14 Eylül 2014 09:23

Kurbağalar ve mimarlıklar

Gökkafes’ten beridir İstanbul’un gündemi sayılırdı, hâlbuki bu. Ya da vehmettiğimiz gibi sayılır sandığımız. Bir de bildiğim bir kurbağa vardı, ronaholtsi. Öyle sessiz bir kurbağa. Torosların en tepesinde yaşayan endemik bir tür. Vıraklamaz, ciyaklamaz. Sessiz sedasız yaşar, gider.

Kurbağalar ve mimarlıklar
Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Bodrum’da 12 Eylül darbesinin sabahında on jandarma ve bir çavuş hızlı adımlarla sahili adımlıyordu. Pencereden iki çocuk kafasını uzatmış, en arkadaki göz ise kıyı boyunca yürüyen bu askerleri fotoğrafa sıkıştırmıştı. Fotoğrafın ufuk çizgisini kestiği yerde, yedi inşaat yükseliyor ve on jandarma hızlı adımlarla oraya doğru koşuyordu. Darbe sonrası televizyonlarda ilk kez “ayağında kundura” türküsü çalınmasından çok önce ise muhtemeldir ki Bodrum’da pek çok inşaat işçisi bu türkünün afyonuyla yapılarını ve Türkiye’nin kaderini örüyordu. Mukim Tahir’in kerpiç duvar üzerinde sevgilisine yazdığı sözler, darbecilerin kederle örgütledikleri iktidarlarının on yıllarının yapı taşı oluyordu. İşçi sınıfının “kaderi”, inşaat duvarlarında alçıyla yazılıyor ve İbrahim Tatlıses bir sevda türküsünü, sınıfının siyasi ufkuna armağan ediyordu: “Ayağında Kundura, Yar Gelir Dura Dura, Genç Ömrümü Çürüttüm, Göğsüme Vura Vura”. Çürüyen genç ömürler, kısa süre içinde “amele” olarak kodlanıyor, “ayakkabısının topuğuna basan bu ameleler”, düzenin kültürel hakimi oluyor, “şehirleri ele geçiriyor”, “kurulu düzeni tehdit” ediyordu. İşçi sınıfını öteki gibi kuran politik dil, hem onun gölgesinde büyüyor hem de her daim ona bekçilik edecek iktisadi toplumsal düzeni kurumsallaştırıyordu.  

TOPUKLARDAKİ KAN

Son otuz yıllık inşaat maceramızda pencereden seyrettiklerimiz arasına bir de Torun Center’ın asansöründen aşağıya düşen 10 işçi eklenince, dağılan kunduraların topuklarındaki kan üzerine konuşmayı düşünür olduk. Geç bir dertlenmeydi. Bir de pek iyi bilir olduk ki gündüz memurluk yapanın ikinci işiydi inşaat. Öğrencinin, cinsel tercihi nedeniyle iş bulamayan öğretmenin, pamuk tarlasından kovulan esmerlerin… Ki onlar, “topuklu kundura hayallerimizi” süslemeyecek kadar da bizdendi. İşte “Gündüz Yarasaları”, bizi biz yapan bir bizdenlikle bir haftalık bir telaşe yaşadı. Soma katliamının üzerine denk gelince, iş güvenliği konuşur olmuştuk. Bir de tabi ufuk çizgisini kesen gökdelenleri. 

Gökkafes’ten beridir İstanbul’un gündemi sayılırdı, hâlbuki bu. Ya da vehmettiğimiz gibi sayılır sandığımız. Bir de bildiğim bir kurbağa vardı, ronaholtsi. Öyle sessiz bir kurbağa. Torosların en tepesinde yaşayan endemik bir tür. Vıraklamaz, ciyaklamaz. Sessiz sedasız yaşar, gider. Kış gelince, karstik gölün üstü buz kesince, kalp atışlarını durdurur, suyun altında, ta ki buzlar çözülünceye kadar. Üst üste iki büyük facia yaşayınca buzlar çözüldü sanmak içinse çok erkendi. Çünkü bizim kurbağaların sessizliğini bilen bilirdi. Bir endemik tür değil miydik, faşizmlerin nazarında. İşte en kestirmeden verilen cevapların hâkim rüzgâr yönü de buydu. Ne olacak, her şey unutulacaktı. İşçi sınıfının sessizliğini doğallaştıranlar kadar bir doğallaştırma biçimi daha vardı: “inşaatın fıtratında var” doğallaştırması. Bu özcülük, beka stratejisini bir kez işletmeye başladığında, yaşanılan felaketten yasaların sınırlı sorumlu tuttuğu bir avuç insan dışında kimseyi bulamazdınız. Öyle de oldu. Üç beş yapı denetçisi gözaltına alındı.  

DÜŞÜŞÜN ONTOLOJİSİ

Teolojik bu düşüşün, epistemolojik bir çakılmaya dönüşmesinin arkasında ise yapıcının kutsallığının çalınma hikayesi var. Son yemekte masadan erken kalkıp, taş taş üzerine koyanlara insanlık tarihi hep büyülü gözlerle baktı. Bruegel’in şaştığı ve Babil’in şaşırttığı kulelerden beridir “göğe tırmanma durağı” insanın yüzündeki faça izidir. Yoksa bir mimar neden Mersin’e, portakal bahçesi çağında, 52 katlı bir gökdelen diker ki.. Kutsallık katına tasarımla yükselebileceğimize duyulan inanç, piyasanın dolaşım hızında tapınılası bir halenin, “yaratma” apoletlerinin, takılıyor olmasından olsa gerek. Yaratıcı edimi tasarıma, yaratıcılığı ise emek gücüne hapseden karşılıklı yarılmanın ontolojisi, hızlıca yere çakılmamızın tarihini de içinde barındırıyor. Her inşaat kazası sonrasında, tasarım sürecinde kendini “yaratıcı” ilan edenin, yarattığı teolojiye dahi saygı duymadan, sorunu gündelik olana havale etmesine baktığımızda da bu yabancılaşmanın ne kadar derin olduğunu görebiliyoruz. Oysa bir kez durup düşünmek gerekmez mi? Yapıyı yapan mı yoksa tasarlayan mı yaratır... Pek tabi tasarladığını yapan kişi... İnşaatın dibinde kalas taşıyan çocuklar yaratmadıysa bu yapıyı peki kim yarattı sormak gerekmez mi? Soru her kaza sonrasında boşlukta asılır kalır. Sorumlu aranır. Ama bu kez kazayı yaratan sorumlu tutulur, yanıt basittir. Yaratan kim ise odur sorumlu. Eğer ki, göğe bakma duraklarını, ufuk çizgimizin belleğini yapan işçiler, aynı zamanda tasarlayamadıkları bir dünyanın resmini yapıyorlarsa, ortada duran kazadan bir cinayet hikayesinden önce hırsızlık hikayesi çıkartmak gerekir. Eğer yapıcılar yaptıysa binayı, tasarımcının elleri bir şehrin hikayesini çalmıştır; yok eğer bu yapıyı tasarımcılar yaptıysa ortada korkunç bir cinayet hikayesi vardır ve azmettirilenlerin trajedisi. Kurbağaların sessizliği, azmettirilen olmalarından mı? Yoksa tasarım fikrinin çalınmasından mıdır?

Kurbağalar, bir duvarın üzerine çıktıklarında, geleceklerini bir türküye vurduklarında, “ayağında kundura” türküsünü bu kez sevdalanıp okuyacaklar. Yeter ki tasarımcı olduklarının bilincine varsınlar. O zaman sevdanın faili ile kutsalın düşkünü belli olacak.

ÖNCEKİ HABER

Trajedi aritmetiği

SONRAKİ HABER

Saraylar saltanatlar çöker...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...