29 Nisan 2014 06:00

Bu filmden daha ılımlısını bulamazlar

Kürt işçilerin çalıştığı bir şantiyede şef olarak çalışan İstanbullu Emine ile Muş’un bir köyünde İlköğretim Öğrencisi Ayşe’nin yaşamlarının savaşın sebep olduğu bir dizi olayla kesişmesini anlatan ‘Cennetten Kovulmak’ savaşın, cephedekileri değil de arkada kalanları nasıl sarstığı ile ilgileniyor.

Bu filmden daha ılımlısını bulamazlar
Paylaş

Devrim ACAROĞLU
Çağdaş GÜNERBÜYÜK


Kürt işçilerin çalıştığı bir şantiyede şef olarak çalışan İstanbullu Emine ile Muş’un bir köyünde İlköğretim Öğrencisi Ayşe’nin yaşamlarının savaşın sebep olduğu bir dizi olayla kesişmesini anlatan ‘Cennetten Kovulmak’ savaşın, cephedekileri değil de arkada kalanları nasıl sarstığı ile ilgileniyor. Ayşe’nin ablası Nazlı’yı canlandıran Gülistan Acet de Nazlı ve ailesi gibi kendi topraklarında yaşamayı sürdürememiş. 1985 Batman doğumlu Acet 7 yaşındayken ailesi Hizbullah teröründen kaçmak için çareyi İstanbul’a göç etmekte bulmuş.
Gülistan Acet geçtiğimiz sene Altın Portakal’dan, biri yönetmeni diğeri ise oyuncusu olduğu iki filmde ödülle dönmüştü. Kısa filmi ‘Karpuz Cenneti’ En İyi Kısa Film seçilirken, Rol aldığı ‘Cennetten Kovulmak’ En İyi Film Ödülünü ‘Kusursuzlar’ ile paylaşmış, kendisi de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü almıştı. İsimlerinde ‘cennet’ geçen her iki film de Kürdistan’da geçiyor ve ikisi de Gülistan Acet’in kendi yaşam hikayesinden kesitler taşıyor. Savaşın taraflarını birbirine anlatmayı deneyen filmin, en çok “Onları anlatmışsınız” eleştirileri aldığını anlatıyor. Gerisini kendi ağzından dinleyelim.

Ayşe’ye çok uzak değilmiş kendi hikayen…
Benziyor ama biz daha şanslıydık onlara göre. Kaybımız olmadan, dağa giden abimiz ablamız, öldürülen kardeşimiz olmadan, bir şekilde aile dağılmadan bir arada uzaklaşmayı başardık topraklarımızdan. Biz de kendimize göre travmalar yaşadık tabii. Önce Mersin’e gittik, 5 sene yaşadık, ardından İstanbul, depremden sonra yine Batman, sonra üniversite. Göçebe bir yaşamım oldu. Hiçbir yeri memleket gibi hissedemiyorum bu yüzden. Her yer aynı benim için. Devamlı oradan oraya gittiğinden doğru dürüst öğrenci öğretmen ilişkin olamıyor. Üç tane abim var, onlar nispeten rahat yaşıyorlardı, istediklerinde memlekete gidip gelebiliyorlardı. Kadınsanız daha zor oluyor tabii, çok fazla sınırınız oluyor. Sekiz kardeşiz, okula gidiyorsun, zengin de bir muhit, öğretmen ilk iş eğitim dersinde “Bugün hamburger yapacağız” diyor ama sen hamburger nedir bilmiyorsun. Garip anılarla dolu eğitim yılları. Sekiz kardeş olduğumuzu söylemezdim mesela, şimdi utanıyorum böyle yaptığıma ama gizlerdim, herkes tek çocuk, iki çocuktu…
“Oyunculuk eğitimin yok, Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü aldın, nasıl hazırlandın role, yöntemin nedir” diye soruyorlar. Yok yöntemim, annemin 20 yaşındaki hikayesine tutundum. Çok iyi gözlemlediğim diğer kadınları; halamı, teyzemi düşündüm.

Sen okulda dille ilgili Ayşe gibi sorunlar yaşamış mıydın?
Tabii ki, kim yaşamamış olabilir ki. Biri yaşamadım diyorsa sadece anlatmak istemiyordur. Ben şehirde büyüdüğümden Türkçem vardı. Ama Kürtçe şarkı söylediği için bir dayak yemişti bir arkadaşım, bir daha hiçbir şey için tahtaya kalkmadı, tek kelime etmedi.

Sinemayla üniversite yıllarında mı tanıştın?
Bursa’da Türkçe öğretmenliği okudum. Edebiyat okumak istiyordum ama iş garantisi olsun bir de formasyonla uğraşmayım diye Türkçe öğretmenliği okumamı önerdi çevrem. Keşke edebiyat okusaymışım, 5 yıldır atanmadım çünkü. Senaryo yazımında olumlu bir etkisi olduğunu düşünüyorum ama eğitimimin. Bursa’da okurken 3 sene tiyatro eğitimi aldım. Sinema eğitimine de başladım aslında ama çok teorik bir eğitimdi, 2-3 hafta anca dayanabildim. Okul biter bitmez İstanbul’da MKM’de sinema eğitimine tekrar başladım. Kısa filmimi çektim ve ardından Ferit’le (Karahan) tanıştım.

SAVAŞIN MAĞDURLARI KADINLAR VE ÇOCUKLAR
Savaşı görmüyoruz ama hikayenin gizli öznesi gibi hep…
Aynen öyle. Ferit erkeklerin hissetmesi biraz daha zor olabilecek bir yerden yakalamış bence. Savaşın mağdurları çoğunlukla kadınlar ve çocuklar oluyor; savunmasız olanlar, tek başına tercih yapamayanlar, başkalarının sundukları hayatı yaşayan insanlar. Emine ve Ayşe, dolayısıyla anneleri savaşın en büyük mağdurları oluyor.

Emine ile Ayşe’nin normal şartlarda karşılaşması mümkün olmaz sanırım...
Emine de Ayşe de kendi ait oldukları toplumdan, belki tercihlerinden belki mecbur kalarak yaptıklarından dolayı dışlanıyorlar. İkisinin de kendi hayatlarından ters yöne doğru bir yolculuk başlıyor. Onlar için cennet ait oldukları yer ya da gördükleri kadarı. Ama bir şekilde ayrılmak zorunda kalıyorlar. Bu kadar birbirine uzak insanlar savaş yüzünden benzer acılar yaşayabiliyor. Üstelik biri çocuk diğeri kadın. Savaş karşısında nereli olduğunuz, eğitim seviyeniz, yaşınız çok belirleyici olmuyor. Her şekilde savaş sizi yıkıyor.

Narin’in ve ağabeyinin hikayeleri farklı. Onlar “kaçmayı” değil savaşmayı seçiyorlar. Oysa aileleri benzer sebeplerle İstanbul’a gidiyor. Çok politik olmayan gündelik dertlerle uğraşan insanlar oldukları için şaşırtıyor da izleyiciyi tercihleri...
Kardeşlerini öldürüyorsunuz, toprağını sürmeye izin vermiyorsunuz, okulda dilini aşağılıyorsun, yaşam alanı bırakmıyorsunuz. Ya gidecekler, ya savaşacaklar. Evet çok politik olmamalarına rağmen şartlar bunu gerektiriyor. Narin çok fazla seçme şansı olmasa da zeki ve güçlü bir karakter. Abisi Yusuf da öyle. Koruculara kafa tutuyor, komutanla tartışıyor. Kendine ait olan şeyi vermemek için diretiyor. Dolayısıyla İstanbul’a gidip bir bodrum katta tekstil atölyesinde üç kuruş paraya günde 13-14 saat çalışmayı tercih etmiyorlar. Bunu yaşayacak karakterler değiller onlar bence. Benim anlamadığım şekilde, insanlar bu filmin çok taraflı olduğunu, Kürtlerin dağa çıkmasını meşrulaştırdığını söylüyor. Oysa film zaten birbirini anlama üzerine kurulu. Evet yolunda gitmeyen şeyler var ve insanlar dağa çıkıyor, ölüm öldürme üzerine bir savaş verme durumunda kalıyor. Bunun sebeplerini sorguluyor zaten film. Karşı tarafı anlamak için biraz gayret sarf etmek lazım yoksa çok daha fazla yalnızlaşacağız.

Batıdan nasıl tepkiler geliyor filme?
Ben eğitimle, insanların iç içe geçmesiyle daha ılımlı olduğumuzu düşünüyordum ama dün Mersin’den, Antalya’dan, İzmir’den mailler geldi. Filmi soranlara sinema salonlarından biz “Terörist miyiz bu filmi gösterelim” denmiş, kavga etmişler. Çok şaşırdım. İzmir güya demokrat olduğu düşünülen bir yer.

Oysa filmde batılı bir ailenin asker çocuklarının ölümü karşısındaki üzüntüleri de var. Yeterli gelmiyor demek…
Kimse bir şeye tatmin olmuyor. “Kürtlerin acılarını Türklerden daha fazla anlatmışsınız” diyen oluyor. “Göçü de anlatmışsınız, dağa çıkmayı da anlatmışsınız, Kürtler daha çok yer almış” diyor. Eee ne yapalım ki; göç var, dağa çıkmak da var. Vallahi bu filmden daha ılımlısını bulamazlar.

KÜRT SİNEMACIYIZ YA...
Kürt sinemacı bulmuşken süreç sormasak ayıp olur?

Ferit’le en büyük şikayetimiz filmin sadece politik tarafının sorgulanıp estetik tarafı ile ilgili bir şey söylenmemesi oluyor. Başkalarına çocukluk hayallerini soruyorlar. Bize, Kürt filmiyiz ya; Selahattin Demirtaş’ın yanıtlaması zor sorular geliyor. (gülünüyor)
Şaka bir yana; cenazelerin gelmemesine sevinmeyen olduğunu sanmıyorum ama uzun vadede ne olur kestiremiyorum. Çok umutlu olduğumu söyleyemem. Hâlâ somut bir adım atılmış değil. Hâlâ insanların birbiri ile ilgili algısı değişmiş değil. Bakanlıktan böyle filmlere destek çıkması sürecin ürünü. 5 yıl önce desteklenmezdi, şimdi desteklenir mi onu da bilemiyorum…

BİR YAS TUTMA RİTÜELİ
Oğlunun ölümünün ardından saçını kesiyor annesi. Yaygın bir gelenek mi bu?

Êzidîlikten gelen bir gelenek sanırım o. Bir yas tutma ritüeli. Oğlunuzu, eşinizi ya da çok sevdiğiniz bir yakınınızı kaybettiğinizde saçlarınızı en dipten kesip yas tutarsınız. Hâlâ bu ritüeli yapan var fakat eskisi kadar yaygın değil. Başka ritüeller de var, siyah giyinmek gibi. İnsanlar şimdi daha politik oldukları için bu yas tutma ritüelleri azaldı. Kayıpları onur duyulacak, övünülecek bir şey olarak görüyorlar. “Yas tutmayacağız daha dik duracağız” düşüncesi daha hakim.

Bu bakış açısı karşı tarafta da var…
Biz Kürtler politikleştikçe Türklerin düştüğü hatalara, kendileri ve bizim için kurdukları tuzaklara düşebiliyoruz. O kadar çok şehit cenazesi izledik ki şimdi Kürtler yapıyor aynı şeyi. Yas tutmama düşüncesini o yüzden sevmiyorum. Sen annesin, babasın çocuğunu kaybetmişsin.

İYİ BİR PROJE GELİRSE OYUNCULUK YİNE YAPARIM
Ödül alan Kısa Filmin Karpuz Cennet’i doğrudan senin hikayen sanırım...

Karpuz Cenneti benim kardeşimin hikayesini anlatıyor. Ölümden çok korkan 7-8 yaşlarında bir kız. Arkadaşı da Hizbullahçı bir ailenin kızı, durmadan cennet cehennem üzerine konuşuyor. Cennette istediği meyveyi yiyebileceğini söylüyor. Ergen olmadan ölürse günahları sevapları ölçülmeyeceğinden direk cennete gideceğini düşünerek vakit kaybetmeden kendini öldürmesi gerektiğini düşünüyor. Film bu kızın intihar etme çabalarını anlatıyor.

Şu sıralar neyle uğraşıyorsun?
‘Karpuz Cenneti’nden sonra ikinci kısa filmimi çektim. Yine politik bir hikaye. Kızı dağa çıkan bir annenin kızını bekleyişini anlatıyor. Şimdi üçüncünün senaryosunu yazdım, onu çekeceğim. Yine çocukların dinden kaynaklı travmalarını anlatıyor. Daha sonra da uzun metrajlının başına oturacağım. İyi bir proje gelirse yine oynar sonra kendi işime, yönetmenliğe dönerim.

ÖNCEKİ HABER

Karşı Direniş Ali İsmail’i unutmadı

SONRAKİ HABER

\'Türkiye Rojava’yı boğmak istiyor\'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...