13 Ocak 2014 07:34

Gene melodram seyrediyoruz

Türkiye’nin önemli genç kuşak edebiyatçılarından Sema Kaygusuz’la 'dost modern' iktidar savaşından toplumsal muhalefete, Roboski’den özür ve yüzleşmeye, memleket tablosunu konuştuk.

Gene melodram seyrediyoruz
Paylaş

Serpil İLGÜN

Türkiye’de 17 Aralık’tan bu yana, bürokrasiden yargıya birbirinden skandal gelişmeler yaşanıyor. Devletin çöktüğü, yargı bağımsızlığının öldüğü iktidarın tepe isimleri tarafından itiraf ediliyor. HSYK, Adalet Bakanı’na bağlanmak isteniyor. İnternette görülmemiş bir sansüre hazırlanılıyor. Sabah operasyon yapan emniyetçiler, akşam görevlerinden alınıyor. Savcılar tehdit ediliyor. Ve tüm bunlar olurken, Roboski’ye ölüm yağdıranlarda hiçbir kusur bulunmuyor.

Türkiye’nin önemli genç kuşak edebiyatçılarından Sema Kaygusuz’la “dost modern” iktidar savaşından toplumsal muhalefete, Roboski’den özür ve yüzleşmeye, memleket tablosunu konuştuk. Türkiye’de devletçi, astarında İslamcı faşizmin olduğu ceberut yapının yerli yerinde durduğuna işaret eden Kaygusuz, “Bu yapı ne kadar çıkar çatışması yaşasa da, söz konusu Kürtler, Aleviler, Ermeniler, kadınlar, çocuklar, yoksullar olduğunda aynı kıyıcı ittifakta yan yana gelirler. Hep böyle olmuştur” diyor.


Askeri mahkemenin Roboski katliamını kovuşturmaya gerek olmadığına hükmettiği kararla başlayalım. Tam da ikinci yıl dönümünde gelen bu karar size ne hissettirdi?
Önce şunu hatırlayalım; Roboski olduğunda Türkiye toplumu yılbaşında göbek attı. Yani Roboski zaten toplumda teyakkuz ya da keder yaratmadı. “Yine Doğu’da bir yere bomba düştü” o kadar. Türkiye bir trajedi toplumu değil. Türkiye bir melodram toplumu. Melodramda karakterler arasında çatışmalar vardır ve seyirci karakterler karşısında edilgenleşir. İyi karakterle özdeşim kurar, kötüden nefret eder. Ne ki kötü de, iyi de yönetmen tarafından resmedilir. Egemen kaçakçı diyorsa sahnede kaçakçıyı görür, terörist diyorsa teröristi. Ama trajedide seyirci hikayenin bir parçasıdır. Çünkü tragedyanın içinde tanrı da gözükür. Aydınlanma dediğimiz ışımaya kapılırız. Hem ahlaki arınmadan geçer, hem de bütün karakterlerle özdeşim kurar.

Peki tarihinde, üstelik yakın tarihinde, onca darbeler, katliamlar, ölümler, kayıplar varken, melodram toplumu olmaktan çıkamamak nasıl oluyor?

E çünkü Osmanlı’dan beri gelen bir toplum kültürü var. Türkiye toplumu biat kültürüyle şekillendirilmiş. Hanedan ailesi tarafından sömürülen, vergilendirilen bir toplum. Daha sonra cumhuriyet geliyor ve cumhuriyet kendine bir halk hayal ediyor. Halk kendine bir devlet hayal etmiyor ki. Hep toplumsal mühendislikle biçimlendirilen ve bir sürü değişim ve dönüşüm fikir olarak değil, yaptırım olarak, yukarıdan bindirilen bir toplum. Bir de böyle bir toplumsal etik, yüzleşme kültürü kurulmamış. Türkiye Ermeni katliamını tanısaydı, Dersim katliamını yapmazdı. Dersim katliamını tanısaydı, Maraş katliamı olmazdı, 6-7 Eylül olayları olmazdı. Roboski de olmazdı. Tanımadığı ve bunu içselleştirmediği, toplumsal bir yüzleşme yaşamadığı için bir sonrakine aynı kayıtsızlıkla devam edebiliyor. Belki de zanaatkar, emekçi bir toplum olmadığımız içindir. Yalan ve desisenin bu denli yaygın olmasının altında yatan kanımıza işleyen hilekar esnaflıktır belki.

Yani, iktidar paylaşımı için ne kadar kavgaya düşülse de, Roboski gibi meselelerde uzlaşı bozulmuyor?
Tabii, ittifak kuruyorlar. Roboski meselesinde anlıyoruz ki, koşullar oluştuğu sürece tekrar ‘90’lardaki gibi korkunç infazlar olabilir. Yine kolluk kuvvetleri halkın üzerine bomba yağdırabilir, bu zihinsel iklim mevcut. Vaktiyle birçokları ileri demokrasiden söz etti, ama görüldü ki devletçi, astarında İslamcı faşizminin olduğu ceberrut yapı yerli yerinde duruyor. Devletin kılcallarında dolaşan bir gen bu. İktidar ortakları ne kadar çıkar çatışması yaşasa da, söz konusu Kürtler, Aleviler, Ermeniler, kadınlar, çocuklar, yoksullar olduğunda aynı kıyıcı ittifakta yan yana gelirler. Hep böyle olmuştur.

Yüzleşme, hesaplaşma konusuna bir virgül koyarak, bugünkü çatışmayı soralım. AKP-Cemaat kavgasında gelinen durumu, son 25 gündür yaşananları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbir tüzel kişiliği olmayan, adına hizmet hareketi denilen bir Cemaatin devletin kurumlarına bu kadar nüfuz ederek iktidarda pay sahibi olmasını doğal karşılamamız beni utandırıyor. Bunun normalleşmesine hayret ediyorum. Kimi arkadaşlarım Cemaatle Hükümetin birbirine düşmesinden büyük bir haz duyuyorlar. Evet birbirlerine düştüler ama gün gelir pazarlığa oturur, ortak çıkarlarına göre bir uzlaşma noktası bulurlar. Sınırlarını bilmediğimiz bu cemaat denilen aygıtın bu kadar işlevsel olması, garipsenmemesi çok tuhaf.

Sizce neden garipsenmiyor?
Pragmatik bir şekilde insanlar bu hesaplaşmanın Türkiye’nin hayrına olacağını düşünüyor. Ne yazık ki sosyalist hareketin kitlesel bir hareket olmaması, son derece dağınık olması da bunda etkili. Kimseye bir ümit vermiyor. Yine hepimiz edilgenleştik, skandal seyrediyoruz. Gene melodram seyrediyoruz. Çağdışı lanetlemeler, büyücü gibi sayıklamalar… Yine sahneyi melodram olarak algılıyoruz. Bir kenara çekiliyor, her şey ekranın önünde, bizim dışımızda oluyormuş gibi.

“Bu kavga hayırlı” diyenlerin şöyle bir argümanı var; “AKP-Cemaat savaşı yıllardır söylediklerimizi açığa çıkardı”…
Tam da bunu söylüyorum işte. Her şeyden şükran ve rıza üretmemizde bir sorun var. Bu kadar razı olmanın, her şeye bu kadar şükran duymanın, en ufak bir demokratik hareketi çok büyük bir demokratik hamleymiş gibi alkışlamanın altında rıza kültürü var.

O halde esas sorun demokrasiyi nasıl algıladığımızla ilgili?
Evet. Demokrasiyi biz dört yılda bir gidip oy verdiğimiz damgalar zannediyoruz.

Gezi sürecinde olduğu gibi bugünlerde de sıklıkla “milli irade”, “çoğulculuk”, “sandık kurulunca sözünüzü orada söyleyin” diyen Başbakan, bu algıya mı güveniyor?

Bana göre AKP bütün gücünü, kudretini yitirmiş bir hareket artık. Kudretini yitirdiğini Başbakan’ın tavrından görüyoruz. Dünyanın neresinde bir başbakan gecenin üçünde hava alanında yapay bir kitle oluşturur? Bu bir güç gösterisine bürünmüş zaafiyetti. Gezi sürecinde yapılan Kazlıçeşme mitingi mesela, sadece boy gösterisiydi. Orada var olan krizi yönetmek ve Gezi’yi itibarsızlaştırmak istedi. Oysa Gezi, özellikle başka ülkelerde Türkiye’nin prestijini yükseltti. İktidardan pay istemeyen, birbirinden çok farklı, müdanasız bireylerin bir araya gelerek “ben buradayım” diye seslendiği olağanüstü renkli ve barışçıl bir eylem olarak, yani hakkıyla tanımlandı. Dolayısıyla Başbakan’ın Türkiye içerisinde yapmış olduğu itibarsızlaştırma hareketi aslında kendi kudretiyle ilgili kuşkusundan kaynaklanır.


DOST DARBE VE HABİL İLE KABİL!

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu kendisine yönelik darbe olarak yorumlayan Başbakan, Uzak Doğu dönüşünde buna bir isim koydu ve “dost modern bir darbe” dedi. Hem darbe göndermeleri, hem de bu yeni “dost darbe” tanımı için ne söylersiniz?
Bu konuyu çok önemsiyorum. Kendi toplumuna “Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devletidir” diye hiç gerçekleşmese bile bir düş kurdurmuş olan Türkiye’nin son 15 yılda ılımlı İslam ülkesi haline getirilmesi bir sivil darbe değil miydi zaten? 
“Dost darbe” tabiri bana Habil ile Kabil hikayesini hatırlatıyor. Düşünün ki insanlık anlatılarının ta başına dönmüşüz, daha sırada İbrahim’in oğlunu kurban etmesi, Nuh tufanı ve daha neler neler var.

Bu tablonun dışına nasıl çıkılır sizce? Üçüncü seçenek nasıl büyütülür?

İlkelerle. Laikliği bir ilke olarak alarak mesela. Çoğulculuk, kadın hakları, adalet bütün bunları ilkesel olarak sırtlanmalıyız. Bir arkadaşımla ana dilde eğitimi konuşuyorum mesela, zihinsel olarak ulusalcı bir yapıdan geliyor. Onun kanına dokunuyor bu. “Ben buna karşıyım” diyor. Sana ne? Sana kimse “gel sana zorla Kürtçe ders vereceğim” demiyor ki. Bir insanın rüya gördüğü dilde eğitim isteme hakkını tartıştırmamalıyız. Başörtüsü, içki, cinsel yönelim gibi bireysel hakların kamuoyunda bu denli tartışılabilir hale gelmesinde sorun var.


DEVLETİN ZİHNİYETİ DEĞİŞMEDİ

AKP’nin yargıyı yeniden, kimi hukukçulara göre eskisinden de beter bir halde kendine bağlaması girişimi karşısında kimi aydınlar, “Bu kadarını beklemiyorduk” diyorlar. Bu şaşkınlığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP’nin demokratikleşme illüzyonuna birçokları kapılmış demek ki. Kendimizi kandırmayalım, ortada gerçeğin tezahürü var. Devletin bir zihniyeti var, o hiçbir zaman değişmedi. Hâlâ bir egemen sınıfın ötekisine törpülenmiş haklar bahşettiği kıyıcı bir sistemimiz var bizim.


GEZİ RUHUNDAN POLİTİK HAREKET BEKLEMEK YERİNE PARTİLERİ SINAMALIYIZ

Bugünlerde yanıtı en çok aranan sorularından biri de şu; “Başbakan’ın komplo argümanı bu kez karşılık bulur mu?​” Siz ne yanıt veriyorsunuz?
Siyasetin dili çok kirli ve bu işler propagandaya bakar. Bu rıza, minnet, şükran kültürü oldukça -bu sadece Türkiye toplumunun yoksullarında veya kırsalında değil, kentlerinde veya orta sınıflarında da olan bir şey- , propaganda dili yine galebe çalar. Roboski’de 34 tane aşık çocuğun katledilmesi karşısında mahkemenin “kovuşturmaya gerek yok” kararı kimsede kalp çarpıntısı yaratmıyorsa, demek ki propaganda diliyle yönetilebilir toplum. O yüzden benim bir ümidim yok. Çünkü arzularımız yok. Halbuki minnetle değil arzuyla bir ülke düşlemeliyiz.

Gezi ümidi yükselten bir hareket olmamış mıydı? Öte yandan, bir yandan da “nerede toplumsal muhalefet, nerede bu Geziciler” tartışmaları yapılıyor. Aynısı olmaz elbette ama sizce 17 Aralık, ikinci bir Gezi neden çıkarmıyor?
Neden bu kadar çok şey bekliyoruz bu bir araya gelen insanlardan? Neden bu kadar fazla politik kabiliyet bekliyoruz onlardan? Gezi, aşkın bir kahkaha isyanıydı. Onlar baskıcı, otoriter sisteme karşı bir kahkaha attılar. Gezi ruhundan bir politik hareket beklemek yerine, Gezi ruhundan yararlanacak ve değişecek olan partileri sınamalıyız. Geziciler iktidardan pay istemiyorlar ki, iktidarı dönüştürmek istiyorlar. Bize böyle büyük bir armağan vermiş, bu kadar büyük esin vermiş bu ruhun peşinden gitmemiz gerekiyorken, yine kenara çekilerek bir şey mi bekleyeceğiz?

“Değişecek olan partilerin kendisidir” dediniz. Gezi’de de dilin değişmesi gerektiği vs. öne çıkmıştı. Bunun izlerini görüyor musunuz?
Doğaya bakarak düşünülelim; bu bir su akışı. Su bir kanala girdi. Su bir yerden geçtiğinde yatağını oyar. Suyun, ağacın bir otoritesi var. Dolayısıyla, doğal olarak kendi içsel otoritesini, kendi sıfatını gerçekleştirecek. Bu hayata geçecek. Ama hangi dille olur, nasıl organize olur bunu kestiremiyorum. Artık inanılmaz bir iletişim çağındayız. İşte yeni internet yasasıyla, Rusya gibi, Çin gibi çok ciddi sansür yapacaklar. Bu kudretin, bu otoritenin kendini gerçekleştirmesine bir anlamda engel olmak için yapıyorlar. Gezi ruhundan nasıl ürktüklerini tahmin edin.

Sizce ne zamana kadar hayata geçecek?
Benim düşünceme göre 5 yıl içerisinde. Fransız tarihçi Braudel’in bir kuramı var, diyor ki, “100-120 yıllık süreçlerde, her üç kuşakta bir toplumlar doğal olarak bir dönüşüm süreci geçirirler. Kimisi devrim yapar, kimisi çok kökensel değişim geçirir” vs. Tanzimat dönemini alalım, Tanzimattan bugüne 120 yıllık bir süreç var ve aslında bir doygunluğa erişti toplum. Yeni bir kuşak geldi. Ve bu yeni kuşak da bu teoriden yola çıkarak son derece doğal bir şekilde kendi dönüşümünü sağlayacak. Politikacısını da değiştirecek. Cemaat gibi lobiler değil, çevreciler, kadın hakları savunucuları, feministler, çocuk hakları savunucuları, Kürt hareketi savunucuları gibi çok güçlü sivil toplum örgütlerinin birbirine destek olması, birbirini dışarıda bırakmaması gerekiyor. Ne yazık ki sol hareket bunu vaktiyle çok yaptı. Gezi böyle bir ders de verdi.  Orada kimse birbirini rahatsız etmedi. Orada “biz” kültürünün oluşması çok aşkındı. Ben bunu çok kutluyorum. Şükran duymuyorum, kutluyorum. Tek itirazım, biraz rahatsız olduğum mevzu, insanların erdemlerini kutsal üzerine ifade etmesi.

Bunu açar mısınız?
Yani sokaktaki kutsiyetten sıkıldım artık. “Bakın ne kadar efendi insanlar ki, kandil gecesinde dua okundu, içki içilmedi.” Niçin sekülerlerle dindar insanlar yan yana geldiler diye bunu bir kazanım olarak kanıksıyoruz? Erdem kutsal üzerinden ifade edildiğinde, neden bu kadar görünebilir hale geliyor? Peki bu arada paskalya ne oldu? Ya da Yahudilerin hiç mi özel bir günü olmadı o süreçte? Yani gene Sünni İslam değerleri üzerinden erdemin kanıtlanması kısmında benim biraz canım sıkıldı. Çünkü, kendi erdemimi kutsal üzerinden ifade etmeyi bir tür evcilleşme olarak görüyorum.


KÜRT HAREKETİNİN BU NOKTADAN SONRA YÜKÜ ARTTI

AKP’nin Balyoz ve Ergenekon davalarının yeniden görülmesi hamlesiyle kimi ulusalcıları yanına çekeceğinden, CHP’nin cemaatle yakınlaşmasından, yine CHP-BDP ittifakından söz ediliyor. Siyasette kartların yeniden karılmaya başlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim mecliste en güvendiğim hareket, Kürt hareketi. Kadın ne kadar etkin rol alıyorsa siyasette, o demokrasiler daha ileri oluyor. Çoğulculuk açısından meclisteki en sol hareket bana göre BDP ve HDP. Sol hareketin ittifak kurmasını çok isterim.
CHP’nin cemaatle anlaşma ihtimali, belli bir kesimi niyeyse hiç rahatsız etmiyor. Çünkü pragmatik düşünüyorlar. Dershanelerdeki gençleri kendi insan kaynakları olarak gören, bu ülkeyi ılımlı İslam yaftasıyla edilgenleştiren zihniyetle yakınlaşmaya itiraz eden çıkmadı gördüğüm kadarıyla. Ama Kürt hareketinin en ufak pragmatik hamlesi yadırganıyor. Gezi’de de o yüzden hayal kırıklığı yarattı. Oysa bireysel olarak birçok Kürt vardı orada. “Yeni başlayanlar için Lice” pankartını hatırlatmak isterim.

Aynı eleştiri bugün de yapılıyor?
Kürtlerin daha erdemli, daha ilkesel, daha yüksek bir dilde olması bekleniyor. Çünkü fark etmeden Kürt hareketine bir değer atfedildi. Büyük bedeller ödediler çünkü. Beş dilde bülten çıkaran onlar. Önce onlar kadınları daha fazla içlerine almadılar mı? Çocuk hakları konusunda, Ermeniler, Aleviler konusunda daha çok söz almadılar mı? Ermeni soykırımını önce onlar tanımadı mı? O zaman hiçbir yüzeyselliğe hakları yok. Bu, çok büyük bir yük siyasi yolculukta. Siyaset hileli bir oyun evet, ama siyaseti değiştirecek olan da ona atfedilen gücün farkına varacak olan Kürt hareketidir.

Çözüm sürecinin akamete uğramaması için titizlenmek yadırganacak bir tutum mudur?
Bunu anlıyorum ama üç tane aşama var. Birincide anlarsın, ikincide kabul edersin, üçüncüde özümsersin. Anlıyorum ama kabul etmiyorum. Çünkü 34 çocuğu bombalamış ve bundan ötürü herhangi bir ceza sistemi kurmamış bir hükümetle barış yapılamaz. Yapılacak barış da eksik olacaktır.

Müzakere süreçleri, aynı zamanda tavizler demek değil midir?

Elbette barışın içinde tavizler vardır. İki kişi kavga ettiğinde taviz verir barışmak için. Anlıyorum. Ama bu noktadan sonra daha fazla yükü olduğunu düşünüyorum Kürt hareketinin. Onlardan politik bir manevra gücü beklenmiyor, erdem bekleniyor.


ÖZÜR BOYUN EĞEREK, AĞIRBAŞLILIKLA OLUR

Nezahat Gündoğan’ın Dersim katliamını ve kayıp kızları anlatan Hay Way Zaman belgeselinin galasında yaptığınız konuşmada, “Türkiye toplumu çoktandır hafıza çağına girdi ve tarihsel bir yüzleşme başladı” dediniz. Neye, hangi verilere bakarak bu tespiti yapıyorsunuz?
Onur Öymen mecliste, Çanakkale zaferiyle Dersim kıyımını eşleştiren o korkunç konuşmayı 10 Kasım’da yapmadan birkaç ay önce Yüzünde Bir Yer kitabım çıkmıştı. Yüzünde Bir Yer, Dersim kırımından sonra üçüncü kuşak genç bir kadının kendi içine kapanışını, dünyayla uyumunu kaybedişini, köklerini sorgulayışını anlatan bir roman. En yakınlarımın bile sessizlikle uzak durduğu bir süreç yaşadım. Kitapla ilgilenenler ise romanın felsefesiyle ilgilenmektense, politik yönünü cımbızladılar. Ben o zaman çok üzüldüm. Kendimle ilgili değil, edebiyata yapılan muamele adına üzüldüm. Zaten edebiyata, sanata nasıl muamele ediyorsak, dünyaya da öyle muamele ediyoruzdur. Heinrich Heine, “Eğer kitaplar yakılırsa, er geç insanlar da yakılır” diye yazarken tam da bunu kastetmiş olmalı.
Dersim konusuna geri dönersek, Onur Öymen’in konuşmasından sonra müthiş bir hareket başladı sokakta. Ve televizyon programlarında konuşulmaya başlandı. Arkasından belgeseller çıktı, var olan belgeseller ortaya çıktı. Murathan Mungan birçok yazarı “Bir Dersim Hikâyesi” seçkisinde buluşturdu. Mungan’ın dediği gibi, herkesin aslında Dersimle ilgili bir hikâyesi olduğu çıktı ortaya. Kitap 20 bin okura ulaştı. Nezahat Gündoğan’ın filmi Altın Portakal ödülü aldı. Yani bir tabu yıkılmaya başladı. Kesif bir yalnızlık an be an diniyor. Başbakan’ın insanın yarasını kanatırcasına, ötekine gol atmak için politik bir manevra olarak kullandığı Dersim özrünü saymıyorum tabii.

Ki özür müdür o?
Özür boyun eğerek, ağır başlılıkla olur. Özür yüceltir, kimseyi küçültmez. Orada özür yoktu ama bu sanatsal üretimler çok önemli. Bunlar toplumu ince ince dönüştürüyor. Yaşar Kemal hepimizin içine bir insanlık ekmiştir, Sevgi Soysal hepimizin içine bir değer ekmiştir. Bunlar daha yavaş ama daha yerleşik, daha kökensel değişimler oluştururlar. Benim verilerim bunlar. Arkama hiçbir siyaset, grup, cemaat ya da mezhep almam. Sırtımı yönetmenlere, edebiyatçılara, ressamlara, düşünce insanlarına yaslarım.

Peki, hatırlamak yeterli mi? Yüzleşme için başka nelerin devreye girmesi gerekiyor?

İtiraf. O da başladı. Mesela Dersim’de operasyona katılan insanların -ki vicdan azabı çeken insanlar konuşmadıkça ölemiyorlar- itirafları çıktı. İtiraf eylemi oluşuyor yavaş yavaş. Ama itiraf eden insanlara da cellât demeyeceğiz. Çünkü itiraf çok insanca bir eylem. Toplumu cellâtlar ve kurbanlar diye ikiye yarmanın kimseye faydası yok. Bence işin gerçek sorumlularının tarih önünde yargılanması gerekir. Mesela Kenan Evren’e “suçlu” diyeceğiz. Okullardan, sokaklardan onun adını silme iradesini göstereceğiz. Suç tanımı hiyerarşik zincirde yukarıdan aşağıya inmeli. Almanlar bunu yaptı. En alttaki gariban, 90 yaşına gelmiş, vicdan azabından ölemeyen adamı, itirafından dolayı cellât diye tanımladığımız andan itibaren asıl cellâtça fikirleri olan zihniyeti perdelemiş de oluyoruz. Çünkü küçük bir hedef o yüzleşmek için. Yüzleşmek devletle olur.


GELECEK HATIRLAYARAK KURULUYOR

Mağdurun acısını anlatarak mı yüzleşmeyi geliştireceğiz, yoksa mağduriyet dilinden, “benim acım daha büyük” söyleminden uzaklaşarak mı?
Bence her birimizin önce mağdurun ne yaşadığına tanıklık etmesi gerekiyor. Herkes tanıklık etmek gibi bireysel bir sorumluluk aldığı zaman, kurulan mağdur diline ihtiyaç kalmayacak. Çünkü kolay değil ki, anlatmanın iç kıyıcı pornografik bir yanı da vardır. Yeri geliyor insan anlatamıyor. Öyle acılar, öyle trajediler, öyle tensel saldırılar var ki… Onurun yıkıldığı mekân bedendir. Bedenin uğradığı hezimet, aşağılama da öyle kolay anlatılamıyor. En zor konuşanların işkence, katliam, tecavüz mağdurları olmasının bir nedeni de budur.

Bir de cezasızlık durumu var…

Yaptığı katliamlardan utanan bir devletimiz olmadığı için… Tersine parası neyse veren bir devletimiz var, Roboski’de olduğu gibi… Bunların bir yankısı illa ki olacak.

Toplumun yüzleşmeye hazır olması da önemli. Bu nasıl sağlanır?
Biraz dolayımlı bakalım. Önceki bienallerde farkındaysanız bütün temalar ithaldi. Yerli sanatçıların üçüncü dünyalılığı çok belirgindi. Gezi hareketindeki enstalâsyonlar, müzik, oradaki dil, grafitilere baktığımızda gördüğümüz şey neydi? Işıldayan bir özgüven. “Cahit Burak’ın resimleriyiz” dediler, insanların elinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, genç yazarların metinleri vardı. Çünkü o insanların kökenlerinde Cihat Burak vardı, Anadolu’daki dilek ağaçları vardı, koskoca bir nazar boncuğu astılar mesela. Hepsi yerel, kökensel, kültürel elementleri alıp dünyayla birleştirerek, çağdaş, sanatsal bir hareket yaptılar. Öyle ki bienal yanında zayıf kaldı. Bir kadın yıkılmış yerle bir edilmiş olan bir durağı, orta sınıf bir evin oturma odası yapmıştı, müthiş bir enstalâsyondu. Demek ki, oradaki sanatsal söylem, oradaki felsefe, üretilen ahlaki değerler o kadar da cılız değil. Kaç bin yıllık bir birikimin senteziydi, tek tanrılılar da vardı parkta panteist atalarımız da. Hayat, her şeyi hatırlayınca güzel. Ne de olsa gelecek hatırlayarak kuruluyor.


SEMA KAYGUSUZ

Önce radyo oyunu, koreografi ve tiyatro ile ilgilenen Sema Kaygusuz, edebiyat alanına öyküleriyle girdi. İlk öykü dosyaları Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’ne (1995) ve Gençlik Kitabevi Ödülü’ne (1996) değer bulundu. Öykü kitabı Sandık Lekesi ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü (2000) aldı. İlk romanı Yere Düşen Dualar 2006 yılında yayımlandı. Eleştirmenlerin takdirini alan ve çok sevilen roman, çevrildiği başka dillerde de yazarına çeşitli ödüller getirdi. 2009 tarihli ikinci romanı Yüzünde Bir Yer Avusturya KulturKontakt kurumu tarafından onurlandırıldı. 2013’te yayımlanan Sultan ve Şair, yazarın ilk oyun kitabıdır. Karaduygun adlı anlatısı ise Almanya’da yayımlanan en iyi 6 telif eserden biri olarak Frankfurt Kitap Fuarı’nın 2014 Liberatupreis Ödülüne aday gösterildi.

ÖNCEKİ HABER

KESK\'ten 502 kişinin yargılanacağı dava için çağrı

SONRAKİ HABER

\'Suriye\'nin Dostları\'ndan muhalefete Cenevre 2 çağrısı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...