29 Haziran 2014 06:00

Vatan sağ olsa ne olur ki?

Gazeteci İsmail Saymaz, insanların yargı eliyle teröriste dönüştürüldüğü sorunsalını 30 farklı davayı inceleyerek anlattığı kitabı “Sözde Terörist” i geçtiğimiz yıl okurlara sunmuştu.

Vatan sağ olsa ne olur ki?
Paylaş

Halil TÜRKDEN

“Vatan sağ olsun demem. Benim evladım yok ki, benim Tolgam yok. Vatan sağ olsa ne olur ki, vatanı batsın. Bana ne vatandan! Demem, asla demem! Hiçbir zaman dedirtemezler!”
Anne Zekine Taştan

Gazeteci İsmail Saymaz, insanların yargı eliyle teröriste dönüştürüldüğü sorunsalını 30 farklı davayı inceleyerek anlattığı kitabı “Sözde Terörist” i geçtiğimiz yıl okurlara sunmuştu. Saymaz, yakın zamanda çıkan yedinci kitabı “Esas Duruşta Cinayet”te “güvenlik” ve “vatan-millet” kavramlarıyla meşrulaştırılan bir kurumun kışlalarında neler olduğunu, yani devlet kurumunun ve ülke olarak sindirilen resmi ideolojinin başrolde olduğu trajik bir insanlık öyküsünü anlatıyor.
Modern toplumlarda militarizmin inşasının en önemli aracı olan “vatan” ve “vatanseverlik” kavramları iyi irdelenmelidir. “Vatan” kavramı, 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda çok dinli ve etnili tebayı bir arada tutmak ve onları yurttaşa dönüştürmek konusunda yeterli olmamıştır. İmparatorluğun parçalanma ve çöküşünün hızlandığı koşullarda asker-sivil yönetici elit için devletin bekasının dayanak noktası “Türklük” ve Almanya (Prusya)’dan devşirilen “ordu-millet” kavramları olur. Bu kavramlar daha sonra cumhuriyet döneminde vatandaşlığa dayalı milliyetçilik kurgusundan etnisist (ırkçı) milliyet kurgusuna doğru dönüşümün önemli araçları haline gelirler. Tam da bu kurguya göre, askerlik, devlet örgütlenmesinin bir parçası olmaktan öte Türk kültürünün gururla taşınan vasfıdır. “Her Türk Asker Doğar(mış)” ya hani, askerlik adeta biyolojik-”ırksal” bir özellik haline gelir.

TÜRK BAYRAĞI, KUŞKULARI ÖRTMEYE YETMİYOR

Zorunlu askerlik süresi boyunca herkesin bildiği, tanık olduğu veya yaşadığı ama ne asker dönüşü dillendirebildiği, ne de askerlik sırasında konuşabildiği, unutulmaya zorlanan ve en önemlisi “Devlet babadır, o ne yapsa yeridir,” yaklaşımıyla kendiliğinden unutulan intiharlar, cinayetler, işkenceler ve elbette resmi tabirle “askeri zayiat”… “Oğlunuz intihar etti,” ifadesiyle ailesine bildirilen asker, önce intihardır, sonra şehittir ve sonunda mutlaka kaza kurbanıdır. Ama devlet kurumu için boşa çıkan bir silah ve koğuştaki bir adet yataktan başka bir şey değildir.  
Kazayla seken kurşun, yanlışlıkla ateş alan silah, intihar, yıldırım çarpması, yılan sokması ve kalp krizi gibi yaşanan olaydan ve askeri hayattaki mevcut durumla tutarlılığı olmayan, çelişkili açıklamalara çok defa tanık olduk. Askeri tutanakların hastane raporuyla çeliştiği, otopsi raporlarındaki çelişkiler, cenazelerin ailelerine gösterilmeden defnedilmesi gibi çelişkili durumları da gördük. Görmezden gelme ve örtbas etme geleneği sadece sivil hatta değil, askeri hayatta da ölümü meşru kılmak, pek çok davanın üzerini örtmek ve suçu-suçluyu gizlemek gibi işlevlere sahiptir. Dava ve soruşturma süreci nasıl geçerse geçsin, bu bir an önce kapatılması gereken ve saklanması gereken bir süreç olmuştur. Bundan dolayı, ne dönem hükümetleri, ne de TSK aydınlatıcı ve ciddi bir açıklamada bulunmuş; davalar hızla kapatılmak istenmiş ve takipsizlikle sonuçlandırılmıştır. Bu aşamada ailelerin içinde bırakıldığı şüphe ve belirsizlik süreci de en az kayıpları kadar mühimdir.
İsmail Saymaz’ın ifadesiyle, “Eğer bir aşamadan söz edeceksek, bu da ancak, kışlalardaki kuşkulu ölümlerin geldiği tahammül edilemez aşama olabilir. Öteden beri, gençlerin tabutlarına sarılan Türk bayrağı, bu kuşkuyu örtmeye yetmiyor.” Bu kuşku ve ailelerin artık “Evladım neden öldü?​” sorusunu sorabilme cesareti, Saymaz’ı bu kitabı yazmaya iten gerekçelerin başında geliyor. Hele ki kışlalarda öldürülen askerlerin önemli bir bölümünün Alevi, Kürt ve Ermeni olması ırkçı nefret suçlarına dair sorulardan ötürü kitap sürecin dış tanığı olan normal vatandaşa da görevler yüklüyor ve sorgulamaya zorluyor. Dolayısıyla, etnik ve dini kökendeki aileler bu korku ve şüpheye zaten sahipler. Önemli olan, bu kitabın resmi ideolojinin sırtını dayadığı Sünni Türk ailelerine de bir farkındalık kazandırmasıdır. Kitabın en olumlu yanlarından biri de, bu farkındalığı kazandırmak için Saymaz’ın rakamlardan çok daha fazlasını veriyor oluşudur.

ASIL ASKERLİĞE ISINDIRMAK SUÇTUR

Kışlalarda yaşananların öncesinde askerlik kurumunun gerekliliği üzerine de düşünmek ve “ne yapmalı”yı tartışabilmek gerekir. Askerlik hizmeti, vatan-millete karşı bir ödev adı altında meşrulaştırılamaz. Bu bağlamda, kimse “Ben askere gitmem,” dememeli, “Kimse askere gitmesin,” demeli; “Çocuklarımızı askere göndermeyelim,” diyebilmeli. Barış, kaçınılmaz iki savaş arası olan bir olgu değildir. Bu bakış sinizm ve tarihi yanlış okuma değilse; orduların, devletlerin, egemen sınıfların, savaş tüccarlarının yanılsaması ve yanıltmasıdır.
İsmail Saymaz’ın kitabı yazış amaçlarından belki de en temeli, askeri kurumların demokratikleşmesi umududur, askerlikten soğutmak gibi bir söylemi yoktur. Öte yandan, bugünün dünyasında “düşman”  karakterinin savaş açacağı varsayımıyla her an hazırda bekletilen, sınırlar ve bayraklara taptırılan eli silahlı genç sayısı düşünüldüğünde, askerlik, fiziksel olarak var olmayan bir vatana silahlı bir görevle bağlı olmak ve insan öldürme sanatı veya eğitimi olarak tanımlanabilir. Diğer deyişle, askerlikten soğutmak suç olamaz, asıl askerliğe ısındırmak suçtur. Bu soğutmaya ne kadar ihtiyacımızın olduğunu, belki de Sevak Balıkçı’nın annesi Ani Balıkçı’nın kitaptaki röportajında bulabiliriz.

ÖNCEKİ HABER

Suarez ısırıyor olabilir; FIFA kan emiyor

SONRAKİ HABER

Şeriatın ele geçirdiği yerlerde ilk yasak kadına

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...