24 Şubat 2014 07:07

Faşizm bundan başka bir şey değil!

17 Aralık sürecinden HDP’ye kadar birçok konuyu konuştuğumuz Tiyatro ve Sinema Oyuncusu Jülide Kural AKP’nin tüm alanlarda uyguladığı neoliberal politikanın, sanata da yansıdığını söylüyor. Kural, “Hükümetin belirlediği bir konsey hangi projenin yapılacağına, kimlerle yapılacağına karar veriyor. Böylece sanatı, sanatçıdan koparıyor” diyor.

Faşizm bundan başka bir şey değil!
Paylaş

Serpil İLGÜN

Bir yanda AKP’nin yargıdan İnternet’e bütün alanları tamamıyla kendi denetimi altına almak için çıkardığı yasalar, bir yanda dombıra müziği… Bir yanda CHP’nin “Belediye kazanmak için her yol mubahtır” tavrı, bir yanda “MİT başkanına yargılama iznini, Başbakan narkozdayken almak istediler” senaryoları… Bir yanda kopma noktasına geldiği uyarıları yapılan çözüm süreci, bir yanda her gün kriz sinyallerini daha güçlü veren ekonomi…
Türkiye’nin insanı soluksuz bırakan siyaset gündemini bu hafta memleketin derdiyle dertlenen sanatçılarından biriyle, Tiyatro ve Sinema Oyuncusu Jülide Kural’la konuştuk. Uzun süredir üzerine yoğunlaştığı ve muhalif bir kadın politikacıyı anlatacağı yeni oyununu önümüzdeki sezon sahneye koymaya hazırlanan Kural, iktidarın yarattığı korku iklimi nedeniyle insanların konuşmaktan çekindiğini vurgulayarak, “Faşizmin kendisini açıkça gösterdiği bir yapı ile karşı karşıyayız” diyor.


AKP-Cemaat kavgasından ortalığa dökülenler, HSYK düzenlemesiyle başlayan, askere yargı zırhı, İnternet’e sansür ve son olarak MİT yasa tasarısı ile devam eden süreç size nasıl değiyor?
Sanki üzerimize her gün tonlarca ağırlıkta taşlar düşüyor. Ve biz onları temizleyip, aralarından sağlıklı ve doğru değerlendirme yapmaya çalışıyoruz. Çünkü etraftaki hiçbir şey sağlıklı yürümüyor. 17 Aralık belki de şöyle bir şeye denk düşüyor; hep bildiğimiz şeylerin adı konulmaya başlandı. Yani, salt bu iktidar dönemiyle ilgili değil elbette ama ülkede zaten kanıksanmış bir yapı vardı.

Neydi o yapı?
Şu; iktidarlar her zaman yolsuzluk yapar. Ortada bir rant vardır ve bu rant kim iktidardaysa her zaman paylaştırılır. Bu çok kanıksanmış vaziyetteydi bizde. Doğallık içinde değerlendiriyordu neredeyse.

Şimdi değişti mi?
Hayır, ama AKP dönemiyle birlikte ek bir şey oluştu. AKP, kendini tanımlama biçimiyle, yani daha muhafazakâr ve dinci niteliği ile biraz daha sistem dışı duruyordu. Demokrasiden, hukuktan daha çok söz eden, daha da önemlisi ilk kez barışı dillendiren bir siyasal iktidarla karşı karşıyaydık. Fakat 17 Aralık’la bir realite ortaya çıktı. Bu da daha önce destekleyen liberallerin de kaçışmasının, hatta en fazla eleştiriyi yapıyor olmalarının temelini oluşturdu. Artık AKP de diğer sistem partileri gibi iktidarlaştıktan, devleti bütünüyle ele geçirdikten sonra, farklı olmadığını deklare etmeye başladı. HSYK’ye, İnternet meselesine baktığımızda, devletin tüm kurumlarını elinde topladığı çok ciddi bir otoriter yapı kurduğunu görüyoruz AKP’nin. Ama daha önemlisi, otoriterleşmenin de ötesine gidildiği MİT yasasıyla ortaya çıkmış oluyor.

Otoriterleşmenin ötesi derken?
Yani faşizmin kendisini açıkça gösterdiği bir yapı ile karşı karşıyayız. Benim tüm bu süreci değerlendirip bugüne geldiğimizde karşıma çıkan ana resim, gerçekten faşizmin bundan başka bir şey olmadığı.

Başbakan, otoriter ya da diktatörlük eleştirilerine şu yanıtı veriyor; “Diktatörlük olsaydı bunu söyleyemezdiniz.”
Ama şöyle bir gerçeklik var ki, zaten bundan da söz etmememiz için günbegün o kapı kapanıyor. Her alanda kapanıyor. Ağır ağır başlayan bu baskılama süreci artık büyük bir hızla, fütursuzca ve açıkça yapılıyor. “AKP öyle mi, böyle mi” diye tartışıyorduk daha önce. Şimdi bu artık net. Zaten iktidar da devletleştiği, tüm gücü ele geçirdiği için, artık buna gerek duymuyor. Bu süreci değiştirecek tek güç var, o da halk kitleleri.

Kamuoyu yoklamalarına göre, halk rüşvet ve yolsuzluğun olduğuna inanıyor ama bu AKP’nin oy oranlarında çok büyük düşüşlere yol açmıyor.  “Neden” sorusuna sizin yanıtınız ne?
İşte, kanıksamış olmamız. Halk, “A bu parti ya da şu kişi bunu yapmış” diye bakmıyor. Zaten doğal buluyor bunu. Bu bizim en büyük tehlikemiz. Halka bu öğretildi çünkü. Diyor ki, “Zaten çalıyor, hiç olmazsa yol yapıyor, hastane yapıyor.”

Yolsuzluğa alışmaya ek olarak, “halkın AKP karşısında güçlü bir alternatif görmemesi” gösteriliyor. Öne sürülen bu seçeneksizlik meselesini nereye koyuyorsunuz?
Elbette seçeneksizlik de bunun bir parçası. AKP’nin karşısında duran CHP’ye bakın. Ortada bir Alevilik meselesi var mesela. Hiçbir sorunları halledilememiş, üstelik neredeyse daha da dışlanmış, şeytanlaştırılmış bir halde dururken Alevilere sorarsanız, nereye vereceğini bilmediğinden yine CHP’ye vereceğini söylüyorlar. En çok ezilen, parası en çok çalınan, hem kimlik olarak, hem ekonomik olarak her bakımdan ezilen halkın “Ben bu seçeneksizliğe de hayır” diyorum deme şansını oluşturmamız gerekiyor. Buna ikna etmemiz gerekiyor.

Başbakan nasıl ikna ediyor? Kutuplaşmayı artırarak mı?
Erdoğan’ın bu kadar yüksek oy almasında temel nedenlerden biri bence bu. Bir şekilde halkın kodlarını çok iyi çözüyor. Daha ağabey olan, bağıran, erkek olan, korkutabilen ama bunu dik durmakla açıklayan, “Siz bana güvenin, ben sizin yerinize her şeyi düşünüyor ve yapıyorum. Çünkü ben babayım” diyen. Bunu dediğinde, yolsuzluk meselesinde mesela üste çıktığında, “sen şunu yaptın, bunu yaptın” diye suçladığında, insanda “vatan hainliği yapıyor muyum acaba” duygusu uyandırıyor. Zaten doğduğumuz andan itibaren bu yapıyla eğitilmiş bir beynimiz var. Dolayısıyla Başbakan da bunu yaptığında şaşırmıyoruz.
“Doğrusunu sana ben gösteririm, senin düşünmene, konuşmana gerek yok. Gerekirse de yüzüne bir tane indiririm” diyor. İndiriyor da. Bu ataerkil, egemen, erkek kavramlarının içinde duran sadece Tayyip Erdoğan değil. Biz zaten devletin niteliğinin bu olmasına alıştık. Halk o yüzden yadırgamıyor. Daha önemli bir şey oldu, Tayyip Erdoğan bunu bütünüyle kendi kişiliğinde, görüntüsünde, tavrında topladı ve yanlış da yapsa, o yine de “bizi kurtaracak olan erkek” haline geldi.

Peki, bu nasıl değişir?
Herkes için böyle midir, bilmiyorum ama içinde doğup büyüdüğüm, hep kızdığım, kavga ettiğim ama onsuz da olamadığım ülke burası. Şuna inanıyorum ben; halk karşısında gerçekten dürüst birini gördüğünde, yani Deniz Gezmiş’i onun için sevdi halk, Deniz’i anladığı için değil Deniz’in dürüstlüğüne inandığı için. O zaman kitleler tepki göstermedi belki ama hep içinde kaldı. Deniz onların evinde, onların çocuğu oldu. Çünkü biliyorlardı ki Deniz ve arkadaşları bu ülkenin yoksul insanları için, daha eşit, daha özgür olması için ölüme güle güle gittiler. Bunu bildiler. Halkın kalbinin bir yerinde çok açık bir yer var. İşte onun kapatılmasına izin vermemeliyiz. Gezi’nin bunu yeniden beslediğini gördüm. Bizim, onların kalplerinde Denizler olduğunu yeniden uyandırmamız gerekiyor.

“Kalbin açık tutulması” için de çabalayan HDP’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben her şeyden önce HDP’nin Türkiye açısından çok önemli bir tecrübe olacağını düşünüyorum. Daha büyük kitlelerle buluşmak için, bir küçük kapıyı aralama tecrübesi olacağını düşünüyorum. Ben tabii ki HDP’yi destekliyorum, Oyum da HDP’ye gidecek. Ama eleştirim var mı, çok var!

Mesela?
İlkeler doğrultusunda hiçbir eleştirim yok, ama pratik konusunda var. Mesela 17 Aralık gibi çok sert bir şey geldi. Bu süreç içinde HDP’nin büyük kitleleri toplamasından çok daha aktif, çok zekice, varlığını her an hissettiren etkinlikler, eylemlilikler yapması gerek. HDP’nin kendisini merak ettiren, düşündüren bir aktiflik içinde olması gerekirdi. Yani dinamizmin eksik olduğunu düşünüyorum. Evet, Mecliste de muhalefet yürütüyor ama Meclis çok yansımıyor halka.

HDP güçlü muhalefet yürütülmediği eleştirilerine tam katılmasa da, “Bu eleştiriler bizim için kıymetli ama gelin beraber yapalım, elimizi taşın altına birlikte koyalım” diyor. Siz, elinizi taşın altına koyacak mısınız?
Ben hep koymaya çalışıyorum ve zaten her zaman politik şeyler yapıyorum. Ama ben reel politiğin içinde olamam. Arkadaşlar bana da söylediler, sağ olsunlar, teklifte de bulundular. Şunu söyledim onlara da; ben her şeyde var olurum, ama adaylık vs. benim yapamayacağım bir şey. Tamamen nedeni bu. Ama mesela HDP’nin bir eylemi var, “Gel, destekle, orada bulun” dedikleri zaman giderim. Yapabileceğim başka bir şey varsa, yaparım. Sosyalist biri olarak zaten her yerde duruşumla, sözümle, kendi sanatsal eylemlerimle bunun içindeyim. Normalde çok konuşan biri değilim zaten. Olabildiğince konuşmamayı tercih ediyorum. Sadece şu dönem itibarıyla konuşmanın önemli olduğunu düşündüğüm için röportaj önerinize “evet” dedim. Çünkü biliyorum ki bir sürü insan konuşmayacak. Ben işte böyle durumlarda ortaya çıkıyorum. Yani Roboskî’ye kimse gitmediği zaman Roboskî’ye gidiyorum. Böyle şeyler yapmaya çalışıyorum.

Şu sıralar konuşmama durumunun arttığını, bundan kaçınıldığını mı düşünüyorsunuz?

Evet, çok ciddi arttığını düşünüyorum.

Konuşmama nedeni ne? İşini kaybetme korkusu mu?
Kesinlikle. İnsanlar bir kere çok büyük tedirginlik duyuyorlar. Yani insanların çalışması, karınlarını doyurması gerekiyor. Bu benim için de geçerli. Ben de uzun zamandır mesela dizilerde çalışmıyorum. Eskiden çok teklif gelirdi, şimdi çok az geliyor. Ben de seçiciyim, gelenleri de ben beğenmiyorum böylece hiç olmuyor! Aslında 17 Aralık’ın ilk dönemlerinde insanlar, “Acaba bir şey değişecek mi” diye konuşmaya başladılar. “Bu süreçten sonra bu parti gider, ben artık konuşabilirim” diye düşündüler. Ama şimdi iş yeniden tersine döndü. Herkes birbirine “Aman telefonum dinleniyor” diyor. Yani sadece iş kaybetme değil kendi yaşamlarına ilişkin de, başlarına yarın öbür gün ne geleceğini bilemiyor. Çok ciddi kaygı duyuyor herkes.

Siz duymuyor musunuz?
Benim için de geçerli tabii. Dedim ya, iş teklifleri çok azaldı. Ama tam da o nedenle bu süreçte konuşmak gerektiğini düşündüğüm için konuşmaya çalışıyorum.


SANAT, SANATÇIDAN KOPARILIYOR

Hükümet cephesinden henüz somut bir taslak sunulmuş değil ama Türkiye Sanat Kurumu iki yıldır tartışılıyor. İktidar nasıl bir dönüşüm tasarlıyor?
Dediğiniz gibi somut bir yasa taslağı ortaya çıkmış değil, daha doğrusu biz görmüş değiliz. Biz sadece somut bir takım veriler üzerinden yola çıkıyoruz. Devlet ya da Şehir Tiyatroları, çok cüzi paralarla, halkın sanatla buluşmasını sağlayan yapılar. AKP’nin tüm alanlarda uyguladığı neo liberal politika, taşeronlaştırma süreci, sanata da yansıdı. Ödenekli kurumların feshedilmesi hedefleniyor. Hükümetin adamlarından oluşan bir konsey oluşturuluyor. Bu konsey hangi projenin yapılacağına, nasıl yapılacağına, kimlerle yapılacağına, paranın kimlere verileceğine karar veriyor. Böylece sanatı, sanatçıdan koparıyor. Ödenekli kurumlar kapatılıyor. Projeye konsey karar veriyor çünkü onun da kıstasları var; aileye uygun olacak, ahlaklı olacak, muhalif olmayacak falan. Yani tam da sanatın ihtiyacı olan ana şeyi, -çünkü sanat muhaliftir, muhalif olmazsa sanat olmaz-, ortadan kaldırmayı hedefliyor. Muhafazakâr bir partinin en güçsüz olduğu alan, sanat. Onu da denetlemek istiyor ama bu alanda ne yapacağını bilmiyor aslında. Dolayısıyla, kültür politikaları da üretemiyor.

Bu denetime karşı mücadele son dönemde azaldı görünüyor, katılır mısınız?
Çok azaldı, evet. Tamamen bitti hatta.

Neye bağlıyorsunuz?
İnsanlar sonuçta şuraya geldiler; “En azından sahneye çıkalım, en azından tiyatro yapmaya devam edelim”. Örneğin Şehir Tiyatrosuna ilişkin olarak insanlar sürekli proje üretmeye çalışıyorlar ki o alanı boş bırakmayalım ve kendi yaptığımız şeyler bulunsun diye. Bütün bu olan biten için 12 Eylül dönemi karşılaştırmaları yapılıyor biliyorsunuz, bence burada daha şizofrenik bir şey var. 12 Eylül sonuçta askeri bir darbeydi. Şimdiyse “Seçim var, demokrasi var, konuşabilirsin” gibi bir durum yaratıyorlar. Daha şizofrenik, çünkü aynı zamanda da konuşamazsın, aynı zamanda da “Konuşursan görürsün” diye tehdit ediliyoruz. Ama bunun bir doyum noktası olması gerekir. Tarih bilimi bize böyle dedi! Buna inanıyorum. Bir noktadan sonra böyle yürümeyeceği çok açık…


CHP NEYE DAYANARAK ‘OYLARI BÖLMEYİN’ DİYOR?

CHP, “AKP’yi ben çökertirim, oyları bölmeyin” diyor. Gerek çözüm süreci tutumu, gerek aday tercihlerine bakınca, CHP’nin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nasıl değerlendireceğimi bilmiyorum! CHP eğer “Kürt meselesi evet, benim de meselem. Ben de buna sahip çıkıyorum, AKP’nin de bu kadar yolsuzluğu ortaya çıkmışken, gelin birlikte hareket edelim” deseydi, bunu da gayet şeffaf, saklamadan, gizlemeden yapsaydı, o zaman ben de aynı fikirde olurdum. Ama şimdi Ankara’da, başka bir sürü yerde gösterdiği adaylar ortadayken, ayrıca zaten bütün politik tavrı ortadayken, çözüm için tarihsel olarak bir küçük adım atılmışken bunu bu kadar görmezlikten gelip, arkasını dönüp, hatta düşmanlaştırıp, sonra da “oyları bölmeyin” demek bana doğru gelmiyor. Neye dayanarak bu yapılacak? Sadece AKP gitsin, yeni bir AKP gelsin diye mi?

Sizce AKP gider ve örneğin CHP-MHP gelirse, süreç sona mı erer?

Ben öyle düşünmüyorum. Bu sürecin çok da kolay vazgeçilebilecek bir süreç olmadığını düşünüyorum. Şu an vazgeçilmiş gibi görünebilir, bu diyalog süreci sona da erdirilebilir ama eninde sonunda tekrar geri adım atmak durumunda kalınır. Artık buradan geriye dönülemez. Eğer biz barış sürecine dönüştüremezsek bu süreci, çok ağır bir savaş dönemi başlar ki, bu da her şeyden önce herkesin canının çok yanması demek olur. Ben bunu düşünemiyorum bile. Bence devletin ve devletçe düşünenlerin şunu görmesi lazım; Kürt hareketi geri adım atmayacaktır. Şu anda sadece duruyor. Bunun barış sürecine dönüşme olasılığını elden çıkarmak istemediği için duruyor. Kürt hareketinin burada bu kadar duruyor olması, politikanın doğası gereği. Yani burada bir omurgasızlık olduğunu düşünmüyorum.

“Kürtler 17 Aralık’ta AKP’yi destekliyor” yorumları için mi bunu söylüyorsunuz?
Evet, o eleştirileri biliyorum. “Süreç zedelenecek diye Kürt hareketi çok yumuşak davranıyor” deniyor ama ben öyle olmadığını düşünüyorum. Selahattin Demirtaş’ı da, Ertuğrul Kürkçü’yü de dinliyorum. Hepsini dinlediğimde rüşvete, yolsuzluğa, ayakkabı kutularına, ranta ilişkin ciddi bir eleştiri görüyorum. Kürt hareketi o kadar güçlü ki, en ufak bir eleştirisinin yansımalarının çok güçlü olacağı biliniyor. Bence o yüzden, beklentinin tam karşılanmadığı fikrindeler. Ben bunu anlıyorum. Her şeyi sona erdirip, “Ben yokum” diyemezsiniz. Ama bunun da ipuçları veriliyor. Yani nereye kadar beklenecek?


ÇÖZÜM SÜRECİNE HEPİMİZİN SAHİP ÇIKMASI GEREKİYOR

AKP çözüm sürecinin ilerlemesine yönelik adımlar atmamakta direniyor. Adım atmaya nasıl zorlanabilir? Bu sadece Kürt hareketinin görevi midir?
Bence burada en temelde yapılması gereken şey, süreci yasal bir zemine kavuşturmak. Bu, Başbakan’ın o gün kafasının nasıl olduğuyla yürüyebilecek bir süreç olamaz. Yasal zeminin de son derece şeffaf bir şekilde ve halkla paylaşılarak yürütülmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunu. Eğer bu soruna gerçekten eşitlikçi, özgürlükçü bir bakış açısıyla yaklaşırsak, yani anayasadan artık söz edemiyoruz maalesef ama en azından bir takım yasal düzenlemelere gidersek, bu hepimiz için, bu ülkenin pek çok kanayan yarası için çözümler oluşturacak. Bunu şunun için söylüyorum; Kürt meselesi ayrı bir mesele olarak, iktidarla Kürtler arasında yürüyen bir şey olarak algılanıyor toplumda. Öyle bir şey olmadığını anlatmamız gerekiyor. Burada kocaman bir halk var, bu halkın talepleri var, bunun için verdiği olağanüstü bir mücadele var ve bu mücadeleyi görmezden geldik on yıllarca. Ama artık görmek dışında bir seçeneği kalmadı bu ülke halklarının. Dolayısıyla bizim artık bu ülkede yaşayan bütün halklar olarak bu meseleye sahip çıkmamız gerekiyor. Çünkü bu meseleyi çözümlemek sadece Kürt halkının sorunlarını çözümlemek demek değil. Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir ülke kurmak istiyorsak, bunun belki de en önemli anahtarı burada yatıyor.
Sonra şöyle bir mesele var; Kürt hareketinin çok önemli mücadele alanları oldu ve bu mücadele alanlarında da çok önemli sonuçlara ulaştılar. Mesela, işte kadın mücadelesini bu kadar somuta dönüştürerek, bu kadar kısa sürede büyük adımlar atan çok az harekete tanık olduk. Bence Kürt siyasal hareketinin en büyük kazanımlarından, bu ülkede yaşayan her birey için, her kadın için en önemli kazanımlarından biridir. Bunu görmezlikten gelemeyiz.

“Geriye dönülemez” tespitinizin bir dayanağı da, halkın süreci sahiplenmesi olabilir mi?
Kesinlikle. Batılılar, doğulular, hepimiz, tüm halklar ne iyi ki insanların ölmeme durumuna da alıştık. Bunun normalleşmesi iyi bir şey. Ben bu noktadan sonra insanların kolay kolay çocuklarını askere göndermeyeceklerini düşünüyorum. Bu ülke için barıştan, demokrasiden başka seçenek yok. Çünkü barış tek başına şöyle bir şey olamıyor, çünkü eleştirileri biliyorum...

Hangi eleştiriler?
Deniyor ki mesela, sadece Kürtlerle yapılacak barışla yetinecek görünecek Kürtler. Hâlbuki onlarla yapılan barış zaten demokrasi olmadan olamayacak bir şey. Yani bu barışın ön koşulu zaten eşitlik ve özgürlük temelli olacak. Bu durumda ben de daha eşit ve özgür olacağım. Bunun atlandığını düşünüyorum. Sanki bu bağımsız bir şey. Kürtlerin bir sorunu var, barış da Kürtlerin istediği bir iki bir şeyle olacak, sonra onlar çekilecek! Hâlbuki kadını da, çocuğu da Aleviyi de, Ermeniyi de, işçiyi de, memuru da ilgilendirir; hepimizi ilgilendirir. Çünkü onun yaşama, ana dilini konuşma, eşit yurttaş hakkını vermek demek, bana da vermek demek. Fabrikada çalışan işçinin taşeron olmaması, sendikal hakkını kazanması demek. Zaten Kürt halkı dediğimiz en çok işçi, en çok yoksul, en çok ezilen. Dolayısıyla en çok ezilenin hakkı üzerinden yürüyorsak, hepimizin hakları üzerinden yürüyoruz demektir. Bu bağ koparılıp, ayrı bir şeymiş gibi bir algı yaratılıyor.


HDP’NİN O ARA DİLİ BULMASI GEREKİYOR

Geçen hafta özerklik meselesi nedeniyle yine milliyetçi refleksler gösterildi, biliyorsunuz. Özerklik lafı neden bu kadar tedirginlik yaratıyor?
Toplumumuz öyle bir hale getiriliyor ki, yani bir tanım atılıyor ortaya, sonra “bu bizi böler” diye politikalar üretiliyor. Özerklik deyince bizde bambaşka şey anlaşılıyor. HDP’nin tam da bunları anlatması lazım, ama aynı dilde değil. Özerklik elbette önemli bir kavram, bu kavramı toplumun algılaması gerekir ama bazen bunun için bir köprü gerekir. Yani HDP biraz daha “beyazsa”, daha batıdan konuşuyorsa, batıyı daha iyi anlaması, tanıması, o ara dili bulması gerekiyor diye düşünüyorum. Mesela konuşuyorum annemle, teyzemle, onlar diyor ki, “HDP’nin farkı yok, onlar da Kürtçü.” Öğrenilmiş şeylerin tekrar ediyorlar. HDP’nin bunu aşabilmesi gerekiyor. Özerklik yerine, yerel yönetimlerin bağımsız olmasının getireceği sonuçları, somut durumlar üzerinden anlatmaktan bahsediyorum. Mesela İstanbul merkeze bu kadar bağımlı olmasaydı, bunun ne tür kazanımları olacak? Madem ki “şehir bizim” diyoruz, bu şehrin nasıl bizim olacağını anlatabilmemiz lazım. Benim içinden olan biri olarak HDP’ye yönelttiğim eleştirilerden biri bu. Bunu da konuşmamız lazım. Kendi içimizde, kendi açıklarımızı şeffaf bir şekilde söylemeliyiz.


‘EVET YA, GENCECİK ÇOCUKLAR VAR İÇİNDE!’

Jülide Kural olarak, sizin yerel yönetimden beklentiniz ne?
Ben ne isterim? Mesela Gezi döneminin en önemli kazanımı ve tecrübelerinden biri forumlardı. Forumlar çok kıymet verdiğim bir şey, çünkü gerçekten doğrudan demokrasi, mesela çöpümün ne zaman kaldırılacağını, nereye döküleceğini, dönüştürerek mi döküleceğini sorabilmem, soruma yanıt almam, o yanıta da karşı çıkabilme hakkımın olması gerek… Mesela sokaklarımda ne olacağını, yani devlet denilen aygıtın -onun adı kimi zaman valilik oluyor, kimi zaman kaymakamlık oluyor- gelip benim için hangi ağacın ne zaman kesileceğini, nerede neyin kurulacağını, işte bu alanın nasıl kullanılacağını, sokaklarımda neyin nasıl yapılacağını benimle birlikte karar vermesini istiyorum. Her mahallenin mahalle konseyi olabilir.

HDP’nin “birlikte yönetelim” çağrısındaki mekanizmalarından biri zaten mahalle meclisleri…

Evet, ama bunu salt teorik olarak söylendiğinde ulaşmıyor. Yeterli olmuyor. Somutlaştırmaktan söz ediyorum. Ben bunu anneme söyleyince anlamıyor. Sadece sözel olarak anlattığında “bunlar ne yapmaya çalışıyor, bu nedir” diye, anlaşılıyor. Bunun daha somut bir hale dönüştürülmesi gerekiyor. Şehir benimse, nasıl benim olacağını anlatmamız gerekiyor. Çünkü somut olan, dokunabildiğin şey çok değerli oluyor.
Bir de HDP’nin her yerde olması gerekiyor, herkesin HDP’yi duyması gerekiyor. Bu sadece mesela İstanbul’da adayların yapabileceği bir şey değil. Zaten HDP’nin yapısı da kişi üzerinden yürüyebilecek bir parti değil, daha çok eylemlilik üzerinden yürümesi gerekiyor. Akıllıca, küçük, vurucu, orada burada, her an insanların karşısına çıkması lazım. Böyle olunca meşrulaşıyor, “evet ya HDP diye bir parti var”… Yani sadece uzakta, BDP ile de alakası olan bir Kürtçü bir parti olmanın dışında, “HDP! Evet ya, gencecik çocuklar var içinde” dediği zaman bu çok büyük etki yaratır diye düşünüyorum.

ÖNCEKİ HABER

Lavrov ve Kerry Ukrayna\'daki durumu görüştü

SONRAKİ HABER

Ukrayna\'da siyasi ve ekonomik belirsizlik

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...