecavüz olarak anılmayacaktı. İlk tecavüz vukuatından yırtan Zeus boş duruyor mu? Bir zaman sonra ‘ölümlülerin en güzeli’ olarak anılan genç adam Truvalı Ganymede’yi bir kartal kılığına bürünerek İda Dağı’na kaçırıyor ve daha sonra Olympos’ta kendi özel sakisi yapıyor.

Zeus Tanrıların kralı olduğundan kıyak mı geçilmiştir bilinmez, mitolojideki bu vakalar günümüze çok yakın bir tarihe kadar tecavüzden ziyade “kadın kaldırma” olarak nitelendiriliyordu. Ve ta o zamanlarda bile kadının güzelliği ve cazibesi tecavüzden önce ‘tecavüz sebebi’, tecavüzden sonra ‘hafifletici unsur’du. Öyle ki ilk yazılı kanunlarda bile kurban suçlusuyla birlikte ceza alabiliyordu. Tecavüze dair bilinen ilk kanun Hammurabi Yasaları’ndadır(İ.Ö. 1780). Buna göre, tecavüze uğrayan kadın ‘bakire’ ise masumdur, ‘evli’ ise zina ile suçlanır ve tecavüzcüsüyle birlikte idam edilir. Hititler’in Nesili Kanunları’nda ise (İ.Ö. 1650-1500) eğer kadın kendi evinin içerisinde tecavüze uğramışsa idamla cezalandırılır. Asurlular (İ.Ö. 1075) bu ceza karar ve infaz yetkisini kocaya ya da babaya vermektedir. Yasalar açısından, tecavüzün çoğu zaman bir kadın olan mağdurundan ziyade kadının kocasına ya da babasına karşı işlenmiş bir suç olduğu algısı İ.S. 13.yy’a kadar devam edecektir. Toplumsal olaraksa bu algı ne yazık ki hala birçok toplumda egemendir.

Aradan geçen binlerce yıl boyunca tecavüz belirli toplumsal koşulların zemin hazırladığı bir şiddet eğilimi olarak ‘bireysel’ düzeyde gelişebildiği gibi savaş ve işgallerde politik bir saldırı biçimini alabiliyor. Tarihin sayfalarına “Efsanevi Sabine Kadınları Tecavüzü” (İ.Ö. 750) olarak geçen Romalı asker ve soyluların İtalya’daki Sabine kabilesinin kadınlarına meydanlarda alenen tecavüz ederek yeni kurulan İmparatorluğun gücünü ispat etme girişimi buna en çarpıcı örneklerden biridir. Ne trajiktir ki tecavüzlerle kurulan Roma İmparatorluğu’nun sonunu tetikleyen olay yine başka bir tecavüz olayıdır. Roma İmparatoru’nun oğlu soylu bir kadın olan Lucretia’nın odasına sinsice girer ve eğer onunla yatmayı kabul etmezse siyah kölelerden birini ve Lucretia’yı öldürüp çıplak bir vaziyette yatakta bırakmakla tehdit eder. Lucretia, namusuna yönelik bu tehdide boyun eğer ve tecavüzcünün dediğini yapar. Fakat daha sonra hem babasına hem kocasına hem de erkek kardeşine bunu anlatır ve hukuk adamları ne yapılması gerektiğini tartışırlarken herkesin gözü önünde kalbine hançeri saplar. Tarihe “Efsanevi Lucretia Tecavüzü” (İ.Ö. 509) olarak geçen bu olay, uzun zamandır kralın diktasından rahatsız olan soyluları harekete geçirir, ayaklanma başlar ve Roma Cumhuriyeti kurulur. Tabi yukarıdaki iki örnekte de garip bir şekilde tarihe “efsanevi” sıfatıyla geçen tecavüz vakalarının efsaneviliği soylu ve beyaz kadınlara karşı işlenmiş bir suç olmalarındandır. Zira Afrika ve Asya’nın çeşitli bölgelerinden zorla yerlerinden edilip hayvan gibi avlanarak kıta Avrupasına getirilen köle kadınlara yapılan her türlü kötü muamele tarih yazıcılarınca yeterince efsanevi bulunmamıştır.

“Öncesinde Hıristiyanlığın doğuşu ve ardından İslamiyetin Şeriat kanunlarıyla birlikte oluşumu tecavüz olgusunu oldukça sert bir şekilde ele almıştır ölümcül cezalar getirmiştir”, demek bu dinlerin bizim nazarımızdaki ‘namus’unu kurtarmaya yeter mi? Yetmez, çünkü bu inanışlara göre, tecavüz mağduru kadın –hele ki ‘bakire’ ise- masumluğunu, temizliğini, ‘namusunu’ ve can piyasasındaki değişim değerini kaybeder. Mesela Kuran’a göre Müslüman bir erkek, ‘bakire olmayan’ bir kadınla sadece sembolik bir mehir karşılığında evlenebilir. Hatta bir kadın tecavüze uğramış ve hayatta kalabilmişse ‘hayırsever bir erkeğin’ hareminde vereceği ufak hizmetler karşılığında barınmaya hak kazanabilir, mehir gerekmeyebilir. Tecavüz, mağdurundan başka herkesi (baba, koca, erkek kardeş hatta bütün bir toplum) mağdur etmiştir.

Tecavüzün kendisinin başlı başına bir suç olarak tanımlanması ise insanlığın binlerce yılını aldı. 1275’te İngilere’de 1. Westminister Kanunları’nın 13. maddesinde “Bakire ya da değil herhangi bir kadına tecavüz etmek suçtur.” dendi ve cezası 2 yıl hapisti. Aradan geçen 10 yılda nasıl tartışmalar, kavgalar, mücadeleler yaşandı bilinmez ama 1285’teki 2. Westminister Kanunları’nın 9. maddesinde tecavüzün cezası idam olarak değiştirildi. Tabi konulan bu yasal düzenlemelerin günlük hayattaki yansımaları hakkında yorum yapmak pek mümkün değil bugün bizim açımızdan. Fakat İngiliz hukuk camiasının 18.yy’daki kalantor isimlerinden Sir Mathews Hale, devlet mahkemeleri tarihine ilişkin yazdığı kitabında (1736) tecavüz “suçlaması kolay ama ispatlanması zor bir suçlamadır.” diyerek dönemin bakış açısını az çok yansıtıyor kanısındayız- ki bu bakış açısı 20.yy’a kadar hüküm sürmüştür. Tecavüz konusunda konulan bu şüphe yargısının dönemin tecavüze uğramış bütün kadınlarını tüm toplumsal normlara ek olarak susturduğunu varsaymak için kadın olmamız yeter koşul herhalde.

Yerleşik Avrupa’da bunlar olurken, Cristopher Columbus ‘yeni yerler, insanlar, hayvanlar vs. keşfetmek adına’ denizleri aşmaktadır fersah fersah. Denizüstü göçer Avrupa, Amerikaları keşfeder. Keşif, soykırım, etnik temizlik ve tüm işgal yöntemleriyle birlikte toplu tecavüzleri getirir. Bu işgal saldırılarından ABD’nin kuruluşu ve günümüze kadar ABD’de tecavüz ırkçılıkla iç içe değerlendirilir. 16. yy boyunca (Kuzey, Güney ve Orta) Amerikan yerlisi kadınlara tecavüz eden ‘Yeni Amerikalılar’, 1619’da Afrikalı köleleri taşıyan ilk geminin Virginia’ya gelmesiyle birlikte Afrikalı köle kadınları ‘sahip edinmeye’ başlamışlardır. Beyaz erkeklerin bu siyah kadınlarla her türlü cinsel ve şiddet fantezisi beyaz kadın tarafından görmezden gelinirken, bu görmezden gelme karşısında beyaz kadın da ‘saflık, temizlik’ gibi sözde cinsellikten uzak kavramlarla kutsanmıştır. Tabi bu şerefe nail olmak için hali hazırda evli ya da bakire olmak gerekir. CV’sinde evli ya da bakire yazmayan kadınlar potansiyel fahişelerdir ve fahişelerin tecavüze uğraması diye bir şey söz konusu bile olamaz. Onlar zaten bu iş için vardırlar. ABD tarihinde bu bakışı yansıtan iki ünlü dava vardır. İlki, 1838’de bir bakan tarafından tecavüze uğrayan kadının haksız bulunmasıdır. Yasalara göre bir tecavüz suçlamasının dikkate alınması için üç koşul gerekmektedir: 1. Kadının iyi bir üne sahip olması. 2. Kadının fiziksel direnç gösterdiğine dair kanıt sunması. 3. Kadının yardım çağrısında bulunmuş olması. Bu koşulları sağlayamayan kadının açtığı dava düşer. İkinci örnek ise, 1854’te yine New York’ta yine benzer bir şekilde mahkemeye başvuran kadın fiziksel direnç gösterdiğine dair kanıt sunamadığı için ortada bir tecavüz durumunun olmadığına kanaat getirilmiştir. Ağzımızı açık şaşıp kalmayalım kadınlar bu yıllar psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un kadının doğasında pasiflik ve mazoşizmin olduğunu ilan ettiği yıllardır.

Günümüzde dahi yasalar, medya ve tüm kurumlarıyla birlikte devlet, tecavüzü münferit bir olay gibi ele almayı dayatır. Fakat tarih, tecavüzün bir savaş ve işgal yöntemi olduğu gerçeğinin örtbas edilemeyeceğini kanıtlar. İ.Ö. 750 yıllarında Roma Krallıkları’nın gücünü ispat etmek için İtalya’daki Sabine kabilesinin kadınlarının meydanlarda alenen toplu tecavüze uğraması bu anlamda bilinen ilk örneklerdendir. Denizüstü göçer Avrupa’nın Amerikaları keşfedip işgal ederken Amerikan yerlisi kadınlara tecavüzü… 1619’da Afrikalı köleleri taşıyan geminin Virginia’ya ulaşmasından itibaren başlayan Amerikan kölelik tarihinde Afro-Amerikan kadınların her türlü cinsel şiddete maruz kalması... Öyle ki 19.yy sonlarında başlayan Siyahların özgürlük hareketinde bir ‘intikam’ biçimi olarak beyaz kadınlara tecavüz edip hamile bırakma olaylarına rastlıyoruz. ABD sınırları içerisinde tecavüz olgusunun ırkçılıkla birlikte değerlendirilmesinin temelinde yatan tarihsel süreç budur. Uluslar arası alanda ise, ABD’nin günümüze varan ‘süper güç olma serüveninde’ işgal ettiği her yer aynı zamanda tecavüz açısından bir ‘suç mahalli’ hali gelmiştir. Vietnam, Afganistan, Pakistan, Irak…  

Yahudi soykırımı süresince Yahudi kadınlarının sistematik ve toplu bir şekilde tecavüze uğrayıp öldürülmesi, tecavüzün bir çeşit ‘aşağılama-sindirme-yoketme’ politikası olduğunu kanıtlamaktadır. 1990’lı yıllarda sözde ‘Balkan Savaşları’ sırasında çoğunlukla Müslüman binlerce (resmi kaynaklara göre 20 binden fazla) kadının ve çocuğun tecavüze uğrayıp hamile bırakılması insanlığın asla unutamayacağı bir travma olarak belleklere kazınmış durumdadır. 1994’te Ruanda’daki iç savaşta 250 binden fazla kadının tecavüze uğradığı belirtilmektedir. 

Tecavüzün politik bir savaş stratejisi olarak kullanılmasının ülkemizdeki en çarpıcı örneği Kürt halkını inkar ve imha etme politikasının bir parçası olarak gelişen 1938 Dersim Katliamı’nda yaşanmıştır. Kürt kadınları yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni “silahlı tecavüzcü kuvvetleriyle” birlikte tanımıştır. Diğer bir tarihsel travma ise şüphesiz 12 Eylül darbesi süresince devletin işkencehanelerinde hala hesaplaşılmamış binlerce kadın-erkek tecavüz vakasıdır.

Tecavüz bireysel değildir. Tecavüz münferit değildir. Tecavüz ‘sadece’ cinsel değildir.

Tecavüz toplumsaldır. Politiktir. Tecavüz, çoğunlukla kadınları, çocukları, yani insanı, ve halkları işgal etmenin bir yöntemidir. İşte tam da bu yüzden, her gün her saniye gerçekleşen ‘tek bir’ tecavüz vakasında bu politik şiddeti teşhir etmek, ona karşı bilinç ve direnç geliştirmek toplumsal bir karakter taşır, özgürleşmenin gerekli bir koşuludur. Bir kadının bedenini işgal edenler kadar onları tahliye eden mahkemeler de tecavüzcüdür. Ve kadınlar tam da bu yüzden Fethiye’ye gidip tecavüzcülerin gözlerine gözlerini dikip hesaplaşmak istemektedir. Çünkü tecavüz edilen yalnızca bedenimiz değil, aklımız, belleğimiz ve insanlığımızdır. 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Gönül ferman dinlemez tamam ama, 18 aylık bebeği olan evli genç kadın da, daha o gece tanıştığı erkeğin evine koşmaz. –Defne Joy Foster’ın ölümüne ilişkin-”

“Ben bu ülkede derbi maçlar olduğunda ya da Milli Takım galip geldiğinde bile sokağa çıkmamayı tercih ediyorum. Hamile kızın o eylemde ne işi vardı?​”

ÖNCEKİ HABER

Fethiye yolcusu kalmasın!

SONRAKİ HABER

Anneler: Çocuklarınızı bu kampa gönderin!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa