Medyada kartlar yeniden dağıtılıyor
Ayşen GÜVEN
Arif KOŞAR
Bugünlerde siyasetten bir fotoğraf almak isterseniz objektifle biri oynuyor gibi bir netliyor bir flulaşıyor. Orada netlik kaybolup işler karışınca, hemen medyada da kazan kaynamaya başlıyor. Sonra topluma yansıması malumunuz. Holding medyasında muhalif seslerin geride bıraktığımız yıllarda tek tek ayıklandığını biliyoruz, şimdilik kalabilen “aykırı” bir sesle Enver Aysever’le medyadaki kaotik hali konuştuk. Elbette karşımızda sadece bir televizyon programcısı olmadığını bilerek biraz “Aykırı Kumpanya”ya, biraz siyasete değdik, dokunduk. Daha fazla edebiyat ve tiyatro konuşmak lazımdı Aysever ile ama onu da başka bir röportaja sakladık. “Aykırı Sorular”a çeyrek kala işte Enver Aysever’in bize verdiği yanıtlar...
Son dönemde yaşanan dershane krizi, yolsuzluk operasyonundan sonra bizim bildiğimiz en azından uzunca bir süredir alışageldiğimiz medya düzeninde bir değişiklik oldu gibi gözüküyor. Ne vardı o düzende? Bir yanda AKP-yandaş medya, bir tarafta muhalif medya. Ve tabi alternatif medya... Ama işte o yandaş medya içinde de bir bölünme ortaya çıktı. Bir yanda hükümet yanlısı, diğer tarafta cemaat vs... Yani yeni bir durum var. Sizce bu yeni durumda nasıl bir medya şeması çıkıyor ortaya?
Bir kere bu “yandaş medya”, “merkez medya”, “alternatif medya” dediğimiz çok da yanlış birer tarif değil. Alternatif Medya dediğimiz; Evrensel, Birgün, Yurt vs. gibi hatta tirajı çok yüksek olmasına, dışında olmasına rağmen Sözcü, Sol gibi gazetelerin tamamı olabilir. Bunun içinde Kürt basınını da kattığımızda muhalif medyanın ya da alternatif medyanın da homojen olmadığının altını çizmekte fayda var. Tıpkı merkez medyanın da homojen olmaması gibi. Çünkü, merkez medya da ürkek davranma ya da oto sansür oranını farkı oranlarda tuttu.
Nasıl bir farklılık?
Alternatif medyanın en büyük özgürlüğü ne? Biraz daha ekonomik dengelerinin küçük olduğu, yükümlülüklerin küçük olduğu, daha gözden ırak gibi, sıranın ona gelmediği için daha özgür hareket edebilen bir medya kesimi. Buna bazı internet sitelerini de katabiliriz elbette. Ama geleneği olan büyük medya kuruluşları ya da geleneği olmayıp bir anda büyüyen medya kuruluşları bu süreçte çok tartışıldı. Yandaş medya hikâyesine gelince; çok açık orada durum, bence tartışmaya bile gerek yok. Bir koalisyondu Ak Parti ve bu koalisyonu oluşturan unsurlar çatlayınca koalisyonu oluşturan medya da çatladı. Dolayısıyla bizim burada dışardan kimseler olarak yaşadığımız ne: “Yahu neler olmuş da haberimiz yok!” duygusu. Bu da bizim için yeni bir deneyim. İçinde bulunduğumuz koşullar medya açısından, kartların yeniden dağılacağı yeniden biçimleneceği bir tablo olacağı kesin.
Peki nasıl biçimleneceği konusundaki öngörünüz nedir?
Bu kavganın sonunda belli olacak o. Nedeni de şu; eğer hükümet sandığa gidip sandıktan güçsüz çıkarsa hiç kimseyi yaşatmayacaktır. Fakat bu kez önceliği değişmiş olabilir, cemaat medyasını ilk elden tasfiye etmeye çalışabilir. Ben medyanın yeniden oluşum sürecinde en azından gazetecilik mesleğini yapan, insanlara kamu gözcülüğü yapan kimselerin bugünkü Gezi’den gelen güçle birlikte, mesleklerini daha rahat yapmak için mücadele edeceklerini düşünüyorum. Şurası da ne kahredici bir şey ki, sizin dışınızdaki iki unsurun birbirine düşmüş olması tırnak içinde size daha az sansür yapmanızı ya da oto sansür yapmanızı doğuruyor. Trajik ama gerçekliği tartışmasız bir durum.
Siz alternatif medyayı izliyor musunuz?
Elbette. Ben orda yazdım da biliyorsunuz; Birgün’de uzun süre. Bana ev sahipliği yapan, kendimi ait hissettiğim bir yer. Alternatif medya denmesi Türkiye’deki acayiplikten. Yoksa ciddi bir medya orası. Buradaki gazetelerin tirajlarını topladığınız zaman hatırı sayılır bir rakam çıkıyor ortaya. Dolayısıyla takip etmemek ayıp olur. Burada televizyonlar açısından bir takip güçlüğü var. Örneğin Hayat Televizyonu vs. Digiturk’ünüz varsa orda yok, başka bir tanesi diğer yerde yok gibi nedenlerden. Televizyon bence şimdi daha ikincil bir tartışma konusu. Çünkü, her şeye rağmen hâlâ yazılı kültür üzerine dönen bir yapıdayız. İnternet biraz öne çıktı. Bir de televizyonda fark edilmek çok kolay değil, biraz zaman alır. Televizyonlardaki tercihler bence hâlâ merkez medyaya yönelik. Haber kanalı algısına bakarsanız; NTV, CNN denklemi hâlâ geçerli. Ama buradaki gazetelere ya da televizyonlara “küçük” falan demeyi doğru bulmuyorum. Öyle bir durum yok. Bas baya değerli, ciddi insanların olduğu, sürecin de onlara yardım ettiği bir tablo yaşıyoruz. Bunu olumlu buluyorum ben.
GEZİ’DE EN KÖTÜ SINAVI CNN TURK VERMEDİ
Geçtiğimiz haftalarda konuk olduğunuz “Genç Bakış” programında Gezi Direnişi sırasında CNN’in pernguen belgeseli yayınlaması soruldu. Siz de bunu “bir zamanlama hatası” olarak açıkladınız. Sahiden bu kadar mı?
Şimdi iki şeyi karıştırmayalım; Türkiye’de bir sansürden öte otosansür olduğunu biliyoruz. Ben bunu reddederek söylemiyorum. Penguen belgeseli meselesinde bir zamanlama ve öngörü sorunu olduğunu düşünüyorum. Elbette bunun siyasal iklimden bağımsız olduğunu söylemiyorum. Ama tamamen de bir organizasyonmuş gibi algılamak da biraz tuhaf olur. Bunun en büyük delili de hükümetin “penguenleri yayınladınız baskı varmış gibi hissettirdiniz” demesiydi. Burdaki insanlar duyarlı değildi, herkes de ödlekti gibi bir şeyi de asla kabul etmem.Yayıncılıktaki nesnel ölçütü bulmakta hepimizin zorlandığı bir süreç olduğunu kabul edelim. Biz de bunda zorlanmışızdır. Ama en kötü sınavı CNN Türk vermedi.
SORU SORMAK EN DOĞAL HAKTIR!
Gazetecilik, programcılık açısından giderek ürkek bir dönemden geçiliyor hatta belki hayatta bile en basit soruları sormaktan çekinir oldu insanlar. Sizin de soru sorarken çekinceleriniz oluyor mu? Oto sansürün devreye girdiği zamanlar?
Zaman zaman otosansür olmuştur. Ara sıra bakıyorum mesela, “biz iktidar temsilcilerine daha ihtiyatlı diğerlerine daha zalim mi oluyoruz” diye düşündüğüm oluyor zaman zaman. Kendi vicdan terazime soruyorum tabi. Soru sorarken belli ilkeler çerçevesinde davranıyorum. Birincisi, ben asla istihbari çalışma yapan birisi değilim. Gizli bilgi üzerinden soru sormam. Benim bütün sorularım açık bilgi üzerinden. Kişinin beyanları, yapıp etmeleri üzerinden. İkincisi toplumsal meseleler üzerine, hepimizin yaşadığı meseleler üzerinden. Üçüncüsü de asla özel hayata dair soru sormam. İnsanın zaman zaman kantarın topuzunu kaçırabileceği gibi zaman zamanda eksik kalabileceği durumlarda olabilir. Ama karnenizin çoklukta iyi olması önemli olan.
Sizin karneniz?
Ben de karnemin toplamda iyi olduğunu düşünüyorum. Bir de soru sormak en doğal haktır. Karşımdakinin de cevap verme ya da vermeme hakkı var. Ben soru sormanın bir edebiyatçı için işlev olduğunu, felsefeci için zorunluluk olduğunu, sanatçı için bir gereksinim olduğunu falan düşünüyorum. Televizyonculukta da olay bu. “Daha daha nasılsın?” diye program olmaz. Bana da röportaja gelen insanlar istediğini sorabilir.
Programa nasıl hazırlanırsınız?
Programa hazırlanmaya yönelik özel bir uygulamam yok aslında. Güncel siyasetle ilgili olan notları zaten sabahtan itibaren takip etmiş oluyorum. Bazen kişiye özel durumlar olabilir. Orda da benim avantajım şu gelecek olan insan hakkında zaten ne yazıp, çizdiğini, söylediğini biliyor oluyorum. Entelektüel yılların merakının getirmiş olduğu bir birikim bu. Ayrıca bir de yanılma, karşındakinin sana vereceği cevapla yenilme gibi durumları kafayı takmamak gerekiyor. Çünkü maça çıkmıyoruz.
Sorduğunuz sorularla ilgili başınız hiç belaya girdi mi?
Yok, hayır girmedi. Beki benden hoşlanmayan, bir daha gelmeyecek olan kimseler olduğunu düşünüyorum. Ama bana doğrudan bir şey söylemediler. Bu mesleği yaparken, dostlukların ve düşmanlıkların çok hızlı geliştiğini ve kalıcı olmadığını görüyorsunuz.
İNSANIN SOSYALİZM DIŞINDA BİR SEÇENEĞİ OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM
Kimileri size ulusalcı dedi, kimileri sosyal demokrat... Siz bugün siyasi çizginizi nasıl tarif ediyorsunuz?
Ben kendimi hiçbir zaman ulusalcı olarak tarif etmedim. Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığım dönemde bile “milliyetçilik ilkelliktir” diye yazmış birisiyim. Bence her tür milliyetçilik duyguların köpürmesiyle birlikte faşizme gidebilir. Ayrıca muhalif olan herkesi ulusalcılığa ittiler bir dönem Ben bir sosyalistim ve bir sosyalist gibi bakmaya çalışırım hayata. Yalnız yazan-çizen insanın, edebiyatçıysa, şairse falan tabiatı gereği bir yalnızlık hali vardır. Çünkü işçi sınıfının içinde yaşamıyorsundur. Dolayısıyla daha geleneksel aydın tavrında gelirsin. Sen bazen tepeden bakmak istemezsin ama bakmış bulursun kendini. Bazen tam onun yanında olursun yanındakiler seni iter. Bazen de insaf dersin bu kadar cehalet. Bunları da konuşmak lazım. Sonuçta insanın sosyalizm dışında bir seçeneğinin olduğunu düşünmüyorum..
Böyle algılanmanızda ‘Dört Bir Taraf’ programının etkisi oldu mu acaba? Yani oradaki karşı karşıya gelme biçimi ve özellikle Nagehan Alçı’yla diyaloglarınız?
Ben mesela Mustafa Kemal meselesinin Ak Parti’nin ya da egemenlerin istediği biçimde tartışılması taraftarı değilim. Ben onu kendi özgün platformumda tartışırım. O zaman diyorlar ki “vay sen ulusalcı mısın?” Hayır kardeşim sen nesnel ölçekte tartışmıyorsun. Üstelik bu konuda başka kanaatlerim de var ve kitaplarımda yazmışım. Kürt sorunsalına da başka yerden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Salt kimlik meselesi olarak ele alınmasını tehlikeli buluyorum. Kimlik önemlidir kabul, insanın kendini ifade hürriyeti de çok değerlidir. Ama bir o kadar seküler dünya, ekmeği nasıl paylaşacağımız sorunuyla da paraleldir. Yani ben Altan Tan’la Kürt problemini çözmeye kalktıkları gün o problemin çözülemeyeceğini düşünüyorum. Ak Parti’yle çözmeye kalktıkları gün çözülemeyeceğini düşünüyorum.
DÖRT BİR TARAF’I ZEVKLE İZLİYORUM
Dört Bir Taraf’ı seyrediyor musunuz?
Aa, büyük zevkle. Eve gidince izliyorum.
Nasıl buluyorsunuz?
Komik buluyorum. Fikirlerine saygı duyuyorum elbette ama o koltukta neler çekildiğini bildiğimden komik geliyor. Böyle uzaktan seyretmek en güzeli. Benim için çok teatral bir şey. Nazlı Hanım’la Nagehan meselesine gelince; her şeyin bir perde arkası vardır, ben de bu perde arkasını üç aşağı beş yukarı biliyorum. Nazlı Hanım daha cemaat gözüyle bakıyor, Nagehan daha Tayyip Erdoğan entegreli bir hayat kuruyor. Ben ikisinin de doğru yolda olmadığını düşünüyorum. Sonuç olarak ikisinin birbirine düşmüş olması bir şeyi değiştirmez. İki yanlıştan bir doğru çıkmayacaktır.
ÇÖZÜM SÜRECİNE PRAGMATİK BAKMAK
O zaman çözüm sürecine ne diyorsunuz?
Çözüm sürecine pragmatik bakmak gerekir. Kan akmıyorsa bu bir faydadır. Ama yarın ya tüm bu olanlardan sonra oluk oluk kan akarsa diye de düşünmek lazım. Çünkü Türkiye’de bu resmi hep gördük. Zaten ortada bir çözüm süreci olduğunu da düşünmüyorum. Çözüm süreci şöyle olabilir; biri çıkar, Başbakan olabilir, BDP’den biri olabilir derki; “Bir genel af gelecek. Bunun içine herkes girecek. Ardından da yüzde 1’e inecek baraj”... O zaman toplumun bir kısmı “Dur Apo çıkamaz” ya da “çıkar”, der. Somut olarak bir şeyler tartışılır. Şu an böyle bir şey yok ki. Yüzde 10 mu değişiyor? Partiler yasası mı, solcu mu oluyoruz, dinci mi? Hiçbir şey belli değil. Sadece kanaatler noktasında iyi bir mutabakat var şimdilik. Süreç olabilmesi için ne olduğunun bilinmesi gerekir. Ve ben bu işin seküler bir hareketle ve sol bir dille tartışılmasından yanayım. Orada kırmızı çizgim laiklik. Sol ve laiklik.
AYKIRI KUMPANYA İLE KURTLARIMI DÖKÜYORUM
Programcılığınız edebiyat, sanat, tiyatro yönünüzü sanki biraz gölgede bıraktı. Şimdi sanki bunlar yeniden gün yüzüne çıkıyor. güncel siyasetle bu kadar haşır neşirken “Aykırı Kumpanya” nasıl çıkıyor?
Ben kendimi her zaman bir edebiyatçı, bir yazar olarak görüyorum.Televizyon da dahil olmak üzere diğer işler benim için yan iş. Televizyonu da, televizyondaki tanınmışlığımı da edebiyata ve sanata mutlaka yöneltmek için bir fırsat olarak hazırlıyordum. Nitekim o fırsat geldi. “Aykırı Kumpanya” benim için bu anlamda çok önemli. Sonuçta, ben yıllarca tiyatro yaptım. Tiyatro sahnesinde de ilerisi için başka şeyler de olabilir belki oyuncuşuk vs ama Aykırı Kumpanya’yla devam edeceğim kesin. Biricik bir iş oldu. Bir tiyatro değil ama bir gösteri. Hatta benim zaman zaman stand-upçıklar yaptığım bir gösteri. Orada Türkiye’nin yakın tarihindeki sanatçılardan, aydınlardan hareketle iki perde ve canlı müzikli bir iş yapıyoruz. Hem ben kurtlarımı döküyorum; şarkılar davullar çalınıyor, hem insanlar çok şaşırıyor. Türkiye’nin dört bir yanından insanlar bi’ daha bi’ daha gelin diyorlar. Ve ben tek bir belaltı espri yapmadan, entelektüel dünyanın içinden de kahkahalar atılabildiğini ve hayatın anlatılabileceğini düşündüm. Gösterimin hem teatral hem de belgesel ayağı var.
Alternatif tiyatrolar için ne düşünüyorsunuz?
Çok önemli buluyorum. Onlar da aslında “merkez tiyatro” oldu. Çünkü tiyatronun merkezi çökünce, alternatif merkez oldu. Buradan büyüyeceğini düşünüyorum. Bu yeni yaşayacağımız süreç, Gezi’yle birlikte insanların yüzyüze olma ihtiyacı müzikte, tiyatroda, mizahta, edebiyatta yeni bir olanak sağladı ve ben buna bayılıyorum.
Fotoğraflar: Mehmet Eren Bozbaş
Evrensel'i Takip Et