11 Haziran 2011 11:00

İnsana yakışır olduğundan hâlâ ‘komünistim’ diyorum

Ben Şeyh Bedrettin diyeyim, siz Tuncel Kurtiz anlayın, geldiği gibi sessizce terk etti kardeş soframızı…

Paylaş

Devrim BÜYÜKACAROĞLU

Ben Şeyh Bedrettin diyeyim, siz Tuncel Kurtiz anlayın, geldiği gibi sessizce terk etti kardeş soframızı…

Nâzım Hikmet, koğuşunda herkes uykulardayken kelam müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin Simavne Kadısı oğlu Bedreddin isimli risalesini okumaktadır. Bedrettin ve Müridi Börklüce Mustafa için “adi” diyen, “Yarin yanağında gayri” diye söze giren bu köylü sosyalistlerin, kadınları da ortaklaştırmak düşüncesinde olduklarını iddia eden bu gerici yazarın elinden Bedrettin’i kurtarmaya karar verir Nâzım. Bu esnada pencereden bir ses duyar. Bedrettin kullarından Giritli Keşiş kendini tanıtır. Nâzım ile Giritli Keşiş yan yana asırlar aşar ve Bedrettin’in diyarına giderler. Nâzım bu maceralı yolculuğu Şeyh Bedrettin Destanı haline getirdiğini söyler Destanın girişinde.

Giritli Keşiş’in Nâzım’ın koğuşuna girmesinden daha az fantastik değildi Tuncel Kurtiz’le ateş başında karşılaşmak, inanın... Ölümünden yaklaşık 600 sene sonra Bedrettin kulu Kurtiz bir hayalet gibi dolaşıyor, Bedrettin’in dağlarında.
Ben Tuncel Kurtiz deyim siz Bedrettin anlayın, onunla röportaj yapmak da ziyadesiyle bir yolculuktu…


Yıllar yıllar sonra ülkesinin acılarına tanıklık etmek isteyen bir şairin koğuşunun penceresinden içeri sızsanız “Ben Bedrettin kulu Tuncel Kurtiz’im. Seni bir hikayenin içine taşıyacağım” deseniz onu nasıl bir tanıklığa sürüklemek istersiniz?
Bedrettin Destanı’nda bir Anadolu buldum ritim olarak ve onu bir ayin olarak aktarmaya çalışmıştım. Adını da şimdi senin bugüne getirip sorduğun gibi “Günümüz İçin Bir Ayin”di. Ama bu ayin tarih öncesine kadar da gidiyordu. Yerebatan Sarayı’nda Sema, Dimo ve ben Bedrettin oynuyorduk. Başımda fötr şapka, ayağımda Amerikan kovboy çizmeleri ve deri pantolonum vardı, üstümde yelek, yakamda da bir tane denizatı, elimde de bir kadeh şarap vardı. Uçuyordum, bu uçma kaz uçmasıydı, turna uçmasıydı. Transa giriyor şamanlığa yaklaşıyordum. 1420 yılına doğru gitmek için gidebilmek için transa geçmek zorundaydım. Yerin altından fırlamış bir maden amelesi gibi… “Derine hep derine kazıyoruz/ nerede çağımızın o altın kalbi/ çağımızın altın kalbini arıyoruz/ üzerimizde ağır bir yeryüzü/ gökyüzünden uzakta, çok uzakta/ derine hep derine kazıyoruz/ nerede çağımızın o altın kalbi/ çağımızın altın kalbini arıyoruz...”  Madem ki Börklüce’nin müridi o denizin üstünde yürüdü, ben niye yürüyemeyeyim denizin üstünde, ben niye fırlayamayayım magma tabakasının içinden dışarıya...

En büyük hayaliniz olduğunu bildiğim Bedrettin filmi de böyle bir kurguya mı sahip olacak?
Bugün yeni bir film için senaryo çalıştığım zaman başka türlü bakıyorum işe. Mesela şöyle bir sahne yazdım; karakter arabayla giderken Amik Ovası’nın ortasında birdenbire hayali bir şeyler görüyor. Duruyor, bir sigara yakıyor. Uzaktan bir Türkmen atlısı geliyor yıldırım gibi, 1400 yıllarına ait bir atlı.. At yaklaştığı zaman bir bakıyorsun yarı beline kadar çıplak bir adam ok atıyor ve bir yaban kazını vuruyor. Düşüyor ve atlıyı görüyor. Atlı geliyor, atlının geldiği yerde sekiz on tane at var, ordular var, iki tane Porsche araba var. Bir bakıyorsun Bizans elçisi orada, yanında günümüz kıyafetleriyle bir adam, Macar elçisi… Atlı diz vuruyor ve bir kitap çıkarıyor heybesinden, Memet Çelebi kitabı açıp bir bakıyor ki Varidat (Bedrettin’in düşüncelerini topladığı eser). Okumaya başlıyor: “Bir gün kıyamet kopacaktır ama ölüler ete, kemiğe bürünüp de oradan fırlamayacaklardır. Hayat bir gün yine suyun içerisinde başlayacaktır.” diyen Varidat. Sonra birdenbire her şey kayboluyor ama yerde bir kitap görüyor bizim karakter. Kitabı alıp bakıyor; Tambur Laine The Great - Christopher Marlowe. Böyle bir başlangıçla giriyorum Varidat’a. Korkmadan anlatmak istiyorum Varidat’ın ne olduğunu.
“Hep bir ağızdan türkü söyleyip/hep beraber sulardan çekmek ağı demiri/oya gibi işleyip hep beraber,/hep beraber sürebilmek toprağı,/ballı incirleri hep/beraber yiyebilmek,/yarin yanağından gayrı her şeyde/Her yerde hep beraber! diyebilmek için on binler verdi sekiz binini.../ Ama Yenildiler Yenenler, yenilenlerin/Dikişsiz, ak gömleğinde sildiler/kılıçlarının kanını/Ve hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak/Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla./Yenildiler ama - İriş, Dede Sultanım İriş! dedi bir,/ Başka bir söz demedi...”

Bedrettin’in kardeşlik sofrasının yaşandığı topraklarda  şimdi büyük bir ırkçılık ve gericilik boy verdi. Bunu nasıl yorumlamalı?
Düşün ki Bedrettin 1923’te Cumhuriyet ile beraber İstanbul’a getirildi ve Topkapı Sarayı’nda çinko bir kutu içerisinde saklandı kemikleri. Sonra 1965’lerde Sultan Mahmut Türbesi’ne gömüldü. Başında taş da yoktu, sonradan koydular. Orada küçücük bir mezarı duruyor işte. Yanılmıyorsam Kenan Evren döneminde ordunun teyakkuza geçtiği günlerden bir tanesi de Bedrettin’in ölüm yıldönümüdür ve Türkiye’nin birçok yerinde ve özellikle Balkanlarda o ölüm gününde Üryanlar Semahı yapılır. Ak bir kefene bürünüp semah tutarlar. İrem Melikof’ta okumuştum bunu. İnanarak yaşadılar, yenildiler. Tarihi de hep yenenler yazdılar. Bugün hâlâ uzantılarını görürsün. Aydın’da Torlak Çeşmesi vardır hâlâ, Ortaklar diye bir kasaba vardır ama ortak yoktur artık. Anadolu unutuldu, Anadolu yok edildi çünkü. Kendi kültürümüze sahip çıkmak zorundayız. 5-10 bin yıllık lahitleri kırıp taş olarak kullanıyorlar ev yapımında. Menderes, Ani’ye gittiği zaman, ‘Alın bunları, buralar taş dolu, yapın evlerinizi’ diyordu. Mimarimiz de kalmadı, birkaç şehir dışında, her taraf beton beton oldu. Bedrettin de tabii ki kayboluyor. Ama hâlâ ‘Ben de halimce Bedrettin’im’ diyenler çıkıyor. Bu tersine olan gelişme nasıl durdurulur, onun içine neler katılabilir, onlar kolay işler değil ama olacaktır bir gün. Ben hâlâ bir rüyaya inanıyorum. İnsanoğlu bu sömürünün, bu namussuzluğun, bu vahşetin üstesinden gelecektir, yoksa yok olacaktır.

“Derya dediğin uyur uyur uyanır” yani Bedrettin’in dediği gibi…
Uyanır diyorum tabii… Hasan Saltık bir röportajda “Bu inanılmaz arşivi kimin için yapıyorsunuz” sorusuna, “Mutlu azınlık için” cevabını vermişti. Çünkü Kalan’ın müziğini ancak iyi eğitilmiş bireyler dinleyebiliyor. Diğerleri televizyondan, radyodan Neyzen Teyfik’in bir zamanlar söylediği gibi “yüzümüze geğirir gibi gelen” müzikleri dinliyor. Tabii ki Hasan’ın mutlu azınlık için yaptığı müziği biz bir gün mutlu çoğunluk dinlesin diye uğraşıyoruz. Nâzım “Yetmişinde bile zeytin dikeceksin” dediği için değil ama ben de zeytin diktim. “Öyle çocuklara falan kalsın diye de değil, yaşamak için, yani yaşamak ağır bastığından”.

Şimdilerde 20-22 yaşında kendini ‘eski solcu’ ilan edebilen gençlerle karşılaşabiliyor insan. 76 yaşında gururla komünist olduğunu ilan ediyorsunuz, bu duruş nereden ilham alıyor?
Başka bir çare göremiyorum ki. Kapitalizmin ve emperyalizmin dünyaya yaptığı kötülük, iğrençtir. Komünizm beklenmedik bir şekilde Rusya’da ortaya çıktı, çok geri bir toplumun atağıydı. 100 sene bile sürmeyen bir macera yaşandı. Çocuktu, bebekti daha sosyalizm… Adımını yeni attı ve her taraftan baltaladılar. Şili’de adımını attı, sarayı bombalayıp Allende’yi öldürdüler. Biz de bir adım atıldı; bir, iki, üç darbe… Hepsi de Amerika’nın oluruyla olmuştur. Ben komünizmle dünyanın bir bahçe haline gelebileceğine inanıyorum. İnsana yakışır bir şey olduğundan hâlâ komünistim diyorum. Marşımızda dediğimiz gibi, “Biz bu karanlık yolun sonunda doğacak güneşi görüyoruz” çünkü…

Sadece “komünistim”demekle yetinmiyor pratik olarak da mücadeleye devam ediyorsunuz. “Emek Sinemasını yıktırmayacağız” pankartının önünde siz, “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyen siz, “Üçüncü köprüyü yaptırmayacağız”…
Cahit Irgat’ın, Özdemir Asaf’ın, Can Yücel’in öğrencisiyim ben, tabii ki söyleyeceğim. Özdemir ne diyor; “Selam alnı teriyle ekmek yiyen herkese/selam bugünü hazırlayan ölüye/selam saçlarından asılan/ tabanından çivilenen diriye/ selam seksen ayak merdivenli/ kara yüzlü binanın/ üst katından atılan/ berrak gözlü/ paramparça cesede/ giden gitti, kalana sabır/ bu kara kışlara açlığa sabır/ sabır zindandaki, sürgündeki dostlara/ yeni bir gün doğuyor” Hep umudumuz… “Anne girmem bu oyuncak dükkanına/ orda toplar, tayyareler, tanklar var/ seviyorum söğüt dalı atımı/ tekme atmaz, ısırmaz/ ben yaşamak istiyorum/ ağaç gibi sessiz sessiz ve rahat/ karınca kararınca değil/ serile serpile boylı boyunca…”
Savaş istemiyorum tabii ki, barışı kurabiliriz. Yahudi esnaflar, Türk köylüler, Türkmenler, Gürcüler, Ermeniler… Hepimiz bu toprağın çocuklarıyız. Benim atalarım taa Selaniklere Bosnalara gitmiş, oradan gelmişiz biz de… Babam üç yaşında Selanik’ten, annem Bosna’dan gelmiş 1890’larda… O inançla büyüdüm. Cahit Irgat’ın acısını yaşadım. “Ben bir harp esiriyim/ Korku, tehdit, sefalet var/ Bu şehrin havasında,/ Bu şehrin mahzenleri/ İrin kokar, kan kokar/ Şehrin mahzenlerinde/ Cinayet var, ölüm var” diyor. Can Yücel çıkıyor bir anda; “Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan/Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan/Taksinize mülkünüze dairenize.../Heceleyerek üzerinde ayak ve el/ uçlarımın/Belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi.../Gözlerinize baktım, mukaddes ciltlerinize, büfelerinize/Vesairenize.../Şiir fenerimle de baktım, son çığlık!/Aşk yokmuş sizde beş paralık!/Gidiyorum ben boşçakallar/Sıçmışım ortalık yerinize/Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık” diyor.
Abilerim onlar, beraber büyüdük. Bedri Rahmi geliyor; “Yar, önde zeytin ağaçları, arkada yar/ yar, yar, yar seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar” diyor. “Karadutum, çatalkaram, çingenem” diyor. Ben Özdemir Asaf’la 1960 yılında 24 yaşındayken Bedri Rahmi’nin evine gittim. Dünyanın en mutlu çocuğuydum. O mavi kaplumbağayı, Anadolu motiflerini, “reis” diye konuşan adamı gördüm. Yaşar Kemal’le orada tanıştık. Orhan Kemal’i tanıdım, Sait Faik’i okudum, görmedim. Orhan Veli’yi, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı, Fuzuli’yi, Baki’yi severim. Ben bu zenginlikten geliyorum. Onlar gibi olmaya çalışırım, ama tabii kendim gibi olurum. “Ben devrimi görmek istiyorum” demişti bir adam. Devrim bitmez ki hep sürer, bir yerde kalmaz ki… Hangi devrimi göreceksin, nasıl göreceksin?  İnsanı, doğayı  güzelleştirmek adına bir evrimdir devrim.


Ramiz Dayı karakterinin bu ölçüde tutmasının nedeni neydi acaba? Bizim mitolojimizle, masallarımızla bir bağı var mı bu beğeninin? Köy köy gezen bilge dedeler, rüyalara giren ak sakallılarla...
Bilemiyorum, ama ben katiyen bir adamı idealize etmedim. Adam bir katil, adam bir aşık. İnsanoğlunun başına gelen hiçbir şey bana yabancı değildir. Yeni bir hayat kurmaya çalışırken karşısındaki canavarları canavarca alt etmiş, yenilmiş, 30 sene içeri girmiş. İçerde Hasan Sabbah, Ömer Hayyam dinlemiş, içerdeki hayatını nasıl geçireceğini düşünmüş, okumaya karar vermiş. İçerde zayıfa yardım ediyor, müebbet yemiş adamla bile uğraşıyor. Adamın bir dürüst tarafı olduğu muhakkak. Aşk yüzünden patlıyor her şey. Anadolumuzda aşk cinayetleri ne kadar fazla görüyorsun. İki adam aynı kızı seviyor, biri evli üstelik. Kızın da ona meyli var. Bizim Türkiye insanını yakından ilgilendiren bir olayla karşı karşıyayız. Dolayısıyla gerçekçi bir karakter Ramiz ama tam gerçekçi de olamayız bir yandan. Çünkü biz adama Oscar Wilde da okuttuk, Edip Cansever de, Hasan Sabbah da...

Böyle bir insan olamaz yani?
Ama bir yere kadar, buna benzer adamlar var aslında. Hasan Sabbah, Hallacı Mansur, İbni Arabi.. bunlar hapishanede çok konuşulan şeyler. Yalnız hapishanede diil esnaf, zanaatkarlar arasında da çok konuşulan şeyler. Ramiz’i seviyorlar. Dürüst kalmasını biliyor adam. Cemal Ağayı da seviyorlardı. Neden seviyorsunuz dedim. Diyor ki “Abi sen öyle bir oynuyorsun ki, sanki alay ediyorsun hepsiyle”… Adam Avusturya’dan gelmiş, orada çanak anten almış Ramiz’i izlemek için… Niye dedim. “Abi sen öyle oynuyorsun ki, hani salçalı yemeğin sonunu şöyle bir sıyırırsın ya, öyle oynuyorsun”… “Lafları çok seviyoruz, sen mi uyduruyorsun onları” diyor birisi. “Ben uydurmuyorum, yazıyorlar, ben söylüyorum” diyorum. Mesela Oscar Wilde patladı. Millet Oscar Wilde aldı. “Herkes öldürür sevdiğini”, “kırmızı ceketini giymiyordu o artık , çünkü şarap kırmızıydı ve kırmızıydı kan da”... “Tuncel Abi senin yüzünden Edip Cansever’i tanıdım” diyor birisi.

Buna mutlu olmamak da mümkün diil…
Diil… Başka bir şey de bekleyemeyiz. Sinemayla ya da televizyon dizisiyle devrim yapılmaz. Ama bir şeyler değişir. Halil Cibranlı’yı okur birisi. Birisi Oscar Wilde okur. Bir tek zeytin fidanı dikmek gibi…


HERKES KENDİSİ KADARDIR

Tuncel Kurtiz kelimenin tam anlamıyla, “her rolün oyuncusu”. Size Ramiz Dayı diyenler Sürü’deki Hamo’yu, Umut’taki defineciyi, Duvar’daki gardiyanı, Hoşçakal Yarın’daki savcıyı görse aklını  şaşırır. Hiçbir rolün üstünüze yapışmamasını nasıl başardınız?
Bunu elde etmek kolay olmuyor. Sürü’den sonra herkes bana Sürü’deki gibi rol yazdı. Ben onu oynayamam artık. Sürü bir defa oynandı ve bitti benim için. Hacı dizisindeki Hacı’yla, Cemal Ağa ile çok  uğraştım, onlar bittiler. Onları kutularına koyduk.

Pek çok oyuncu üzerine yapışan rolü sürdürmeyi risksiz gördüğünden de bırakmıyor galiba..
Ne yapabiliriz ki onlar için. Onların da yeri ayrı…

Peki Tuncel Kurtiz’in oynadığı rolü kutuya koyma ve bir daha açmama cesareti nereden geliyor?
Ben memur çocuğuyum. Benim babam nahiye müdürlüğü, kaymakamlık, vali muavinliği ve valilik yaptı. Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra, Posof, Ayvalık, En Harvar, Detroit, New York, İzmit, Silifke, Tarsus, Edremit’i geride bıraktığımda 14 yaşındaydım. Her gittiğim kasabada yeni insanlarla karşılaştım. Kendimi orada kabul ettirmek zorundaydım. O büyük bir tecrübe oldu benim için. Adana’da Bürücek Yaylasında bir adam gördüm, Manavgat’ta bir adam... Babamla Murtaza Ağanın konuştuğunu gördüm. Saz şairlerini tanıdım… Onlar hep kafamda kaldı. Çok zengin bir hayat yaşadım. Bir yerde kalmak da güzeldir ama durmadan gezdiğinde her yerde kendini var etmek, oralı olmayı başarmak zorundasın. Edremit’te, Tarsus’ta, Posof’ta arkadaşlarım oldu. Kan Kalesi Cengi, güvercin taklası oynardık. Amerika’dan geldiğim zaman 11 yaşındaydım. Kürt arkadaşlarım Kürtçe konuşurken ben de onlara “My name is Tuncel Kurtiz, ı am ten years old” der güldürürdüm. Boks bilirdim birazcık, onu öğretirdim arkadaşlarıma. Çok kitap okudum çocukluğumdan bu yana. Ev de kitap okunan bir evdi ama bende özel bir merak vardı. Halk evi kütüphanesi kilitliydi, anahtarı babamdaydı. Girerdim içeri; Dostoyevski, Emile Zola... Kimleri okumadım ki…

YILMAZ GÜNEY’İN YANINDA İKİNCİ ADAMDIM

‘Olayım’ demekle olmuyor, büyük emekle geliniyor bu noktaya demek…
Herkes kendisi kadardır… Başka bir şey olmaya çabalamadım hiçbir zaman. Kabul ettim. Babamın bana ilk öğrettiği sözlerden birisi şuydu; Know your self, accept your self, be yourself... Sokrates.. İngilizce söylerdi. Yani “Kendin ol, kendini kabul et, kendini bil.” Ben Yılmaz Güney’in yanında ikinci adamdım ve kabul ettim ikinci adam olduğumu. Yılmaz’ın dehasını kabul ettim.

Rekabet etmediniz…
Neden edeyim! O apayrı bir yıldız ben apayrı… Benim atmosferim ayrı, onunki ayrı… O bir köylü çocuğu ben bir paşa torunuyum ama ikimiz de komünistiz. İnsanlar için adalet istiyoruz, güzel şeyler istiyoruz. Marx’ı bilmemize bile gerek yok. Kim ne okumuş ki o zamanlar! Bir tane Marksizm nedir? diye bir kitap var Remzi Kitapevi’nden, bir de Mülkiyetin Tarihi. İlk okuduğum iki kitap o kadar. İngilizcem olduğu için küçük bir Kapital özeti vardı elimizde.

Yılmaz Güney ne okuyordu?
O bütün Rus edebiyatını ezberlemişti nerdeyse. Fransız edebiyatını çok iyi bilir. Dostoyevski en büyük adamıydı ama Balzac, Stendhal, Flaubert de okurdu. Eşek gibi okurdu, çok iyi bir hikayeciydi.

Yılmaz Güney yanı başınızda oturuyor olsaydı şimdi. Türkiye sineması, edebiyatı adına ne tür işleri arkanızda bırakmış olurdunuz sizce?
Bilemiyorum çünkü zamanı durduramıyoruz… Bildiğim bir milyar insanın açlıktan ölüyor olduğu bugün. Buna deliriyorum tabii, düşünmek bile istemiyorum ama gerçek bu. Bunu edebiyatla, sinemayla düzeltemeyiz ama biz yarayı gösteririz. Sanatçı neşteri vurur ve iltihap akar dışarıya… “Bu gerçek” işte der, “bu, bu, bu…” Ve bunu kendi estetiği içinde der.  Öyle büyük bir yelpaze var ki romancısı için, ressamı için, sinemacısı, şairi için… Bir bakıyorsun Osmanlı, Bizans, bütün Balkanlar… 1400’lerde Üsküp’ü alıp o inanılmaz köprüyü yapıyor 3. Murat, orada başka bir medeniyet başlıyor. Bir bakıyorsun Selçuklu, Etiler, Hititler… Ermeniler, Urartular var, Kürtler… Hakkari’de nasıl steller çıkıyor, şaşkına dönüyorsun. Urfa’da göbekli tepe çıkıyor karşına… 4 bin yıl önce bir tapınak var orda, ne olduğunu kimse bilmiyor daha. Alacahöyük var. Arkanda İran var; Şah İsmail, Safeviler, Azeriler, Gürcüler… Tarihe, medeniyete bak… Hepsi bize ait bunların. Bir ressama, bir şaire, romancıya ait… Daha ne olsun! Sen sıkışıp kalıp da Batıyı taklit etmeye kalkarsan ki Batının sadece rezaletini alıyoruz, gerçeğini de alamıyoruz. Kant’ını, Hegel’ini, Einstein’ını alamıyoruz… Marx’ını alamıyoruz… Aldığımız televizyon kültürü oluyor…

KÖTÜ FİLMDE OYNAYACAĞIMA DİZİDE OYNARIM

Bu da bir tercih tabii…
Üstelik devlet tercihi… Yalnız bizde de diil. Almanya’da, Fransa’da, bütün Avrupa’da, Japonya’da hatta… Televizyonu açtığın zaman en ucuzu, en zavallısı kusar… Gece 12’den sonra o mutlu azınlık için güzel programlar vardır. Çünkü onlar gündüz çalışmazlar… Gece oturup kaliteli programları izleyebilirler. Yoksullar sabah 6’da kalkmak zorundadır. Akşam Alman işçisi geldiği zaman birasını koyar, yarışma programını izler, Mehmet Ali Erbil’i seyreder, kutu açmayı, alkışlarla… Ben neden dizilerde oynuyorum?

Neden?
Kötü bir filmde oynayacağıma iyi bir dizide oynarım… Sinema benim için başka bir şey. Çok iyi sinemacılarımız var; Nuri Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim… Neler neler.. Fatih Akın orada, Kazım Öz var, İnan Temelkuran, Özcan Alper… Hepsi başka başka yerlerden geliyor ve farklı ve önemli işler yapıyorlar…

‘80 sonrası yeni toparlanıyor sinemamız sanırım…
Öyle ama okulların, tekniğin de etkisi var. Bir de arkada Yılmaz Güney var, Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’u var. Zeki Ökten, Şerif Gören, Lütfi Akat var… Hep yenilmiş insanlar. Yaşar Kemal’in bir lafı var… “Kardaşım, yenileceen, yenileceen… Suyun içinde kalmış bir çakıl taşı gibi ezileceen, ezileceen… Sonunda yenmesini öğreneceeen.”
Yılmaz Güney zamanında fotoroman da yaptı. Ben de yaptım. Umut’a gelene kadar Yılmaz, Seyithan’ı, Çirkin Adam’ı yaptı. Daha önce Yılmaz’ın Adana’da 16 mm filmleri köylerde göstermesi vardır, tabela taşıması vardır… Yılmaz kökten buralara geldi bir hikayeci olarak…

Gerçek bir çakıl taşı yani Yılmaz Güney…
1420’de çıplak asılan Bedrettin, at üstünden türlü hakaretlere uğrayarak götürülüp, Yedikule zindanlarında önce düzülüp sonra boğulan Genç Osman, Kızıldere’de “vay namussuz komünistler” diye yok edilen çocuklar, yaşı büyütülerek asılan çocuklar, Deniz Gezmişler, Kenan Evren döneminde hapse atılan bir milyon insan, idam edilen 50’den fazla insan… Acılar, acılar… Sonra Kenan Evren anayasasına yüzde 92 evet… Nesine inanacağım! Eğitimin nesine inanacağım! Fettullah eğitimine mi inanacağım! Bu eğitimle nereye gidebiliriz acaba? Gittiğimiz yer belli oluyor, buralara geldik çünkü…
“Mükemmel bir çakıl taşı olacan ve yenmesini öğrenecen…” O yenmek nasıl olacak bilemiyorum. İnsanoğlunun tarihinde hiçbir şey formüle edilemez. Ama öğreneceğiz, bunu biliyorum.


KAZ DAĞI’NIN ANASINI AĞLATMAYA ÇALIŞIYORLAR

Edremit’teki eviniz bir kültür merkezi adeta… Nasıl karşılanıyor orada sizin varlığınız?
“Sende gitmişin bir köyde kendine saray yaptırmışsın, orada oturuyorsun” diyen çıkıyor. 76 yaşındayım, evet öyle oturacağım. Senin de öyle oturmanı istiyorum. O boktan beton binanın içinde değil o yöreye uygun yapılmış, taş ya da kerpiç bir mimari içinde oturmanı istiyorum. Şenlik yapıyorum. Köylüden biri diyor ki; “Gendi gendini meşhur etmek için yapıyo bunları”. Ben halbuki Ferhan Şensoy’u getiriyorum tiyatro oynuyor. Cihat Aşkın gelip keman çalıyor, Sibel Köse caz yapıyor, Neşet Ertaş türküler söylüyor. Birlikte yaşamasını öğrenmeliyiz. Yaptığım toplantıları Sarıkız Abla için yapıyorum. Sarıkız kimdir? Hz. Ali’nin kızıdır. Peygamber efendimiz ‘iki oğlum, Hasan’la Hüseyin, şimdi bu kızı kıskanırlar’ diye verir Selman-ı Farısi’ye, “Al bu kızı Kaz Dağı’na götür” der. Kız 15-16 yaşına gelince Selman-ı Farısi aşık olur kıza, “Allah’ım beni bir gece olsun gençleştir” der ve hep birlikte gökyüzüne akarlar. O gün bugün Sarıkız dağın anasıdır. Ondan önce Kibele Ana vardı, dağın anasıydı.  Aeneas Akhilleus’tan,  kaçarken “Dağın anasını da beraberimde götürdüm, o beni kurtardı” der. “Onun ağaçlarıyla gemimi yaptım, o medeniyeti Roma’ya götürdüm, Ana’mı da yanıma aldım”. O ananın yerine Orta Asya’dan gelen Yörükler Sarıkız Abla’yı yanlarında getirdiler eskiden İda şimdi Kaz  Dağlarına. Ve o Ana bereket yağdırdı. Şimdi o bereketi kesiyorlar, siyanürle altın arıyorlar, Dağın Ana’sını ağlatmaya çalışıyorlar.

ÖNCEKİ HABER

Bıkmadan usanmadan bu kapıyı aşındıracağız

SONRAKİ HABER

SIRA SENDE

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...