03 Mart 2014 06:56

Toplumun şaşırtma yeteneğine güveniyorum

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Fatmagül Berktay, toplumun yolsuzluğu içselleştirdiği eleştirilerine ‘Türkiye toplumunun beni ve herkesi şaşırtma yeteneği var. Bir tek ona güveniyorum. Yani en dibe vurduğumuz noktada bile bir sürpriz yapar bu toplum” şeklinde yanıt veriyor.

Toplumun şaşırtma yeteneğine güveniyorum
Paylaş

Serpil İLGÜN

17 Aralık’taki yolsuzluk operasyonundan bu yana ortaya çıkan her belge sonrası yapılan bütün yorumlar, “Demokratik bir ülkede olsaydık…” diye başlıyor. Zaten 17 Aralık’tan bu yana jet hızıyla çıkarılan bütün yasalar, Türkiye’yi demokratik bir ülke olma ihtimalinden fersah fersah uzaklaştırıyor. Nitekim iktidar partisi, ortaya çıkan bilgi, kayıt ne olursa olsun yerinde duruyor.
Tüm bunlar olurken, kadınlar her gün birer ikişer katledilmeye, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri, “Türkiye’nin kadın sorunları” listesinin en başında yer almaya devam ediyor.
Hem siyaset, hem kadın çalışmaları alanında Türkiye’nin en yetkin isimlerinden biriyle, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İliş-kiler Bölümü, Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fatmagül Berktay’la bir araya geldik; Türkiye siyasetinin sıcak gündemlerini ve bu sıcak başlıkların kadın gündemine nasıl yansıdığını konuştuk.


Başbakanın oğluyla yaptığı telefon görüşmesi istifa getirmedi ama 17 Aralık sürecini Erdoğan için başka bir evreye taşımış oldu mu sizce?
Doğrusu, bilmiyorum. Gündelik politikadan ziyade, politikanın daha uzun erimli sorunlarıyla ilgilenen bir insanım. O yüzden de gün gün cereyan eden felaketleri duymak, görmek istemiyorum! Çünkü bunlar bütün toplumun zehirlendiğini gösteren şeyler. En çok ondan korkuyorum. Yani karşımızda gerçek anlamda bir politika yok.

17 Aralık’tan bu yana yaşananları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir güç siyaseti. Gücü, iktidar kılıcını elde tutan, canının istediği her şeyi yapabileceğini zanneden bir zihniyetin yapıp ettikleri… Bu ancak hakikaten totaliter ülkelerdeki toplama kamplarının mantığıdır. Her şey olabilir, her şey yapılabilir. Türkiye henüz totaliter olmayan bir toplum. Ama bu toplum bunu içselleştirirse, bu kadar değer aşınmasına uğrarsa, kurumlar da bu kadar tahrip edilirse yarın ne olacak? İnsan ondan çok korkmaya başlıyor.

Toplumun bunu içselleştirip içselleştirmediğini salt sokağa yansıyan tepkiden anlamamız mümkün mü? Ya da mesela kamuoyu yoklamalarında AKP’nin oylarını koruduğunu gösteren sonuçlara bakarak toplumun yolsuzluğu içselleştirdiği söylenebilir mi?
Biraz öyle. Açıklanan o oranlar doğru mu değil mi, ona da bir pay bırakmak lazım ama insanlar “Ne var yani, bütün iktidarlar yolsuzluk yapıyor” tepkisini veriyorsa, orada hakikaten değer aşınması çok belirgin olarak ortaya çıkıyor. Ama ben şunu da söyleyeyim; Türkiye toplumunun beni ve herkesi şaşırtma yeteneği var. Bir tek ona güveniyorum. Yani en dibe vurduğumuz noktada bile bir sürpriz yapar bu toplum.

Gezi gibi mi?
Gezi gibi… Daha önce de, yani son 30-40 yıla baktığımızda toplumun seçim tercihlerinin, oy verme kalıplarının hiç de irrasyonel olmadığını görürüz. Bu toplumun bir sağduyusu olduğunu gösterir. Bunu hep aklıma getiriyorum. Dediğim gibi, bu toplum insanı şaşırtır. O yüzden bu toplumdan ve içinde yaşadığımız koşullardan o kadar da ümit kesmiyoruz.

Sizce, 17 Aralık sonrasında da “darbe”, “vatana ihanet”, “faiz lobisi”, hatta “robot lobisi” gibi argümanları öne çıkaran Başbakan, böylelikle mesela son MİT Yasası’nın sonuçlarını önemsizleştirmeyi başarıyor mu?
Başbakanın bütün konuşmalarına dikkat edin, bize dost hiç kimse yok. Başbakan kendisini Türkiye saydığı için, herkes düşman. Eğitimimizin içinde zaten on yıllardır var olan bu dost-düşman ayırımını çok iyi kullanıyor ve iyice pekiştiriyor. Ve bu kendi başına ideolojik bir silah oluyor. Mesela bütün anketler toplumdaki güvenin çok zayıf olduğunu gösteriyor. Kurumlara güvenin olmaması belki daha doğal ama yurttaşın yurttaşa güvenmemesi, herkesin birbirini kendisine kazık atacak birisi gibi görmesi feci bir şey. Toplumun çözülmesine yol açar. Dolayısıyla, komplo teorilerinin yaygınlığıyla bu güven kaybı el ele gidiyor. Yaşananları komplo teorisi ve düşman mantığıyla açıkladığınızı zannediyorsunuz, ama aslında hiçbir şey açıklanmıyor. Bu ideolojik bir kalıp. Bunu iktidar çok iyi kullanıyor ama toplumda da karşılığı var. Bir kere sizi düşünme zahmetinden kurtarıyor. Dolayısıyla tavır alma zahmeti de yok. Bildiğiniz kalıpları, klişeleri tekrarlayarak hayatınızı sürdürebiliyorsunuz. Ve bu sonuçta iktidara çok yarıyor.
Aslında tüm bunlar jakoben toplumsal mühendislik eğitiminin bir bakıma çok başarılı olduğunu gösteriyor. Jakobenizmi herkes kullanır, daha önce modernist, Kemalist jakobenizm, şimdi İslami jakobenizme dönüşüyor ya da adına ne derseniz. İslami bile diyemeyeceğim bir şey bu çünkü. Bu arada zaten müthiş bir güvenlik devleti haline geliyor Türkiye. Bütün dünyada güvenlik devleti yükseliyor, tabii. Ama bizim coğrafyamızda, bunun iyice pekiştiğini görüyoruz. Unutmayalım ki, güvenlik devleti zaten korku, ötekileştirme ve düşmanlık üzerine kuruludur.

Tüm bu dost-düşman argümanı ve mağduriyet söylemiyle AKP, 10 yıldır ülkeyi kendilerinin değil “paralel” bir yapının yönettiği söylemiş oluyor. Bu bile tek başına hükümetin düşmesini gerektirirken, nasıl oluyor da bu kadar silikleşebiliyor?
Çünkü gerçek bir muhalefet yok. Demek istediğim, herkes aynı kuvvet politikası içinde birbirlerine klişelerle salvo atışlarında bulunuyor. Bu kuvvet politikasının dışına çıkabilen yok. Muhalefet de aynı zihinsel çerçeve içinde. Benim sahte politika dediğim şeyin dışına çıkamıyor. Dolayısıyla, gerçek anlamda bir muhalefetin olmaması, bu iktidarın herhalde en büyük şansı.
Bence “mağduriyet politikası” da bir süreliğine işe yarar görünse bile, sahte politikanın bir parçası. Bu söyleme dayanırsanız kimlik politikası içine kısılıp kalırsınız ve oradan yeni, dönüştürücü bir politika çıkmaz. Bunu sol için de söylüyorum, kadınlar için de söylüyorum, Kürtler için de söylüyorum. Kimlikten gerçek anlamda politika çıkmaz. Kimliği baz alarak politik eylemler yapabilirsiniz, o ayrı. Ama uzun erimli dönüştürücü bir politik tavır bundan çıkmaz. Nitekim bunu görüyoruz. Ama öte yandan bu mağduriyet söylemine insanlar çok yatkın, dolayısıyla toplumda bir karşılığı var. İnsanlar ergen tepkisi veriyor. Dikkat ederseniz hiçbir şey bizim kendi yüzümüzden olmuyor, hep “falanca arkadaş yüzünden” oluyor, “Hoca bize takıyor”, “başkalarına torpil yapılmış” oluyor, vb. mutlaka hep kendi dışımızda bir başka neden var. Bunun politik tezahürü de “dış güçler”, “paralel devlet”, “liderin çevresindekiler” vb. vb. oluyor! Bir tür yapboz gibi birbirini tamamlıyor bireylerdeki ve iktidardaki bu “başkasına projekte etme” zihniyeti diye düşünüyorum. Bir yandan da tabii derin bölünmeleri olan bir toplum bizimkisi, dolayısıyla suçu bir “öteki”ne atmak iyice kolay. Bunları kaşımak, kısa vadede prim yapabilir, ama orta ve uzun vadede çok feci sonuçlara yol açar.

Gerçek muhalefet kavramının altını çizdiniz. Açar mısınız, ne anlamalıyız gerçek muhalefetten?

Demek istediğim, iktidar ile aynı genel politik iklimin, aynı zihniyet kalıbının içinde kalarak sahiden yeni, farklı bir yaklaşım getiremezsiniz. Farklı bir zihniyet ve söylem kullanmanız gerekir. CHP örneğin, farklı bir şey söylüyor mu? Var olanın, genel geçer kabul edilen kalıpların dışına çıkabildi mi? Bence sadece aslında iktidarın kurmuş olduğu politik sahne içinde ona laf yetiştirmeye çalışıyor ve tabii böyle olduğu için de hep geriden gitmeye mahkum oluyor. Yani gündemi sahneyi kuran belirliyor ve siz de o sahnede size düşen negatif, muhalif rolü oynuyorsunuz. Bu hem partinin kendi içindeki çatışmalardan, hem de cesaretsizlikten kaynaklanıyor ama sonuç olarak kurulan politik sahne, iktidarın kurduğu sahne. O sahnenin içinde bir rolünüz var ama sahnenin kendisini değiştirmeye cesaret edemiyorsunuz. Muhalefetin o sahneyi değiştirmesi lazım; cesaret çok önemli bir politik erdemdir. Aslında yerel seçimler bu açıdan CHP için bir fırsattı ama kullanmamayı seçti. BDP’nin de aynı şekilde fırsat kaçırdığını düşünüyorum. Çünkü demokrasi meselesinin barışla, çözüm süreciyle ne kadar ilgili olduğunun altını çokça çizemediler.


KADINLARA MİKROFON UZATILMIYOR

17 Aralık’tan bu yana kadın sözü neredeyse hiç yok. Meclis görüşmelerinden sistem partilerinin grup toplantılarına, televizyondaki tartışma programlarına kadar bütün alanlar erkek hakimiyetinde. Neden?
Çünkü bizim memleketimiz bu! Medyamız da bu! Bu konuda konuşacak kadınlar yok mu? Var. Ama kimse onlara mikrofon uzatmıyor. Şu da var; örneğin akademide bu meselelere emek vermiş, vermeye devam eden kadınlar gündelik politikanın şehvetine kapılıp bir şeyler söylemiyorlar. Söylemeyecekler, o da besbelli. O yüzden de kadın sözü görmüyoruz. Yalnız tabii bu karamsar bir tablo, bunu kırmaya çalışan kadınlara ve kadın örgütlerine haksızlık etmeyelim. Bunca olumsuz koşula rağmen çok önemli bir çaba harcıyorlar.


KADININ BEYANI NEDEN ESASTIR?

Kabataş olayının gerçek olmadığı görüntülerle kanıtlanınca, konuyla ilgili Başbakanın arkasında hizalananlar, bu tutumlarını “kadının beyanı esastır” ilkesine sığınarak gerekçelendirdiler. Öncelikle, kadın hareketi arasında da tartışmalara neden olan “Kadının beyanı esastır” ilkesinden ne anlamalıyız?
Kadının beyanı hangi bağlamda esastır, bu nasıl bir ilkedir, bunun üzerine konuşulmuyor. Tamamen sonuçlar üzerinden hareket ediliyor. Kadın hareketi de, yani onlar adına konuşanlar da aynı şeyi yapıyor büyük ölçüde. O yüzden özcü, kimlikçi yaklaşımlara çok dikkat etmek gerekir. Kadının beyanı esastır ilkesini bir “mutlak hakikat”e çevirdiğiniz zaman özcülük yapmış oluyorsunuz.
Kadının beyanının esas olması ne demektir? Kadın şiddete maruz kaldığı vakit, mesela polise başvurduğunda, polisin onun beyanını hemen kabul etmesi ve onu korumaya alması gerekir demektir. Ama ondan sonraki mahkeme sürecinde kanıtların değerlendirilmesi gerekir, tanıklar gerekir, vb. Aksi halde, diyelim bir kadın da kalksın, “Başbakan bana tecavüz etti” desin, onun beyanını da mutlak olarak kabul edecek mi? Elbette yargı süreci başlayacak ve kadının beyanı temel alınıp araştırılacak. Bu araştırma ve kanıtlama kısmı unutuluyor. Beyan yeterli olsaydı, yargıya gerek olmazdı.


 

 

AKP'NİN KADINA İHTİYACI KALMADI

Geçen seçimlerde Başbakan, başörtüsü yasağını gerekçe göstererek, Mecliste olmak isteyen AKP’li kadınlara “sabredin” demişti. Yasak kalktı ama AKP listelerinde kadın başkan oranı yüzde 2 bile değil. Bu neyi gösteriyor?
Kadının sürekli araçsallaştırıldığını, bunun hiç değişmediğini gösteriyor. Bilmiyorum bu tablodan bazı kadınlar ders çıkarır mı, ama bu bütün partiler açısından geçerli. BDP ve HDP’yi dışında tutarak söylüyorum tabii. AKP’nin çok fazla ihtiyacı kalmadı kadınlara. Ama başka koşullarda bu durum gene değişebilir.

Mesela?
Mesela AB konusu gündeme gelse, bir sıkışma olsa yine kadınlar hatırlanabilir. Bu hep öyledir biliyorsunuz. Kadınlar çalkantı dönemlerinde, savaşlarda ya da kriz dönemlerinde hatırlanır. “Hadi gelin temizleyin”, “Hadi gelin yardım edin” denerek.

“AKP’nin kadınlara ihtiyacı yok” dediniz ama şu günlerde her türlü desteğe ihtiyacı yok mu? Dolayısıyla kadınların da “gönüllerini” alması gerekmez miydi?

Şu anda AKP’nin örtülü kadınlar daha çok başkan olsun, Meclise girsin diye bir derdi olmadığını düşünüyorum. Geçmişte, farklı bir konjonktürde onları öne çıkarmak önemliydi. Ama bugün artık zaten “güç bende” diye düşünüyor, o yüzden de kadınlara özel bir ihtiyacı kalmadı.

CHP’nin kadın aday tablosu için ne diyorsunuz? İstanbul’da sadece iki ilçede kadın aday gösteren CHP’nin de mi kadınlara ihtiyacı yok?

CHP için söylemi, çerçeveyi değiştirmek için çok önemli bir fırsattı yerel seçimler ve 17 Aralık. Üstelik bunun oy getirisi de olabilirdi ama bunu yapmak istemedi. Çünkü herkesin “ne kadar pay alabilirim” ya da “aldığım payı kaybetmeyeyim” diye bir derdi var. Mesela CHP’de güya kota var ama yine İstanbul’da iki kadın belediye başkan adayı var. Böyle bir şey olabilir mi! CHP’nin kadınlara fazlasıyla ihtiyacı var ama dediğim gibi gerçek bir değişiklik yapma cesareti yok.


 

ESAS MESELE KADININ BİREY OLARAK GÖRÜLMEMESİ

Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet, canımızı en çok yakan meselelerden biri olmaya devam ediyor. AKP’nin kadını aile içinde tarif etmesi, kürtaj, kadın istihdamı yasası, kızlı erkekli evler tartışması, çocuk anneler… liste uzun. 2014’ün 8 Mart’ına doğru, alınan mesafe açısından neredeyiz?
Tablonun çok iç açıcı olmadığı meydanda. Birtakım yasalar çıkıyor, birtakım önlemler alınıyor, şiddet konusunda, çocuk gelinler konusunda ama sonuç olarak en temel mesele olan kadını özerk bir birey olarak, yurttaş olarak görmek diye bir durum yok. Kadını daima birinin karısı, birinin kızı, birinin annesi diye gördüğünüz vakit, kadına yönelik eşitsizlik ve baskı değişmiyor. İstediğiniz kadar yasa çıkarın, istediğiniz kadar sığınma evi açın, evet onlar da önemli, hiçbirine önemsiz demiyorum ama temelini çözemezsiniz. Yani siz 4+4+4 diye eğitimi üçe bölüp, kız çocuğunu 12 yaşında eğitimden çekmeyi kabul ederseniz, o zaman çocuk gelinler konusunda aldığınız önlemlerin kıymeti harbiyesi olmaz, samimiyetinden de şüphe edilir.


AYRIŞMAYA DEĞİL BİRLEŞMEYE ODAKLANMALI

Sizce, kadın hareketinin handikapları neler?
Kadın hareketi adına konuşacak durumda değilim tabii ama kadın mücadelesi çok önemli. “Kimliğin ötesine geçen bir mücadele gerekir” dedim ama bu işin bir tarafı. Kadınlar bizatihi kadının hakları için mücadele ettikleri ve “Biz özerk varlıklarız”, “Biz birer bireyiz” dediklerinde egemen ideolojide bir gedik açıyorlar. O yüzden bu mücadele başlı başına önemli.
Ama şu var; bence bütün ezilen kesimlerin dayanışmaya çok önem vermeleri gerekiyor. O yüzden de tablonun bütününü görmeye çalışmak hayati bir mesele. Böl-yönet politikası her yerde çok geçerli ve kimlik politikasına kapıldığınız zaman buna mahkûm oluyorsunuz zaten. Sonuç olarak siz de iktidarın kurduğu sahnede figüranlıktan öteye geçemiyorsunuz. O yüzden mutlak hakikatler peşinde koşmayı, “En doğru benim” tavrını, kalıpları tekrarlamayı bırakıp, “Nedir bizim esas sorunumuz ve ben bu sorun konusunda kimlerle birleşebilirim?​”e odaklanmak gerekiyor.


MÜSLÜMANLIK DA ARAÇSALLAŞTIRILMIŞ DURUMDA

İslami kesimin tanınan kadın yazarlarından Emine Şenlikoğlu, Başbakan’la oğlu arasında geçen konuşmanın doğru olması halinde, bunu “zenginlerin zekât vermesi” olarak yorumlayacağını söyledi. Bu ve benzeri yaklaşımların İslami kesimde karşılığı olduğu söyleniyor. Ne dersiniz?
İşte bu yüzden “hakiki Müslümanlar nerede” diye düşünüyorum. Yani bu insanlar doğrudan gidip Başbakan’a mı zekât veriyor? Benim bildiğim zekât yoksullara verilir. Bu hangi İslami anlayışa sığıyor, doğrusu çok merak ediyorum. Bunun mutlaka izdüşümleri olacak ve herhalde kendi aralarında da sorgulanacak, sorgulanmalı. Yoksa her şeyi, her şekilde meşrulaştırabilirsiniz meram ettikten sonra. Zaten Başbakan’ın her ihaleden yüzde 10 aldığına ilişkin söylentiler var. Ne adına? Kim adına? Zekâtın anlamı bu mudur? Antikapitalist Müslümanların değişiyle, kendini firavunlaştırmak mıdır? Durup dururken bir Başbakan dünyanın en zengin 7 başbakanından biri olmaz. İlk başta Müslümanların bunu sorgulaması lazım, “zekâtlarını vermişlerdir” diyenin, İslamı ne kadar bildiğini ya da ne kadar içten olduğunu sorguluyor insan.

Aynı tabandan beslenen iki İslami yapının savaşından, muhafazakâr/dindar kadınlar nasıl etkileniyor sizce?
Evet, müthiş belden aşağı vuruluyor ve bunların normal kabul edilmeye başlanması gibi bir durum var. Bir de üstelik bunlar bu kadar çok ivme kazanıp, her dakika karşımıza çıkınca tabii bir duyarsızlaşma da başlıyor. Ondan da çok korkuyorum. “Her şey mubah, her şey yapılabilir” yaklaşımı çok tehlikeli ve ne yazık ki yaygın. Ben gerçekten “hakiki Müslümanlar nerede” diye çok merak ediyorum bu süreçte. Çünkü tamamen her şey araçsallaşmış durumda. Müslümanlık da araçsallaşmış durumda. Ama mesela Gezi sürecinde, bağımsız olacağını düşündüğüm örtülü arkadaşlar çok iyi bir sınav vermediler. Tavır almaya değil, taraf olmaya gittiler. Taraf olunduğu sürece hakikaten bağımsız akıl yürütmek ve tavır almak mümkün olmuyor.

Başbakan kadınlara seslenerek, “cemaate mensup ablalar, kapınızı çalabilir. Onlara hastane kuyruklarını, başörtüsüyle okula alınmadığınız günleri vs anlatın” dedi. Ne dersiniz, iki yapının kadınları karşı karşıya mı getiriliyor?
Zaten gelmiş durumdalar karşı karşıya. Ama ikisi de çok tuhaf. “Ablalar”ın kapı kapı dolaşması, ona karşı başkalarının araya girmesi, şu bu. Bunların hiçbiri demokratik bir toplumda olacak şeyler değil.


YENİ BİR ŞEY YOK, ESKİNİN İHYA EDİLMESİ VAR

Yeni Türkiye, eski siyaset kavramları 17 Aralık’tan önce de dillendiriliyordu ama 17 Aralık’tan sonra Başbakan ve arkasında hizalanan yazar ve yorumcular bu kavramları daha fazla kullanıyor. Soru şu; örneğin Gezi’de klasik devlet refleksi gösterilip, yolsuzluk karşısında da bu değiştirilmezken, yeni Türkiye ve yeni siyaset nasıl oluyor?
Yeni Türkiye, yeni siyaset falan yok, tam tersine eski Türkiye’nin, eski siyasetin katmerleşerek karşımıza çıkması söz konusu şu anda.
Ortalıkta geçen bir sürü kavram var ama bunların tümünün içi boş. Demokrasi başta olmak üzere... Demokrasi ile ilgisi olmayan dünya kadar şey, demokrasi diye önümüze getiriliyor. Gerçek bir demokrasi formasyonu da yok, özellikle de iktidar partisinde. O yüzden hiçbir iç engelleri yok. Dolayısıyla, “ben yaparım olur. Eğer demokrasi sandıktan ibaretse, sandığın üzerinde de ben oturuyorsam bundan daha doğal ne olabilir” yaklaşımı var. Demokrasiyi sadece sandıktan ibaret sanıyorlar. Bu tabii, kutuplaşmayla da bir arada yürüyor. Yolsuzluk meselesinin normalleşmesinde, bugüne kadar işte “daha önce berikiler iktidar oldu, güç kullandı, hem zengin oldular hem güçlü oldular, şimdi de bizim sıramız” anlayışı yürürlükte. Yani demokrasiyi böyle görürsen, devleti ele geçirip kendi çıkarların için kullanma amaçlı kuvvet politikasının içinde debelenip duruyorsun.
Ama bir yandan da yeni siyasetin, yeni Türkiye’nin ipuçları var bu toplumda. Onu da görmek lazım. Şu anda reel politikanın içinde olan güçlerin yaptığı yeni siyaset falan değil. Yenilik söylemi altında eskinin ihya edilmesinin ötesinde iyi kötü işleyen var olan kurumların tahrip edilmesi, yeni amaçlar için kullanılması var.

Yeni amaçlar derken?
Şunu kastediyorum; tam da eski ihya ediliyor, pekiştiriliyor. Yenilik söylemi daima insanlara çekici gelen bir şey, ama içeriğine bakmak lazım. Şunu vurgulamak istiyorum, Türkiye’de eskiden de pek çok kurum demokratik işleyişe sahip değildi, mesela kuvvetler ayrılığı doğru dürüst işlemiyordu, yargı bağımsızlığından söz etmek zordu vs. ama şimdi bin beter oluyor. Bu süreç kurumlara güvenin tümüyle ortadan kalkmasına yol açıyor. Kurumlara güvenin olmadığı bir yerde, yurttaşların da birbirlerine güvenmesini bekleyemiyorsun. Herkesin kafası komplo teorileriyle dolu. Bu, demokratik bir toplum yaratma olasılığını, güvene dayanan ilişkilerin egemen olmasını engelleyerek geleceğimizin de ipotek altına alınması demek. Son düzenlemeler, yangından mal kaçırırcasına çıkarılan yasalar vb. demokrasiye ilişkin en temel kriterlerin yok olması anlamına geliyor. Düşünsenize, bu mutlaka bir yere toslayacak ama toslayana kadar ne kadar tahribat olacak, bilmiyorum.


AKP’NİN YÜZDE 40’IN ALTINA İNMESİ ÖNEMLİ BİR GÖSTERGE OLUR

30 Mart bunun yanıtını verir mi?
Çok büyük ölçüde vermeyebilir ama gene de önemli bir işaret olabilir. AKP’nin ve tabii bütün partilerin Türkiye’de kemikleşmiş oy oranları var. AKP kendi kemikleşmiş oy oranına yaklaşırsa, bunun çok önemli bir gösterge olacağını düşünüyorum. Başbakan yüzde 40 diye koydu çıtayı. Demek ki, yüzde 40’a inerse, -altına inmesine gerek yok, benim indimde yüzde 40-42 bile çok önemli gösterge olur- bu, seçmenin orta ve uzun vadede gözüken sağduyusunu gösteren bir şeydir. Ayrıca şunu da söylemek isterim, bu iktidar ilk dönemlerinde gerçekten bazı olumlu şeyler yaptı. “Bugünkü sonucun baştan görülmesi gerekirdi, mutlaka böyle olacaktı” diyenler var. Oysa politikada öyle bir determinizm yok, politik eylemin ucu açıktır. Yani siz bir politik eylem yapıyorsunuz belirli bir niyetle ama o kendi özerkliğine sahip ve kendi istediği yere gidiyor. Dolayısıyla niyetlerinizle sonuçlar çoğu zaman birbirini tutmuyor, o bakımdan AKP’nin 2004’ten 2007’ye kadar destekleniyor olmasında çok da anlaşılmayacak bir şey yoktu. Ama son 4-5 yıldır çok farklı bir durum var ve bunun bir göstergesi olacak 30 Mart. Ama bitmeyecek orada. Sonrası bakalım nasıl olacak? İktidar oradan nasıl bir ders çıkaracak, güç politikasını daha mı pekiştirecek, tersi bir söylem mi geliştirecek? Bence bunun da ucu açık.

Bazı demokrat, liberal aydınlar, “otoriterleşen ve şu şu yasaları çıkaran bir iktidardan demokrasi ve çözüm süreci için adım atması beklenmez” diyor. Katılır mısınız?
Bu tamamen konjonktüre bağlı. AKP’nin bir ilginç yanı varsa o da bu, yani esnekliği. Dün söylediği şeyi, bugün unutabiliyor. Bu tabii ilkesizlikle de ilişkili. Dediğim gibi ilkesel iç engelleri olmadığı için. “Bu Başbakan’dan bu beklenir mi, şunu yapar mı?​” Başbakan çok pragmatik bir lider. Hele çözüm süreci, şu anda AKP’yi belki de dünya nezdinde yegâne ayakta tutan mesele. Koz. O yüzden Amerika, AB üstüne gitmiyor belki ama sonuçta koz. Barış süreci elbette Türkiye ve Ortadoğu’nun yararınadır. Gerçekten demokrasi için çözülmesi gerekir, hatta zorunlu şarttır diye düşünüyorum Bu kaotik ortamın, çözüm sürecini de tehdit eden bir yanı var. Burada sağduyulu olmak, demokrasiyi, barışı savunmak önem kazanıyor. Reel politiğe ve şiddet kışkırtmalarına kapılmamak gerekiyor.
 

ÖNCEKİ HABER

Luna işçileri sendika hakkı için direniyor

SONRAKİ HABER

Oscar\'lar sahibini buldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...