24 Mart 2014 06:00

Kağıt, çuha, mum, rakı ve çeşmibülbül

Beykoz endüstri bölgesi için uygun olmasına karşın bazı girişimler yarım kalmıştır. Beykoz kağıt fabrikası da yarım kalan girişimlerdendir.

Kağıt, çuha, mum, rakı ve çeşmibülbül
Paylaş

Sennur SEZER

Beykoz endüstri bölgesi için uygun olmasına karşın bazı girişimler yarım kalmıştır. Beykoz kağıt fabrikası da yarım kalan girişimlerdendir.  

III. Selim’in kurulmasını emrettiği çuha ve kağıt fabrikalarının Beykoz’da inşaası uygun görülmüştü. Dönemin resmi belgelerine göre “Kağıthane yerinin seçilmesi ve binanın inşası görevi zahire nazırına (tahıl bakanına) verilmişti. Kağıthanenin, “çarh”larını döndürmeye yetecek bol akarsuyu bulunan bir yerde inşası gerekiyordu. İstanbul’un çeşitli yerlerini gezen Zahire Nazırı, Beykoz’da Hünkar İskelesi ve Akbaba arasında, Değirmenocağı mevkiini, su ve hava bakımından aranan vasıflara (özelliklere) uygun buldu. Bu konuyla uğraşan bakan kağıt fabrikası yapıldıktan sonra gerekli araç, gereçlerin ve kağıt hamurunun sağlanmasının ortalama altı ay, işçi alımı ve işçilerin gerekli ustalığa ulaşmalarının da altı ay süreceği hesabıyla ilk bir yılda yalnızca masraf yapılacağını hesap eder. Bu ilk yıldan sonra imalatın başlamasıyla bir süre sonra kağıt imalatı engellenebilecek ve kâra geçilecektir.

1805 yılına ait kayıtlarda Akbaba köyünden bir değirmenin, suyu Kağıthane’ye verilmek üzere satın alınması, Kağıthane’nin Müslüman işçileri için çevredeki mescidin onarımı isteği yer almaktadır. Aynı yılın kasım ayına ait bir belgedeyse padişahın kağıt ve çuha fabrikalarını gezip beğendiği yer alır. Ne var ki bu iki yeni tesis, Beykoz Çuha ve kağıt fabrikaları, 1807 yılında bir ayaklanmayla III. Selim’in tahtından indirilmesi sonucu, desteksiz ve bakımsız kalmıştır.

MUM YAPIM YERİ


Bir zamanlar, mum aydınlanmada önemli araçmış. Bugün keyif için kullanılıyorsa da zamanında cinsi bile önemliymiş. Mumun kokusu yapıldığı hammaddeye bağlı olduğundan Zanaatkarlar Kanunu’nda ( Kanun-nâme-i Ehl-i  Hiref) mumcularla ilgili özel maddeler vardır: “Mumcular mumlarını çürük ve kokmuş  yağdan yapamazlar. İyi yağdan yapıp, fitillerini fazla koymamalıdırlar.”

İstanbul Galata’da “Mumhane Caddesi”nde taş bir binada mum yapım yerinin olduğu, cami, kilise gibi büyük mekanları aydınlatmak için büyük boyda mumların yapıldığı bilinir. Mum yapımında genellikle  balmumu ve “stearin” denilen bitkisel bir maddenin karışımından yararlanıldığı gibi koyun yağlarından da yararlanılmıştır. Eskiden saraylarda ve zengin konaklarının aydınlatılmasında kokusu güzel diye pahalı balmumu kullanılırken, halk evlerinde yağ mumu yakılırmış. (Bu yüzden olmalı “Allah yağ mumu yakana yağ mumu, balmumu yakana balmumu verir” derler.)

16. yüzyılda II. Selim’in hasekisi Nurbanu Sultan tarafından Üsküdar’da yaptırılan mumhanede, Matbah-ı Âmire’de kesilen koyunların yağları ile  Yedikule’deki mezbahalardan alınan iç yağlarından faydalanıldığına dair bilgi  vardır. Mum imal edip satan esnafı, devletin atadığı “Şem’a-hâne Emîni”  yönetir, kontrol ederdi. Bu makamın damgalamadığı mumu satanlar cezalandırılırdı.

Daha sonra saray ve konaklarda Avrupa’dan gelen “ispermeçet” mumu kullanılması yaygınlaştı. İspermeçet balinalardan elde edilen bir maddeydi. Paşabahçe’de kurulan Billur Fabrikası uygun maden cevheri bulunamaması yüzünden 19 Ocak 1859’da geçici olarak ispermeçet (mum) fabrikasına dönüştürülmüştür.
Yabancılar tarafından işletilen binayı 1922 yılında Türkler satın almış ve burada içki üretimine başlamışlar. Çok geçmeden fabrika Türkiye’nin en büyük ve tüm ihtiyacını karşılayan alkol fabrikası olmuştur. Fabrikanın 1800’lü yıllarda eski mum fabrikasından kalma binalarının durduğu söyleniyor. Aynı zamanda içinde eski bir kilise de varmış. Bazı yapıların mum fabrikasından daha eski olduğu söylenir.

RAKI VE İSPİRTO FABRİKASI

Paşabahçe Tekel İçki Fabrikası olarak uzun yıllar hizmet veren bina aslında; Modiano cam fabrikası ve daha sonra Osmanlı-Fransız ortaklığınca kurulan ispermeçet mumu fabrikası olarak çalışan binadır.

Modiano cam fabrikası 1822’de çalışmasını durdurmuş, aynı yıl mum fabrikasının sahiplerinin ölümü ile fabrika hazineye devredilmiştir. Daha sonra bu bina bölümünü hazineden devralan Hasan Hulki Bey “ispirto ve müstahzarat-ı kimyeviye fabrikasını” kurarak üretime başlamıştır. 1926 yılında fabrika “men-i müskirat kanunu” (içki yasağı) dolayısı ile bir Polonya şirketine devredilmiştir. Bu şirketin bir yıl sonra iflasıyla, fabrika tekrar Hasan Hulki Bey tarafından alınarak çalıştırılmaya başlanmıştır.
1930’da “İnhisarlar İdaresi”ne devredilen fabrika, önce Çekoslovakya’dan getirilen saf alkol ile üretim yapmış, alkol, 1932’den sonra fabrikada üretilmiştir. 1933’de içki fabrikası yanındaki eski cam fabrikası satın alınıp yıkılarak sahildeki rıhtım yapılmıştır. 1930’da 200 işçi çalıştıran ve 43 derece incir rakısı olarak sunulan “Boğaziçi”, 47 derece ile sunulan üzüm rakısı “Hususi Fevkalade” burada üretilmiştir.

Tekel Umum Müdürlüğü Paşabahçe’de yönetimin öteki tesisleri yanında bir rakı fabrikası yapılmasına karar vermiş. 1937 yılında işe başlanmış 1939’da tamamlanmış. Zamanla fabrika genişlemiş, rakı üretimi önceleri iki milyon litre iken, 1967’de yedi buçuk milyon litreye, son yıllarda ise yirmi iki milyon litreye ulaşmıştır. Tekel’in özelleştirilmeden önce ülke çapındaki rakı üretiminin yüzde 37’si, votkanın da tamamı bu fabrikada üretilmiştir. Ayrıca yılda yaklaşık dört milyon litre saf ispirto üretimi de gerçekleştirilmiştir.

CAM FABRİKALARI

Beykoz’da, artık tarihin derinliklerinde neredeyse kaybolup gitmiş olan birçok ünlü cam fabrikası vardır. Darphane idaresine verilen İncir Köy’deki cam fabrikası 1846’da faaliyetine devam etmektedir. Sultan I. Mahmut döneminde Fransa’dan cam ustalarının getirtildiği, Sultan II. Selim döneminde ise Mehmet Dede adlı bir Mevlevi’nin camcılık öğrenmek için İtalya’ya gönderildiği bilinmektedir. Bu Mevlevi Usta İtalya dönüşü Beykoz’da bir fabrika kuruluşuna öncülük etmiş ve fabrikada camcılık yapmıştır. Bu tesiste bütün dünya tarafından Türk camcılık sanatının, en değerli ürünleri arasında kabul edilmiş olan “Beykoz işi” ve “çeşmibülbül” adı verilmiş olan çok başarılı örnekler üretilmiştir.

Daha sonra ise 1899 yılında, bu kez Paşabahçe’de Saul Modiano adlı bir Musevi’nin “Fabrica Vetramini di D. Modiano” adıyla kurduğu cam fabrikasıyla karşılaşırız. Ancak anlaşılıyor ki, 1902’lerde 500 kişi çalıştırılabilen bu fabrika başarılı olamamış, hemen hemen hiçbir iz bırakmadan, Beykoz’daki sanayi girişimlerinin bir kısmı gibi ortadan kayboluvermiştir.
Bu fabrikanın yerine daha sonra kurulan TEKEL fabrikasının bahçesindeki birkaç kalıntıdan başka elimizde hiçbir belge yoktur. 

Ortada herhangi bir kesin belge olmamasına rağmen Beykoz’daki tanınmayan ama çok ünlü cam fabrikasında, aynı zamanda çini ve porselen yapıldığı da söylenmektedir. Ancak bu girişimin başarılı olmaması üzerine Beykoz’daki bu fabrika kendi haline terk edilmiş ve yerine Yıldız Sarayı içinde kurulan “Çini Fabrikası”nın teknik yönden geliştirilmesine ağırlık verilmiştir. 1892 yılında kurulan bu fabrika, çeşitli sıkıntılı durumları aşarak günümüze kadar başarıyla ulaşabilmiştir. 67 yıl faaliyetini sürdüren Paşabahçe Cam Fabrikası, 6 Ağustos 2002 tarihi itibarıyla kapatılmıştır.

Yarın: Haliç; yoksul düşmüş bir asilzade


Yok edilen tarihsel mekanlar

Adnan ÖZYALÇINER

İstanbul’un tarihsel birçok mekanı yok edilirken kentsel dönüşüm, rantsal dönüşüme dönüştürülerek o mekanların sahibi olan, kuşaklar boyunca orada yaşamış olan insanlar yerlerinden edilerek çil yavrusu gibi dağılıyor, dağıtılıyor.  Bu mekanların kentle, kent halkıyla olan ilişkileri açısından tarihsel ve yaşamsal geçmişlerine bakmamız gerekir.

SULUKULE

Bu mekanların başında Sulukule gelir. Sulukule, Edirnekapı’dan Vatan Caddesi’ne inen sur boyunca süren Sulukule Caddesi’yle Karagümrük’e sarkan ara sokakların oluşturduğu bir mahalle. İstanbul’un yoksul mahallelerindendir. Tarih boyunca da öyle olmuştur. Nitekim 16 Eylül 1888’de bu yoksul mahalleye yapılan bir çeşmenin yazıtında şunlar yazılıdır: “II. Abdülhamit döneminde su nazırı (bakanı) Hacı Ahmet Galip Paşa’nın yoksul halkın ihtiyacına ayrılmak ve sakalara izin verilmemek üzere fisebilillah (Allah yolunda, karşılık beklemeksizin) yaptırılmıştır.” Bu durum mahalle halkının sakalarla (evlere parayla su taşıyanlar) su doldurmak için sıra kavgası yapacak kadar yoksul olduklarını gösterir.
Sulukule’deki evlerin çoğu derme çatma olmakla birlikte sur duvarlarının karşısına cadde boyunca sıralananlar, genelde iki katlı tahta ya da kâgir, bir bölümü yarı kâgir evlerdi, bunların dışları rengârenk boyalı, içleri de tertemiz badanalıydı.

Sulukule halkı çalgıcılıkla geçinmekle birlikte erkeklerin çoğu duvarcılık, badanacılık, ayakkabı boyacılığı gibi işlerde çalışırdı. Birçoğu arabacılık yapardı, aralarında işsiz güçsüzleri olduğu gibi üçkağıtçılık yankesicilik, hırsızlık yapanları da vardı. Kimileri de gezgin satıcıydı.

Mahallenin kadınlarıysa Sulukule’deki demircilerin ürettiği ızgara, maşa, sacayağı satarlardı. Kömür mangalları yaygındı o zamanlar. Kimileri de kırlardan topladığı ebegümeci, labada gibi yeşillikleri mahalle aralarında satarlardı. Bir kısmı da orada burada, ona buna fal bakarak geçinirdi. Baktıkları bakla falı pek ünlüydü.
- Falcı, fal bakarım hanım! diyerek mahalleleri dolaşanları da vardı. Mahallelerdeki kadınlar da bu işe pek meraklıydı o zamanlar.
Sulukuleliler şen şakrak insanlardı. Kendilerini eğlendirdikleri gibi çevrelerindekileri de eğlendirirlerdi.

Sulukule halkının çoğunluğu çalgıcılık yaptığından kızları neredeyse çocuk yaştan başlayarak çengiliğe soyunurdu. “Sivaslı Nazmiye’nin yeri”, “Erdoğan’ın yeri” gibi ünlenmiş pek çok evde gece yarılarına kadar yenir, içilir sabaha kadar vur patlasın çal oynasın eğlenilirdi.

Sulukule’nin renkli bir kişiliği vardı. Mahallenin kızları, kabak çiçeği rengindeki şalvarları, başlarında pullu yemenileri, sağ şakaklarının üstüne saçlarının arasına kıstırdıkları karanfilleriyle pek göz alıcı olurlardı. Ellerini bellerine koyarak salına salına yürümeleri onlara bambaşka bir hava verirdi. Oynarlarken alınlarına koydukları su ya da rakı dolu bardaklarla göğüslerini titrete titrete iki büklüm oluşları görülmeye değerdi. Bu sırada gencecik çengiyi izleyenlerden biri kızın açık kalan memelerinin arasına gıcır gıcır banknotlar sıkıştırırdı. Sulukule, bu şenlikleri izlemeye gelenlerle dolardı. O günlerde Sulukule’de bayram havası eserdi.

Sulukule’de bu şenliklerin yanı sıra kavga, gürültü de eksik olmazdı. Şenliğe gelir gibi kavga izlemeye gelenler olurdu. Ortalıkta kavga gürültü yoksa gelenler para vererek yapmacık kavga yaptırırdı. Kavga sırasında kadınlar kapılarının önüne çıkar ya da pencereden pencereye küfürlerin eksik olmadığı laflar atarak işe başlardı. Ardından evde ne varsa eşyalarını (radyo, televizyon, buzdolabı gibi) yemeklerini (dolma, börek, kek, pasta, kurabiye) ortaya dökerek birbirleriyle atışmayı sürdürürlerdi.
-Bizde bunlar var sizde var mı? diyerek birbirlerine nispet verirlerdi.

Sulukule’nin kendine özgü böyle bir yaşamı, renkli bir eğlence anlayışı vardı. Bugün artık ne mahalle ne de o insanlar var.
Geçmişi, özgün yaşamı, şen şakrak insanlarıyla yerle bir edilen mahallede kahverengine boyalı, iç içe geçmiş düzenli evler -pardon- villalar yer alıyor. Küçük bir AVM oluşturacak dükkanları, büyükçe kolejiyle kasvetli bir site görünümündeki mahalle sessiz ve boş. İnsanlar yokmuş gibi duruyor. Dükkanlar kepenkleri kapalı olarak karanlığa gömülmüş. Özel kolej dışarıdan bakıldığında eğitim yapıp yapmadığı belli değil.

Bir yoksullara adanmış çeşme yıkımdan kurtulmuş; surun dibinde karanlık siteye karşı eski yazı kitabesinin süslediği ak mermerli aynasıyla dimdik duruyor. Ama akmayan suyu, musluk deliğine sokulmuş demir çubuğu, yalağındaki inşaat artığı çer çöple hüzün veriyor.

Yarın: Derenin sonundaki kır kahvesi artık hayal

ÖNCEKİ HABER

Burun 1 trilyon koku algılayabiliyor

SONRAKİ HABER

Sokaktaki afişe üniversitede soruşturma

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...