07 Eylül 2014 11:02

Bakalım kaç kez tıklanacak

Editöre söyledim. Bu yazıyı yazarsam facebook’da, twitter’da, instagram’da falan paylaşmadan duramam. Fotoğrafımı yanına iliştirmeden rahat edemem. Pazar ekini yanımda tutup selfie filan çekmezsem hafakanlar basar.

Bakalım kaç kez tıklanacak
Paylaş

Hakan ERDOĞAN

Editöre söyledim. Bu yazıyı yazarsam facebook’da, twitter’da, instagram’da falan paylaşmadan duramam. Fotoğrafımı yanına iliştirmeden rahat edemem. Pazar ekini yanımda tutup selfie filan çekmezsem hafakanlar basar. Kendimi yaptığım her şeyin merkezine koymaya fena halde alıştım çünkü. Sanal ortamda başka insanlarla kurduğum binlerce bağlantının benim için yegâne önemi kendimi izlettirmek. Başkasının kederi bana sahip olamaz artık. Sürekli çoğalttığım ve aciz bir beklentiyle dikkat ve ilginin uzayına fırlattığım imajlardan ötesi umurumda bile değil!
Köprüdeki polis memuru da aynı haldeydi belki. Kendisi daha sonra görev icabı fotoğraf çektiğini belirtmiş olsa da hemen herkes, kendini tutamayıp, intihar eden bir adamı fon olarak kullanarak cep telefonuyla özçekim yaptığını düşündü. Bu yargının akla daha yakın açıklama olarak ele alınmasının ve insanların ciddi tepkilerinin kaynağı olmasının nedeni polis memurlarının daha önce yapılan insanların şiddet gördüğü, gazla boğulduğu eylemlerde selfie çekmeleri değildi. Artık neredeyse hepimizin, kendimizi mütemadiyen kayıt altına alan bir göze bağımlı hale gelmemizdi. İlgi görme saplantısı, ALS hastalarına destek toplamaya çalışırken dahi kendi üzerine kovayla buzlu su boca edecek hale getirmişti insanları.
Dünyayı “robotlar” tamamen ele geçirmeden önce teknolojinin sunduğu, hatta dayattığı yaşama bakınca işin zaten raydan çıktığını söylemek yanlış olmaz. Hiç karşılaşmadığımız, yalnızca varlığından haberdar olduğumuz insanların etkisinde gelişen davranışlarımızın çok ciddi politik sonuçları mevcut çünkü. Biz, kendimize dair imgeleri ürettikçe Foucault’nun kavramsallaştığı gözetim toplumuna ve panoptik makineyi kullanan bir “bakış iktidarı”na hizmet ediyoruz. Jeremy Bentham tarafından tasarlanmış bir hapishane modeli olan Panoptikon’un içindeyiz artık. Denetim aygıtları, insanlara sunulan, onların düşünsel yapılarını belirleyen; yerine göre talep ettikleri, satın aldıkları görüntü evrenlerine sızarak işlev görüyor, bundan böyle iktidarın kontrolünden çıkmamıza olanak vermiyor. Biz ise kendimize bakan sayısız gözle anlaşma yapmış ve kontrolümüzü üstlenmiş bu koca panoptikonu kurmuş haldeyiz.
Gelinen nokta, toplumsal olmaktan çıkıp kitleselleştiğimiz; özgür bireyler olmaktan çıkıp büyük yığınlar içinde atomize olduğumuz bir zaman diliminin en şiddetli dönemine karşılık geliyor. Gün boyunca durmaksızın mesajlaştığınız, paylaşımlarda bulunduğunuz, beğenilerinizi sergilediğiniz insanlar, hiper-gerçek bir dünyayı inşa eden unsurlar yalnızca. Her biri niteliklerinden soyunmuş ve sayısallığa indirgenmiş gözetim aygıtlarından fazlası değil. Eğer yüzlerce tanıdıktan veya binlerce arkadaştan biriyseniz, siz de öylesiniz.

VE BEDEN MİMARİSİ..

İnsan bedeni, hayret verici bir çokluklar bütünüdür. Nasıl kuş, gagadan; aslan, pençeden daha fazlası ise; insan da çocuk resimlerindeki gibi gövde, kafa ve uzuvlardan ibaret değildir. Ancak, tüm organlar aynı şekilde güldür güldür çalışmaz, aralarında muntazam şekilde kurulmuş bir atalet ilişkisi, çok özel bir uyum vardır. Birisi diğerine dur derken, öbürü sürekli bir şeyler salgılamaya devam eder; mesela beyin, cinsel organlardan farklı olarak her daim çalışır. Birçok eyleme bedenin tümünün katılması mümkün olmadığı için çeşitli uzuv ve organlar zamanla zafiyet kazanabilir veya daha etkin hale gelebilirler. Buna mukabil, insan bedeni herhangi bir organın, uzvun etrafında organize olabilir ve morfolojik yönden farklılaşabilir.
Şimdilerde biyo-iktidarın, ellerimize cep telefonları, android makineler, tablet bilgisayarlar vb. eklentiler yaparak beden mimarisini de değiştirdiğini görüyoruz. Çehrelerimizi görüntülemek için kullandığımız kollarımız, kıvrımlar yaparak tekrar çıktığı bedene dönüyor. İçinde alet tutan el başka bir bedene ulaşamaz, ancak telefonun tuşlarına dokunabilir. Uzuvlarımız da, bedenlerimiz üzerine kıvrılıp kapanmış; ovalar, dağlar, sohbete hazır insanlar, hepsi dışarıda kalmış. Zira ortada kendi çehresini mekânsal ve zamansal bağlara aldırmaksızın gözetmenlerine sunmakla meşgul insanlar var sadece.
Panoptik mimarinin kitlelere homojen olarak dağılabileceğini, kendi içine kıvrılmış, yüzlerinin imgesinin peşinde koşan tüm bedenlerde böylesine eksiksiz şekilde kurulabileceğini kimse hayal edemezdi. Toplumsalın asla var olmadığını, tarihin her döneminde toplumsal ilişki denilen şeyin yalnızca simülasyonlarından söz edilebileceğini söyleyen Baudrillard, rahat uyuyabilir artık. Özçekim yaparken girdiğimiz pozisyon mimariye atıf yapmak için kullandığımız bir metafor değil yalnızca, bizim ruh halimizi ve tüm duyularımızla içinde bulunduğumuz durumun ta kendisi! Zira, kıvrım, barok sanatının en güzel özeliğiyken günümüz bedeninde daha çok Louis Vuitton’un ürünlerinde kullandığı puantiyeyi andırıyor; renkli olsa da çizgilerin akamadığı birbiriyle özdeş kapalı hücreler gibi.
İnsan, uzuvları atsak anatomik olarak tüpe benzer. Sıkınca ya dudaklarının arasından ya da başka bir açıklıktan mutlaka bir şeyler çıkar. Biz şanslıyız ki, ağzımızdan çıkanları işte, kâğıda aktarıyoruz. Emekçi olarak hep daha kötü eylemlere alet edilen polis memurları bir yandan şanssızdır da. Belki de bir tanesi ölmeye niyet eden bir insanı eğlencesinde kullanacak kadar şiddete alışmış olabilir. Belki bu kahpe düzen bizleri, durumumuza göre tek şey talep edebilir hale getiriyordur. Talebiniz yoksa da gerekli arz zorla oluşturulur.

ÖNCEKİ HABER

Düdüklü tencere nasıl kullanılır?

SONRAKİ HABER

Ulpiana

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa