28 Şubat 2014 06:00

Çünkü isyanı belgelemek de bir isyan

Her Gün Direniş (Everyday Rebellion), ilk gösterimini 2013 kasımında CPH:DOX Kopenhag Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde yaptıktan ve seyirci özel ödülünü aldıktan sonra, Avrupa’nın en prestijli belgesel festivali IDFA’da, oradan da IDFA’nın özel seçkisi kapsamında Berlinale’de gösterildi.

Çünkü isyanı belgelemek de bir isyan
Paylaş

Nilgün YELPAZE
Berlin


Her Gün Direniş (Everyday Rebellion), ilk gösterimini 2013 kasımında CPH:DOX Kopenhag Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde yaptıktan ve seyirci özel ödülünü aldıktan sonra, Avrupa’nın en prestijli belgesel festivali IDFA’da, oradan da IDFA’nın özel seçkisi kapsamında Berlinale’de gösterildi. Filmi Kopenhag’ta izledikten sonra ilk tepkim “bu filmi gezi direnişindekiler izleseler kim bilir ne tartışmalar çıkar” oldu. Bu yorumumu Riahi Kardeşler’e söylediğimde, İstanbul’a gelmeyi çok istediklerini söylediler. Sonradan duydum ki gelmişler, üstelik bir gösterimi de direniş sonrası umutlarımızı yeşerten şeylerden biri olan Don Kişot’ta yapmışlar. Ne yazık ki orada olamadığım için ne gibi sorular yöneltildi bilemiyorum, ama içimden bir ses “Ya şimdi iyi diyorsunuz, hoş diyorsunuz da bu şiddet içermeyen eyleme yaptığınız vurgu biraz fazla olmamış mı, şimdi polisler bize şunları şunları yaparken karşılık vermek meşru değil mi?​” minvalinde bir tepkinin gelebileceğini söylüyordu.

DİRENİŞ SERMAYE KADAR KÜRESEL

Film, dünyanın çeşitli yerlerinde süregiden farklı sosyal hareketleri konu alıyor, bunu da direnişçilerin hayatlarına hislerine daha yakından bakmamızı sağlayarak yapıyor ki aslında “Direnişin de sermaye kadar küresel” olduğunu, yani İspanya’daki konut mücadelesini de, Occupy Wall Street’tekilerin derdini de yüreğimizde hissedebileceğimizi hatırlayalım. Filmin en azından CPH:DOX festivalinde seyircinin kalbini kazanmasını sağlayan en büyük etken de bu oldu, bir anda insanların etrafında büyük bir sevgi ve umut halesi yaratması, ve evet yapabileceğimiz bir şeyler var dedirtmesi, yaratıcı eylem biçimlerini yayması ve yüceltmesi. Ancak Kopenhag’lı beyaz seyircide hiçbir engele takılmadan esen bu iyimser rüzgar, ölümün dahi gündelikleştiği bir yerde nasıl karşılanabilir? Her ne kadar neşe ile, mizah ile dirensek ve şarkılarımızı söylemekte ısrar etsek de, sokakta vücut bulan şiddeti göz ardı etmek ne kadar mümkün olabilir? Film işte bu sorunun cevabını vermeyi bana kalırsa eksik bırakıyor. İran kökenli Avusturyalı yönetmenlerin sempatik tavırları, filmdeki direnişlerin hikayesini dolaşıma sokmaya olan inanmışlıkları olmasa çok daha ileriye götürebileceğim teorik boşluklar mevcut. Benim filme dair esas eleştirim ise; filmde Ukraynalı grup FEMEN’e açılan alanın uzunluğu ve özellikle Müslüman kadını “yukarıdan” özgürleştirme ve seçilen aktivistlerin bedenlerinin mükemmelliği üzerinden kadın bedeninin yeniden nesneleştirme gibi çok tartışmalı konulara hiç girilmemesi olabilir. Direnişler çoğaldıkça, direniş belgeselleri de çoğalıyor. Gezi direnişi sırasında üretilen videolar ve bunların yaygın dolaşımının işlevleri hâlâ ortada. Öte yandan bu kadar kısa bir süre içerisinde eldeki görsel materyallerden belgesel üretimine geçilmesine yönelik eleştirileri de birkaç yerde duyma şansım oldu. Zira video aktivizm ile, görsel materyale bir ürün, bir son çıktı gözüyle bakıp o ürünü piyasaya sürme arasında kocaman kalın bir çizgi var. Söz konusu olan video aktivizm olduğunda, görüntünün çekiliş anından, kadrajından başlayıp, kurgulanmasına, dolaşıma sokulmasına, nerede ve kime gösterildiğine, gösterildikten sonra uğrayabileceği değişikliklere kadar uzanan pek çok etken devreye giriyor. Ve evet, Gezi videolarında da olduğu gibi işte bu yüzden bazı belgesellerin kendisi bir direnme biçimi oluyor. Çünkü isyanı belgelemek de bir isyan, başta bizi gözetleyen kameralara, bizim hikayemizi bizden farklı anlatanlara.

BİZ MEYDANLARDA KENDİMİZİ YAŞAMAK İSTİYORUZ

Berlin’de ve İstanbul’da !f Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen, bugün de Türkiye’de vizyona giren Meydan (Al Midan-The Square) filmi ile, yukarıda anlattıklarımın her açıdan en güzelini gördüğümü söyleyebilirim. Son üç yıllık süreçte Tahrir Meydan’ında olan bir arkadaşınız olduğunu ve her olayda onunla oturup konuştuğunuzu hayal edin, umutlandığınızı, hayal kırıklığına uğradığınızı, yaralandığınızı, iyileştiğinizi, yıldığınızı, sonra yeniden sokağa çıktığınızı. İşte bunların hepsi oluyor film boyunca,  yönetmen sizi elinizden tutup Tahrir’e sokuyor. Öyle ki filmin Berlin Film Festivali’ndeki gösteriminden sonra gelen ilk soru filmdeki ana karakterlerden birinin şu anda ne durumda olduğu oldu. Size “Ahmed nasıl, iyi mi, napıyor?​” diye sordurtan bir film işte. Bu yüzden filmde derli toplu görme fırsatına eriştiğimiz Mübarek rejimi, ordu ve Mursi ile ilgili süreçleri anlatmaktansa duygulardan bahsetmeyi tercih ediyorum. Bu filmi Her Gün Direniş’le karşılaştırabiliriz elbet, ancak benim için her iki filmin estetiğine de, söylediği söze de sirayet eden tek bir fark var o da Meydan filminin ekibinin Tahrir direnişinin birer öznesi olmaları, ve bu görüntüleri alırken de, sonra da en büyük dertlerinin mücadelelerini herkese anlatmak ve ülkelerini değiştirmek olması. Bunlara ek olarak, Meydan filmi hem çekim aşamasındayken Tahrir Meydanı’nda, hem de uluslararası festivallerle aynı zamanda Kiev’de* yine meydanda gösterilmiş.
Filmin bir yerinde duyduğumuz “Mübarek’i devirdik ordu geldi, orduyu gönderdik Mursi geldi, o da gidecek, biz hepsini sırayla yollayacağız, biz meydanlarda böyle kendimiz yaşamak istiyoruz” cümlesinden ilham almak dileğiyle.
*Ocak sonu ya da şubat başında gösterilmiş. Kiev’deki kitle üzerine yürüyen tartışmadan bağımsız olarak göz önüne alınması iyi olabilir.

ÖNCEKİ HABER

Rusya’nın hesapları ve Ukraynayı bekleyenler

SONRAKİ HABER

Bu filmlerle doğaya dokun

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa