20 Haziran 2011 02:57

Pınarlardan zehir akıyor

Bergama’ya yapılan altın madeni ile birlikte siyanürle altın ayrıştırmanın ve siyanürün zararları çokça tartışıldı. Bilim insanlarının dikkat çektiği tehlikeler ne yazık ki artık hayata geçiyor. Daha önce Kışladağ Altın Madeni çevresinde yaşanmıştı siyanür zehirlenmesi. Geçtiğimiz aylarda da K&uum

Pınarlardan zehir akıyor
Paylaş
Emine Uyar

Nisan ayında Evrensel Basım Yayın tarafından basılan Özer Akdemir’in “Anadolu’nun ‘Altın’daki tehlike-Kışladağ’a Ağıt” isimli kitabı Anadolu’da altın arama faaliyetleri ve buna karşı yürütülen mücadeleyi kapsamlı bir şekilde işlemekte. Kitabı önemli kılan bir konu da, Kütahya’da bugün yaşanan felaketlere yıllar öncesinden dikkat çekilmiş olması.

Kitabın “Dulkadirlinin Kaderi” isimli bölümünde, Kütahya Eti Gümüş Tesisleri’nin yakınlarında bulunan Dulkadir Köyü’nde gümüş madeni işletmesi sonrası yaşanan ve adeta koca köyü tarihten silme noktasına getiren değişimler anlatılıyor. Kitabın yazarı gazetemiz muhabiri Özer Akdemir konuyla ilgili sorularımızı yanıtları.

Dulkadir’e ilk olarak 2005 yılında gitmiştin. Maden çalışıyordu, köydeki durum nasıldı o dönemde?  
Eşme’de o zamanlar henüz faaliyete geçmemiş olan Kışladağ Altın Madeni ile ilgili belgesel çekimi için gittiğimiz Dulkadir’de üç kadın ve bir civciv satıcısı vardı sadece. 800 yıl önce Dulkadir beyliğine başkentlik yapmış olan köy, Eti Gümüş tesislerinin bölgeye gelmesinin ardından başlayan kanserden ölümler nedeniyle neredeyse tamamen boşalmıştı. Aslında bizim gittiğimiz zamanlar ve daha öncesinde de, tıpkı günümüzde olduğu gibi adeta ilan edilmemiş bir sıkıyönetim havası vardı etrafta. Jandarma köydeki kanser olaylarını araştıran, haber yapmaya çalışan gazeteciler dâhil önüne geleni gözaltına alıyordu o sıralarda. Biz de biraz bu tedirginlikle gitmiştik köye. Köydeki kadınlarla, onların tedirginliğini kırmak için bir hayli uğraştıktan sonra yapabildiğimiz söyleşinin ardından maden çevresinde de çekimler yaptık. Çekimlerimizin sonlarına doğru madenci şirketin bir aracı peşimize takılınca, yöredeki tedirginliğin kaynağını bizzat yaşayarak anladık. Şirketin aracını atlatabilmek için bir hayli sürat yaptığımızı anımsıyorum.

Bu çekimler sırasında iki şey dikkatimizi çekmişti. Bunlardan ilki, geçtiğimiz ay yıkılan atık barajındaki havuzların duvarlarında gördüğümüz geniş yarıklar idi. Yığma topraktan yapıldığını sandığımız havuzun duvarlarının çeşitli yerlerindeki bu yarıklar, bizde her an duvarların yıkılabileceği, siyanürlü atıkların ovaya taşabileceği duygusunu uyandırmıştı. Bu tespitimizi o gezi ile ilgili yaptığım haberde de fotoğrafı ile birlikte yayınlamıştık. İkinci dikkatimizi çeken olay ise aşağı yukarı 5-10 dakika ara ile atık havuzları civarından gelen patlama sesi oldu. Bu sesi daha önce İzmir Efemçukuru Köyü yakınlarında da duyduğum için ne olduğunu anlamıştım. Efemçukuru’nda TÜPRAG Şirketi tarafından işletilmek istenen altın madeni ile ilgili açılan sondaj kuyularını fotoğraflamak için Yeni Asır Gazetesinden bir gazeteci arkadaşımla gittiğimiz Efemçukuru Köyünde de bu patlama sesleri dikkatimizi çekmişti. Köylüler bu patlamaların üzüm bağlarına dadanan yaban domuzlarını kaçırmak için, küçük tüple yapılan bir düzenekten çıktığını anlatmışlardı. Eti Gümüş tesislerinde de kuşların atık havuzlarından su içmemesi için yapmışlardı bu düzeneği.

Bilim insanlarının Kütahya’daki Eti Gümüş İşletmesi ile ilgili görüşleri ve öngörüleri nelerdi?
Tesislerin canlı yaşamına etkileri konusundaki ilk bilimsel değerlendirme Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Necla Özdemir’e aitti. Dulkadir’de Eti Gümüş Tesislerinin çalışmaya başladığı 1987 yılından 1993 yılına kadar 22 kişinin kanserden ölmesini araştıran Prof. Özdemir, köy suyunda limitlerin çok üzerinde arsenik olduğunu tespit eder. Bu bilimsel tespite rağmen şirket ve devlet yetkililerine göre maden tesisleri masumdur! Kanserlere neden olan arsenik evlerin sıvasında kullanılan toprakta bulunmuştu. Bunun tesislerde kullanılan siyanürle ne ilgisi olabilirdi ki? Prof. Dr. İsmail Duman yüzyıllardır doğada zararsız bir şekilde duran arseniğin, tesislerde kullanılan siyanürle birlikte harekete geçtiğini belirterek yanıtlıyordu bu soruyu. Uyuyan canavar uyandırılmıştı yani…
Bilim insanlarının yıllardır dile getirdikleri bu bilimsel gerçekliklere rağmen yetkililer üç maymunu oynamaya devam etti. Hatta Eti Gümüş tesisleri, altın madenlerindeki siyanür kullanımına dönük eleştirilere yanıt olarak gösterildi. Özellikle Türkiye’deki altın madenlerini ‘krizden kurtuluş’ gibi gösteren raporlar hazırlayan iki DSP milletvekili Erol Al ve Hasan Özgöbek’in kulaklarını çınlatmak gerekiyor. Kendileri Eti Gümüş’ü her ortamda ‘örnek tesisler’ olarak göstermişlerdi.

Bölgede tehlike her geçen gün boyutlansa da aslında felaketin kıyısından dönüldü diyebiliriz. Tesislerin üç tane siyanür barajından birisinin duvarı çöktü. Siyanürlü atık sular diğer havuzlara doldu ve o günlerde üst üste yaşanan gelişmelerle, (yoğun yağışlar ve depremden bahsediyorum) havuzlar tamamen yıkılmanın eşiğine geldi. Belki de büyük bir şans, belki de madende çalışan işçilerin insanüstü gayretleri ile bu olmadı ama görünen o ki siyanür yer altı sularına karıştı. Tesislere 5 kilometre uzaklıktaki Köprüören köyünün içme sularında yapılan tahlillerde limitlerin %40 üzerinde siyanür tespit edildi. Aynı sudan tahlil ettirdiklerini iddia eden şirket ve devlet yetkililerinin tahlilleri ise alışıldık bir şekilde ‘temiz’ çıktı. Alışıldık diyorum çünkü bu filmi biz daha önce Eşme’de görmüştük. Kışladağ altın madeninde Haziran 2006 yılında meydana gelen siyanür kazası sonrası zehirlenen 2000’e yakın Eşmeli’nin zehirlenmesinde de aynı oyuna şahit olmuştuk. Yetkililer o zamanda siyanür zehirlenmesinde ‘arsenik’ aramışlar (!), tepki gelince kanlarda siyanür yok deyip çıkmışlardı. Tıpkı Kışladağ’da olduğu gibi buradaki durumda da bakanlar, valiler ‘hiçbir sorun olmadığını, herhangi bir tehlikenin kalmadığını’ açıkladılar hemen.

Dulkadir’de içen hayvanları öldüren, elini yıkayan köylüleri zehirleyen sudaki siyanürün normalin 221 katı olduğu dün gelen Hıfzısıhha raporlarıyla ortaya kondu. Bir kez daha ‘çok ucuz atlatılmış’ demekten başka bir şey gelmiyor aklıma. Buna karşın Sağlık Bakanlığı ve Kütahya Valiliği aynı gün yaptıkları yazılı açıklamalarla zehirlenmelerin siyanürle alakasının olmadığını açıkladılar. Neden oldu peki? Açıklama yok. Hastanede tedavi gören kişilerin analizlerini neden açıklamıyorlar o zaman? O insanlar psikolojik olarak mı zehirlendiler! Ölen hayvanlar nasıl öldü o zaman? Köprüören köyünün içme suyundan çıkan siyanür için ‘kışkırtıcıların işi, resmi tahlil değil’ deyip işi kapatma yolunu seçenler, devletin resmi Hıfzısıhha Kurumunun verdiği rapora ne kılıf bulacaklar bakalım. Büyük olasılık numuneler kurallarına uygun alınmamış diyeceklerdir. Eşme’de böyle olmuştu çünkü.

Yetkililerin bu olayları ört-bas etme, küçümseme, geçiştirme alışkanlıklarına doğa, bilimsel gerçekler böyle ölü hayvanlarla, zehirlenen insanlarla acı da olsa bir tekzip gönderiyor. Dulkadir köylülerinin son günlerde yaşadığı siyanür zehirlenmeleri işte bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Bölge insanı gerek yer altı sularına karışan, gerekse her an buharlaşıp havaya karışan siyanürle zehirlenmeye devam ediyor. O tesisler orada oldukça, çalıştıkça da bu sürecek.

Siyanürlü atık havuzları Bergama ve Kışladağ’da da var bildiğimiz kadarıyla. Oralardaki durum nasıl? Herhalde benzer tehlikeyi barındırıyor?
Eti Gümüş’deki kazanın benzeri siyanürle madencilik yapılan altın madenlerinde de görülebilir. Bu noktada ben asıl dikkat edilmesi gerekenin Bergama’daki altın madeni olduğunu düşünüyorum. Açıkçası orada da her an benzer bir felaketle karşı karşıya gelebiliriz ve bunun sonuçları Dulkadir ile kıyaslanamayacak büyüklükte olacaktır. Verimli Bergama Ovasının ortasına kondurulan atık barajı dolunca duvarlarını yükselttiler önce. O da yetmeyince ikinci bir baraj daha yaptılar tarlaların üzerine.  İşte bu iki atık barajı Kütahyadakilerden çok daha tehlikeli geliyor bana. Kışladağ, Gümüşhane Mastra için de aynı riskler söz konusu tabii. Mastra Altın madeni yakınlarında da benzer sorunların yaşandığı ancak madenci şirketin bunları örtbas ettiği haberleri geliyor. Nereye kadar sorunlar halının altına süpürülebilir ki. Dulkadir’de yaşananların, daha önce Kışladağ’da olanların hesabını birilerinin vermesi lazım. Bu birisi, benzer olayları sanki şirketler lehine aklama-paklama-örtbas etme görevini üstlenen Çevre Bakanı olabilir mesela. Tabii kendisini ‘çevrecinin daniskası’ ilan ederken, yaşam alanlarını, sularını savunmak için barışçıl protestolar yapan HES karşıtlarına, Hopalı’lara ‘eşkıya’ diyen Başbakan Erdoğan’ı da unutmamak gerek. Gaz bombalarının tetiklediği astım krizi ile ölen Metin Lokumcu öğretmenin, günlerdir hastanelerde şifa bulmaya çalışan Dulkadir köylülerinin, Kışladağ’da ölen-sakat doğan kuzuların, ineklerin, ördeklerin günahı da, vebali de, sorumluluğu da başta bu iki ‘zat-ı muhterem’ olmak üzere diğer yetkililerin omuzlarında.

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
Son olarak şunları söyleyebiliriz; Uluslararası altın tekelleri, su şirketleri, gıda devleri, yerli işbirlikçileri ile ülkemizin yer altı-yerüstü zenginliklerini yağmaya çalışıyorlar. Buna karşı ülkenin dört bir yanında çevre direnişleri başlıyor, gelişiyor. Bergama köylülerinin yaşam alanlarını siyanürcü şirketlere bırakmamak için başlattığı direniş, günümüzde Kışladağ’da, Ulubey’de, sürüyor. Karadeniz derelerini HES’cilere vermemek için sokaklarda, alanlarda. Kapitalist talana karşı gelişen bu çevre direnişleri bu özellikleri ile sınıf mücadelesinin de birer parçası aynı zamanda. Bu direnişleri büyütmek, birleştirmek günümüzün en yakıcı görevleri arasında. Sadece sudan, havadan, toprak ve ormandan değil, yaşamın sürdürülmesinden, çocuklarımızın, ülkemizin hatta insanlığın geleceğinden bahsediyoruz… (İzmir/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

Hatip Dicle'ye 2 yıl hapis cezası

SONRAKİ HABER

Zorunlu olarak başarısız!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...