Adnan Binyazar: Sanat ruhları sevgiyle donatır
Yazar Adnan Binyazar bu sıralar pek çok usta kalemin halk hikayelerini yeniden yazdığı bir dizinin editörlüğünü yapıyor. Kendisi de dizi kapsamında halk hikayelerini yeniden kaleme alan Binyazar ile halk hikayelerini ve kültürümüzdeki yerini konuşuyoruz.
Mısra BELGE
İstanbul
“İktidarların çoğu, sevginin düşmanı olmuştur. O nedenle sevgiyi önde tutan doğrular, güzellikler, gerçekler hep yasaklanmıştır. Oysa sevgisizlik insanı ilkelleştirir.”
Bu sözler edebiyatın usta kalemlerinden yazar Adnan Binyazar’a ait.
Binyazar şu sıralar, Doğan Egmont Yayınları’ndan çıkan halk hikayeleri dizisinin editörlüğünü yapıyor. Bu serinin farkı, senelerdir aile büyüklerimizden duyup aşina olduğumuz yahut farklı kaynaklardan okuduğumuz halk hikayelerinin, Türkiye’nin önde gelen yazarlarınca yeniden kaleme alınması. Bu yazarların arasında Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner, Turgay Fişekçi, Refik Durbaş, Öner Yağcı, Osman Şahin, Feridun Andaç ve Şeyhmus Diken çokça usta kalem yer alıyor. Adnan Binyazar da, dizinin yalnızca editörlüğünü yapmamış, kendisi de birçok halk hikayesini yeniden kaleme almış.
Dizinin vesilesiyle, Binyazar ile halk hikayeleri, halk hikayelerinin kültürümüzdeki yeri, edebiyat ve sanatın niçin insan hayatı için elzem olduğuna ilişkin bir sohbet gerçekleştirdik.
Halk hikâyelerinin ülkenin önde gelen yazarlarınca yeniden kaleme alındığı bir dizi hazırlıyorsunuz. Halk hikâyelerini yeniden yazma fikri nereden çıktı?
Okuma yazmayı elime bir alfabe geçince 6 yaşında öğrendim. Önce bir yaşlıdan sözlü anlatısını dinlediğim Elif ile Mahmut kitabını sekiz yaşındayken bir abla elime verince, bir gecede üç kez baştan sona okudum.
O yaş değerleriyle beni çok sarsan Elif ile Mahmut’un, az çok kitap okuyanların ya da kitaplarla ilk karşılaşan gençlerin ilgisini çekeceğini varsayarak onların yeniden basılması gerektiğini düşündüm. Doğan Egmont Yayınevi, halk anlatılarının yeniden basımını sağlayarak onlarını yeniden okurla buluşturuyor.
Bunun bir de duygusal bir yanı var, Elif ile Mahmut’u 66 yıl sonra, gelişen dilimizin verileriyle yeniden yazıp o “abla”ya adadım.
HER TOPLUM, HİKAYESİNE DİLİNİN RENGİNİ KATAR
Nasıl tanımlayabiliriz halk hikâyelerini? Halk hikâyelerinin kültürümüzdeki doğuşu ve gelişimini biraz açabilir misiniz?
Belleğin sınırı yoktur; halk hikâyeleri bir bölgenin anlatı ürünü olabileceği gibi, zamanla toplumların yapısına, algılamasına göre yeniden kurgulanarak yeni biçimlere sokulabiliyor. Masallar, söylenceler halkın söylemiyle, dilsel beğenisiyle yeniden yaratılmış anlatılardır.
Bu tür anlatıların Çin’den, Hindistan’dan Araplara, Farslara yayıldığı sanılıyor. Olaylarda geçen kişi adları, birçok anlatının bize Araplardan, Farslardan geçtiğini gösteriyor. Her dil, mantığıyla, beğenisiyle başka bir dili içinde eritir. Türkçe, söylemiyle anlatılarda kendi değerlerini egemen kılmıştır.
Masallar, söylenceler öz dilin en sağlam kaynaklarıdır. Almanya’da Wilhelm-Jacob Grimm Kardeşler, Alman dilinin kökenine inmek amacıyla önce masal arayışına koyulmuşlardır. Masal derlemelerinden oylumu ciltlerce Deutches Wörterbuch (Alman Sözlüğü) ortaya çıkmıştır.
Dünyaya yayılan anlatıların önemli bir kaynağı da Binbir Gece Masalları’dır. Birçok anlatıda, hatta romanda; Borges’in “Doğu’nun altın aydınlığı” diye nitelediği BGM’nin izleri vardır. İspanya’da Endülüs dönemi yaşanmasaydı dünya yazınının başyapıtı Don Quijote yaratılmış olabilir miydi? Robinson Crusoe’de, Gulliver’in Gezileri’nde Doğu’nun bu sınırsız anlatısının etkisini görüyoruz. Her toplum, benimsediği anlatıya dilinin rengini, tınısını, anlatım beğenisini katar. Bizde de, Yaşar Kemal, romanlarını masalların, söylencelerin, ağıtların beslediği bilgilerle, onların söylemiyle yazmıştır.
Şimdiye dek sizin kaleminizden Elif ile Mahmut, Kerem ile Aslı; Refik Durbaş’tan Köroğlu, Turgay Fişekçi’den Leyla ile Mecnun, Adnan Özyalçıner’den de Âşık Garip ile Şah Senem yayımlandı. Dizide yayına hazırlanan başka hikâyeler de var mı? Bu hikâyeleri hangi yazarlardan okuyacağız?
Ozanlık geleneğinin yetiştirdiği Âşık Veysel (Adnan Binyazar), anlatı kültürümüzün büyük kaynağı Korkut Ata (Adnan Binyazar), Emrah ile Selvi (Feridun Andaç), Şahmeran (Öner Yağcı), Gül ile Sitemkâr (Refik Durbaş), Seyfilmülûk (Adnan Özyalçıner), Tahir ile Zühre (Sennur Sezer)... yayımlanmayı bekliyor.
Ek hazırlıklarla alan gittikçe genişliyor: Karacaoğlan (Emin Özdemir), Yunus Emre (Emin Özdemir), Kısas-ı Enbiya (Faruk Duman), Tûtiname (Turgay Fişekçi), Pir Sultan Abdal (Öner Yağcı) hazırlanma aşamasında.
Sırada Sürmeli Bey ile Telli Senem (Feridun Andaç), Arzu ile Kamber (Feridun Andaç), Ben ü Sen (Şeyhmus Diken), Karayılan (Refik Durbaş), Ağaç Efsanesi (Osman Şahin), Sarıkız Söylencesi (Öner Yağcı) var...
YASAKLAR SANATA ULAŞMAYI ENGELLEYEMEZ
Halk hikâyelerinin birbirinden farklı dinde, etnik yapıda ve farklı sosyal konumlardaki insanları bir araya getirdiğini, bir ölçüde “sevgi devrimi” gerçekleştirdiğini söylüyorsunuz.
Evet, sevgi, insanlığın en büyük devrimidir; araya din kurucular girmeseydi, Âdem’le Havva’da olduğu gibi, insan, yasakları deler, sevgisini kutsardı. Dilden dile aktarılan halk anlatılarında, tüm olaylar, insanın sevgisi uğruna verdiği savaşımlar çevresinde gelişiyor. Bu tür anlatılarda ana tema sevgidir. Araya düşmanlıklar giriyor, din giriyor, etnik ayrımcılık giriyor, sultanlar, krallar, kıskançlıklar, büyücüler, cadılar giriyor; üzerinden nice çağlar geçse de bir Ermeni keşişinin kızı Aslı ile Müslüman’dan doğma Kerem’in sevdası unutulmuyor. Birçok öykü, buluşmayla sona erer. Kerem ile Aslı birbirlerine kavuşmadılar ama onların sevdası, dini imanı aşıp sevginin sığınağı oldu.
Bizde, bu anlatılardan şimdiye değin Romeo ve Juliet (W. Shakespeare), Savaş ve Barış (Tolstoy), Lady Chatterley (D.H. Lawrence), Aşk ve Gurur (Jane Austen) gibi evrensel yapıtların çıkmamasını bir eksiklik sayıyorum. Halk kitaplarının çağdaş bir dil, o ölçüde yazınsal bir beğeni düzeyinde yeniden gündeme getirilmesi, hayal de olsa, belki bu tür yapıtların gerçekleşmesine de yol açabilir diye de düşünmüyor değilim.
Bu bağlamda, konunun siyasal yönüne de değinmeliyim. Hangi engelle karşılaşılırsa karşılaşılsın, insan, sanatsal yaratılara, düşünce ürünü yapıtlara ulaşmanın bir yolunu buluyor. Nâzım Hikmet’in yasaklandığı yıllarda onun şiirleri gece sabahlara kadar kalemlerle, kâğıtlarla çoğaltılıp elden elde geçirildi. Ona inananlar, bir sayfayı beş kez, on kez yazıp yoldaşlarına ulaştırıyordu. Halk anlatıları da kim bilir hangi darlıkları aşıp belleklerden derlenerek yazılı hale getirildi? Onların yeniden yayımlanması, o kutsal emeğe saygının da bir göstergesi sayılmalıdır.
SANATSIZ SEVGİSİZ KALIRIZ, SEVGİSİZ İLKELLEŞİRİZ
Türkiye’de iktidarın halkı etnik kimliği, mezhebi, cinsiyeti gibi pek çok konuda ayrıştırdığı bir dönemden geçiyoruz. Ortadoğu başta olmak üzere dünyada savaşlar sürüyor, insanlar katlediliyor. Bu dönemde halk hikâyelerinin önemi nedir?
İktidarların çoğu, sevginin düşmanı olmuştur. O nedenle sevgiyi önde tutan doğrular, güzellikler, gerçekler hep yasaklanmıştır. Oysa sevgisizlik insanı ilkelleştirir. Ortadoğu’da, “Allahuekber” diye yırtınarak kelle kesip bedenleri tekmeyle çukura yuvarlayan IŞİD’liler, sanat, edebiyat eğitiminden geçip ruhlarını sevgiyle donatmış olsalardı, böylesine ilkelleşip bu cinayetleri işleyemezlerdi.
Kendine saraylar kurdurup, göğü hava filolarıyla donatanların, sanatsal üretimin gerçekleştirildiği salonları baykuş yuvasına döndürdüğü bir dönemde yaşadığımızı unutmayalım. Bunun kökünün, Atatürk’ün deyimiyle, “ayetle, dogma ile” değil, ancak “bilimle, akılla”, sanatla kurutulabileceğini de hiç, ama hiç unutmayalım!