27 Nisan 2014 09:20

Ben daha ölmedim!

“Öksürük, tıksırık, kemik erimesiyle bitmeyen sızılarla sızlanıyorum belki. Ama bu kadar yılı devirirken neler gördüm neler... Bir anını dahi unutmak istemediğiniz tarihi bir puzzle'ın küçücük bir parçası olmaktır belki de uzun ömrün sırrı? Kim bilir?”

Ben daha ölmedim!
Paylaş

Ayşen GÜVEN

Not: Bu yazıda anlatılan olayların tamamında gerçek hikayelerden referans alınmıştır. Ancak anlatıcı ve onun anlattıkları hayal gücümüz marifetiyle kurgulanmıştır.

Adım Harriet. 1857’de Newyork’taki bir tekstil fabrikasında çıkan yangında ölmüş teyzemin adını vermişler bana. Şimdi size yaşımı söylesem inanmazsınız tabi. 120’den sonra artık üzerine eklemeyi bıraktım desem yeterli olacaktır herhalde. “Uzun yaşamın sırrı” bugünlerin tartışma konusu. Ben de hiç düşünmezdim bir türlü bitmeyen bir ömrü. Üstelik bu kadar uzun yaşamanın en zor yanı artık dayanılmaz sırt ve bel ağrılarınızın olması. Bir de solunum zorluğu. Bunların hepsi 1800’lerin ortasında “mill girls’lerden (fabrika kızları)” biri olmamla ilgili. O zamanlarda dokuma işçisiyken yani günde 12-16 saat, tükenene kadar çalıştığımız zamanların mirası. Bir de ham pamuktan ipliğe, iplikten kumaşa ve sonra da kıyafete kadar geçen süreci ciğerlerimize de dokumamızla ilgili. Öksürük, tıksırık, kemik erimesiyle bitmeyen sızılarla sızlanıyorum belki. Ama bu kadar yılı devirirken neler gördüm neler... Bir anını dahi unutmak istemediğiniz tarihi bir puzzle’ın küçücük bir parçası olmaktır belki de uzun ömrün sırrı? Kim bilir?

Mesela 1 Mayıs 1886’daki büyük grevde ve Haymarket Katliamı’nda oradaydım desem? Uzun ömrün güzelliği; büyük direnişler, grevler, kazanımlar görmüş olmak… Böylece “Yıllardır mücadele ettik, örgütlendik, sendikalaştık da ne oldu” demiyorsunuz. Biz hepsini yaptık ve bir şeyler oldu, üstelik bunu siz de biliyorsunuz; kitaplarda yazıyor, filmlerde anlatıyor. Bir de şimdilerde “işçi sınıfı kalmadı” yahut “kol gücüyle çalışan işçi tarih oldu”, “sınıf mı kaldı ayaklanacak”, ... deniyor da deniyor. Pamuk artık ipliğe, iplik kumaşa kendiliğinden mi dönüşüyor? Tekstil işçileri bugün bile atölyelerde, fabrikalarda sabahlamıyor mu? Ya da dünyayı bir anlığına bile olsa durdurabilecek bir gücün şarteli hala enerji yahut metal işçilerinin elinin altında değil mi? Bunları duymak bile üzüyor beni. Sonuçta daha ölmedik, buradayız işte. Ya teknoloji diyeceksiniz. Sanayide makinanın, makinada bilgisayarın rolünün büyüdüğünün elbette farkındayım. Peki neden aradan geçen neredeyse 150 yıldan sonra yine esnek çalıştırılmaya karşı talebimiz “eşit işe eşit ücret” ve “8 saat iş günü”? Şimdi de yine onlar daha çok daha çok kazansın diye makinayla işçi birlikte eritilmiyor mu? Ben anlamıyorum!

Neyse o güne gelecektik değil mi? Bir de yaşlılık belası unutkanlık var artık. Evet, tam “fabrika kasabalarına” getiriyordum lafı. Hiç duydunuz mu bilmiyorum? Ben çocuk yaşta işçiliğe orda başladım. O zamanlarda dokuma ve tekstil bizde en büyük üretim kalemlerindendi. Ve bir Amerikan köylüsünün kız çocuğuysanız, hayata “dokuma işçiliği” ile atılmaktan başka yolunuz yoktur. O zamanlar fabrika içlerinde sadece liflerden iplik yapılıyordu. Hem bugün olduğu gibi sentetik iplik, akrilik iplik, bitkisel ve hayvansal iplik ayrımı da yoktu. Bütün iplikler pamuktandı, doğrusu sağlıklıydı. Zaten sentetik iplik de neymiş! O iplikleriyse köylerden alıp getirilen bizler dokuyorduk. Bütün hayatımız ailemizden uzakta çalıştığımız bu evlerdi. Fabrika kasabalarında gece vakitlerine kadar çalıştırılan bizler için pansiyonlar bile düşünülmüştü. Ancak önceleri ücretsiz olan bu pansiyonlar için sonraları bizlerden kira alınmaya başlandı. Patronlar o pek kıymetli adlarını verdikleri bu fabrika kasabalarda ortalama 80 kadını bir odada çalıştırıyordu . 2 erkek ustabaşı nezaretinde ve havasız bu odaların kapıları üzerimize kilitleniyor 14 saate kadar mesai yapıyorduk. Benim kadın dediğime bakmayın 10 yaşında kız çocukları da vardı 30 yaşında kadınlar da. Sıcakta, bunaltıcı o odada boğuluyormuşsunuz gibiyken hala çalışmak... Ah “bir ömür ısınmamıza yetecek” pamuk ve iplik tozunu içimize çekmişiz meğer.  

Bütün bunlara rağmen ücretler ve kalacak yerimizin olması fabrika kasabalarında hayatı katlanılır kılıyordu. Kısa bir süre sonra evvela ücretlerde kesinti oldu. Böylece biz fabrika kızları ilk kez iş bıraktık. Aman ne kıyamet koptu! Kadınların iş bırakması “kadınlığa” uymazmış. Zaten o günden sonra her fabrika kasabasında uygulanan katı kurallarla baskı daha da arttırıldı. Örneğin; gece sokağa çıkmamalıydık, kiliseye gitmemezlik yapmamalıydık, tabi bir de iş bırakmamalıydık. Yoksa “ahlaksız” olurduk. Bir yandan ahlakımızın çekiştirilmesi dayanılmaz hale gelirken öte yandan pansiyonlar için kira alınmaya başlanması canımıza tak ettirdi. Uzun sohbetlerin ardından “Fabrika Kızları Birliği”ni kuruverdik. Ondan sonra iş bırakmalarımızın devamı “birlik” olarak geldi. Artık hepimizin sorunlarının aynı olduğunu biliyorduk. O zaman slogan falan bilmiyoruz biz, iş bırakmalarda danslar ediyorduk bir de Mary Wollstonecraft’tan pasajlar okuyorduk. Çok yorucu, zaman zaman korktuğumuz ama çok heyecanlı ve mutlu olduğumuz günler oldu bunlar.
Artık yetişkin birer kadın olmuştuk. Yavaş yavaş fabrika kasabasından ayrılma vakti gelmişti. Sizin deyişinizle “ışıklı Amerika kentlerinden” Chicago’ya büyük fabrikalara gitmek gerekliydi. Belki oralarda daha iyi ücretler alırdık, daha çok insan yerine koyulurduk. Şehre gittiğimizde karşılaştığımız ilk gerçek; biz kadın işçilerin ücretlerinin erkeklerden düşük olması oldu. Ellerimizi kanatarak pamuktan iplik eğirme işi “zayıf” kadın işçilerin yaptığı “basit” işlerdendi. Erkekler tezgah başında o iplikleri dokuyarak daha zorlu bir işin altından kalkıyorlardı. Ne gam! Derdimiz erkek işçilerle değildi, sonuçta onların da koşulları çok rahat değildi. Biz o devirde böyle kadınlık sorunları falan da pek konuşmuyorduk. Tamam “işyerinde taciz”, “aşağılanmak” gibi şeyler görüyorduk da bunları çok anlatamıyorduk sanırım. Herhalde geldiğimiz yerlerdeki “ahlak” eğitimlerinin sonucuydu böyle olması. Kadın işçiler olarak iyi bildiğimiz bir şey vardı ki emeğimizin karşılığında “eşit ücret” istiyorduk. Bu talep fabrikalardaki kadınlar arasında hızla yayılırken, bir butiğin arka odasında 2 kadının başını çektiği  “Kadın İşçiler Sendikasını” da kurmuştuk.

Kadın işçiler cephesinde hal böyleyken “8 saat iş günü” talebiyse tüm Amerikan işçi sınıfının gündemiydi artık. 1886 Mart’ının sonunda fabrikalar artık kaynıyordu. Sürekli toplantılar yapıyorduk. Bildirilerin elden ele dolaştığı, neredeyse her işçinin merakla aldığı ve büyük protesto çağrılarının beklendiği günlere girmiştik. Ama aslında biz işçiler kararımızı vermiştik, grev zamanıydı! Uykusuz günlerin, uzun mesailerin sersemliğinin ortasında Amerika İşçi Sendikaları Federasyonu ABD’nin her yerinde 1 Mayıs’ı sekiz saat iş günü için grev günü ilan etti. İşçi Kadınlar Sendikası olarak biz de “eşit işe eşit ücret” ve “8 saat iş günü” için bu çağrıyı kuvvetlendirdik. Adeta tüm kıtada işçiler alarma geçmişti. Ciğerlerimizdeki pamuk ve iplik tüylerini dışarı üfürmenin vakti gelmişti!
1 Mayıs sabahı serindi ama açık bir hava vardı. Yağmurun yağmayacak olması işlerin iyi gideceğinin ilk işareti gibiydi. Size bahsedemediğim 2 çocuğum ve aynı fabrikada işçi olan kocamla yürüyüşe gidiyorduk. Tüm işçiler eşleriyle, çocuklarıyla doldurmuştu Chicago sokaklarını. Binler birden bire on binler olmuştu. O şaşkınlığımızı ve sevincimizi anlatmam mümkün değil. “Ortalıkta sadece bandolar, neşeli şarkılar, keyifli ve gülen yüzler” görebiliyordunuz. Silahlı polisler, Pinkertonlar* ve milisler de çatılara çoktan yerleşmişti. Bu Pinkertonlar var ya tam bir kara belaydı. Patron ve devletin el ele verdiği sözde “özel güvenlik”! İşleriyse işçi düşmanlığı, grev kırıcılık aslında. Siz bunların adını en iyi Red Kit romanlarından hatırlarsınız. Neyse o mendeburları bir kenara bırakalım. 80 bin kişi toplanmışız o gün Chicago’da, inanabiliyor musunuz? Net rakamı tabii biz ilerleyen günlerde öğrendik. Siyahlar ve beyazlar, kadınlar ve erkekler... Ve ülkenin dört bir yanında 300 bin işçi iş bırakmış. Şimdi bunları yazarken bile heyecandan ellerim titriyor.
Coşkulu kalabalığa Albert sesleniyordu: “Cumhuriyet altında 109 yıl evrim geçirdikten sonra insanlar artık ekonomik bağlarından kurtulmak üzereler”... O görkemli günün ardından grevimiz sürdü. Fabrika patronları da canla başla grevi kırmaya, bizi içerden bölmeye çalışıyordu. Onlar da “yoksulluktan” gelmişti, “köylüydü”. Ne demezsiniz! Pinkertonlar fabrikalarda nöbetteydi. Korkutulmak isteniyorduk. 3 Mayıs günü kötü haberler geldi. McCormick fabrikasındaki arkadaşlarımıza polisler ateş açmıştı. Kayıplarımız vardı. Öfkemiz büyüdü ve yarım milyondan fazla olmuştuk sokaklarda. Basında çıkan haberler tahmin edeceğiniz gibiydi; “polisin dağılın yoksa ateş edeceğiz” uyarısına uymamışlardı işçiler. Kırbaçlanmışlardı, joplanmışlardı ve vurulmuşlardı. Polisin değil ölmek neden yaralanmadığını bile sormuyordu muhabirler.
4 Mayıs’ta Haymarket Meydanı’nda toplanmaya karar verdik. Sanki olacakların habercisi yine geniş gökyüzüydü. Karanlık ve soğuk bir hava vardı. Bu defa taleplerimizle birlikte öldürülen arkadaşlarımız için toplanmıştık. Miting tam dağılırken, kürsünün önüne, nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. O gün orada insanlık tarihinin gördüğü en büyük işçi katliamlarından biri gerçekleşti. Kimimiz yaralandı, pek çoğumuz  tutuklandı.. İdamlar... Asılan 5 arkadaşımızdan biri de Albert’tı, hani 1 Mayıs’ta o büyük kalabalığımıza seslenen. Kadın İşçileri Sendikasını kurduğumuz iki kadın vardı ya onlardan birinin de kocasıydı Albert. Ah güzel Albert!
Siz yorgun değilsiniz değil mi?
Sonrasında karanlık günler geldi. Fakat o görkemli grev sayesinde Amerikan işçi sınıfı gerçekten ciğerlerinden rahat bir nefes aldı.
Artık yoruldum, bu kadar yeter sanırım. Malum artık çok yaşlıyım. Ama siz işçi arkadaşlarım hala kalabalık ve gençsiniz. Yine güneşli 1 Mayıslar için yorgun değilsiniz diye tahmin ediyorum?

*Pinkerton: 1850’de Allan Pinkerton tarafından kurulan özel bir güvenlik ve dedektiflik şirketi. Kuruldukları dönemde işçi ve sendika karşıtı faaliyetler yürütüyor, patronların desteğiyle fabrikalarda grev kırıcılığına çalışıyorlardı. Bir dönem sayıları Amerikan askerininkini geçmişti.

Kaynak: Haymarket/1 Mayıs’ın Romanı-Martın Duberman




ÖNCEKİ HABER

Adil bir ücret adil olabilir mi?

SONRAKİ HABER

Sokak 1 Mayıs\'ta Taksim’e nasıl bakıyor?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...