30 Aralık 2013 07:52

Basit bir iktidar hırsı değil suçun yarattığı panik

Rüşvet ve yolsuzluk operasyonundan sonra Erdoğan’ın yeniden mağdur rolüne soyunduğunu belirten Gazeteci Yazar Aydın Engin, “Siyasetten yana saf tutmak, kirli siyasetten yana saf tutmak anlamına gelemez” diyor.

Basit bir iktidar hırsı değil suçun yarattığı panik
Paylaş

Serpil İLGÜN

17 Aralık’tan bu yana pek çok gelişme yaşandı. Bakan çocukları ve "hayırsever" iş adamları tutuklandı. Bakanlar istifa ettirildi, emniyette görevinden alınmayan amir neredeyse kalmadı, kabine değiştirildi… Ancak, yargı cephesinde “bağımsız yargı” ifadesinin söylemsel değerini bile ortadan kaldıran öyle skandal gelişmeler yaşandı ki, hukukçular durumu tarif etmekte zorlandı.  Hatırlatalım: Hükümet, 21 Aralık’ta “Haber vermeden nasıl operasyon yaparsınız?​” diyerek apar topar Adli Kolluk Yönetmeliği’ni değiştirdi. HSYK itiraz etti, Danıştay yürütmeyi durdurdu, Başbakan “Yetkim olsa HSYK’yi ben yargılarım” dedi. Diğer yandan, rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun ikinci ayağı için emniyete talimat verildi ama emniyet talimatı yerine getirmedi. Haklarında gözaltı kararı alınanların listesi yayınlandı. Kaçan kaçtı. Soruşturmadan alınan savcı, adliye önünde bildiri dağıttı…  Sıralananların biri bile Hükümet devirmeye yeterken, bir şey olmadı. Nedenini deneyimli Gazeteci, Yazar Aydın Engin’le konuştuk.


Hukukçuların “tuz koktu” dediği yargıdaki tabloyu nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım. Hükümet yargıyı suçluyor, yargı hem Hükümeti hem emniyeti suçluyor, savcının soruşturma yapması engelleniyor… Tüm bunlar ne demek? Daha da önemlisi nasıl mümkün olabiliyor?
Tek cevabı var; mümkün olamaz. Ama oluyor. İdarenin yargıya emir verme veya yargıdan bilgi alma hakkı yoktur. Bu, üzerinde konuşulmayacak kadar temel bir ilke. Suçu örtmek için bu adım atıldı. Bunun üstünde derin hukuksal açıklamalar yapmak, evrensel hukukun gerekleri budur, yargı bağımsızlığının anlamı şudur gibi uzun uzun yorumlar yapmak, bence abesle iştigal etmek. Anayasa’da “Türkiye bir hukuk devletidir” diye yazar. Tamam, çok çiğnendi, çok yalama oldu ama yine de Anayasa’da öyle yazdığına göre bu uygulama dönecekti. Dönmemesi, Anayasa askıya alındı demektir. Bu da galiba suçtur.

Savcı talimatının yerine getirilmemesi de suç, ama getirilmedi?
Suçtur, hiç tartışılmaz. Yani adli kolluk dediğimizin, bu jandarma olur, polis olur hiç önemli değil, “Efendim, savcı bana emir verdi, bu emri yerine getireyim mi?​” diye amirine sorması dahi suçtur. Bu müdür olur, kaymakam olur, vali olur, içişleri bakanı olur, başbakan olur, kim olursa olsun. Memur suçlarına bakan savcıların Başsavcı Turan Çolakkadı’dan talimat beklemeksizin, görevi yerine getirmeyen polisler hakkında işlem yapması lazım.
Yaparlar mı yapmazlar mı, mümkün mü, bu sorulara bugünlerdeki Türkiye’de “mümkün” diyebiliyoruz. Ama bu mümkün, hukuksal, Anayasa’ya karşı işlenmiş bir suç olma vasfını ortadan kaldırmıyor. Hele Danıştayın iptal kararından sonra, bir mazeret de kalmadı ortada. Siz bir tek soru sordunuz ama olay o kadar karmaşık ki, daha vahim bir durum daha var.

Nedir?
Şu: Savcı bir emir verdi, yerine getirilmedi. Tamam, bunu anladık. Ama daha önemlisi savcı, “Şu şu kişilerin evlerinde ve işyerinde arama yapılsın, şunlar şunlar da gözaltına alınsın” diye mahkemeden karar aldı. Dolayısıyla uygulanmayan sadece savcının emri değil. Bir mahkeme kararı uygulanmıyor. Dosya elinden alınan Savcı Muammer Akkaş’ın, İstanbul Başsavcılığına bu polisler ve amirler hakkında “Mahkeme kararını uygulamadıkları için soruşturma açılsın, cezalandırılsın” diye başvurma hakkı var. Ama bunu beklemeye gerek yok, memur suçlarını kovuşturmakla görevli savcıların el koymuş olmaları lazım şu ana kadar. Koymadılarsa onlar da kusur işliyor ve HSYK’nin onlara, “Ortada aleni bir suç işlendi ve siz tribünde seyrediyorsunuz, böyle savcılık olmaz” demesi lazım. Bütün bunlar olacak mı bilmiyorum.

Gezi’de, Roboskî’de kelle vermeyen Erdoğan, yolsuzluk operasyonunda 8 gün sonra da olsa kelle vermek zorunda kaldı. Paniklediği için mi, yoksa bu kez köşeye sıkıştığı için mi?
Eminim Hükümet şunu gördü; “Hayır biz bu kez bunu örtemeyeceğiz, o zaman bu dört bakanı devre dışı bırakalım.” Dikkat ettiyseniz “soruşturmanın selameti için görevden alınmışlardır” bile denmedi. Çok utangaç kuruldu cümleler. Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar, ki unutmayalım sıradan bir AKP’li değildi Başbakanın sırdaşı, kara kutusu olarak bilinen kişiydi, istifasını açıklarken, “Önüme ‘istifa et, elimi rahatlat’ diye bir kağıt kondu, benim buna itirazım var” dedi. “Elimi rahatlat”, yani “suçu üstlen yoksa daha yukarı gelecek.” Nitekim bir gün sonra Erdoğan, “Aslında hedef benim. Oğlum üstünden bana gelmeye çalışıyorlar” dedi. Bütün bunlardan çıkarak, böylesine gözü kara, böylesine hukukun ırzına geçmeyi göze alacak kadar saldırgan bir tutumun basit bir iktidar hırsından öte, ortadaki somut suçun yarattığı bir panik olduğu kanısındayım.

Şu sıralar sıkça 28 Şubat’a göndermeler yapılıyor ve AKP’de istifaların artacağı, böylelikle Erdoğan’ın seçime gitmeye mecbur kalacağı söyleniyor. Sizce AKP’den bu kadar yoğun bir kopuş yaşanır mı?

Çok umutlu değilim. Kör bir AKP düşmanlığıyla hepsi aynı menfaat çetesinin üyeleri çıkarımı yapılıyor. Öyle değil. Burada ideolojik duygular var, dinsel duygular var, cumhuriyetin kuruluşundan beri iktidarın hep dışında kalmış, iktidara uzanamamış mütedeyyin dediğimiz kesimin “nihayet iktidara kavuştuk, bunu elimizden kaçırmayalım” duygusu var…

Çıkar da yok mudur?

Çıkar da vardır ama iktidar duygusu da vardır, bir davayı kazanmak da vardır. O yüzden AKP’yi Mecliste azınlığa düşürecek ya da erken seçime zorlayacak çapta bir istifa dalgasını pek mümkün görmüyorum. Kaldı ki CHP de, MHP de seçim istemiyor. Sadece HDP, yiğitçe ortaya çıkıp “Derhal erken seçim” dedi.

CHP neden istemiyor?
Çünkü bugün seçim olsa “Ortaya çıkan bu pisliklerden sonra halkımız uyandı, artık AKP’ye oy vermez ve seçimi kaybeder” gibi bir beklenti yok. Nitekim güvenilir kamuoyu kuruluşları da bu tür yolsuzlukların dört beş puanlık değişiklikler getireceğini söylüyor.

Buna rağmen erken seçimi Erdoğan ister mi?

Hayır. Bu kadar sıcak bir olayda istemez. Onun yerine bu çalkantının soğumasını tercih edecektir. Eğer yeni dalgalar gelmezse ki gelebilir, yeni yılla birlikte seçim atmosferine gireceğiz. Partiler ve seçmenlerin ilgileri başka yönlere yönelecek.


POLİSİN GEZİ TAVRINI GÜLER DEĞİL ALA BELİRLEDİ

Adalet ve İçişleri Bakanlıkları tercihlerine bakılarak yeni kabine için seçim kabinesi, savaş kabinesi, mücadele kabinesi tabirleri kullanılıyor. Bazı yorumlara göre ise bu kadrosuzluk kabinesi. Sizin değerlendirmeniz nasıl? 
Ben savaş kabinesini şöyle anlıyorum; çok sadık bir kabine. Erdoğan “Baş üstüne efendim, emrinizi olur Başbakanım” diyecek bir kabine kurdu. Dört, Meclis İhtisas Komisyonu Başkanını bakanlığa getirdi. Bekir Bozdağ Adalet Bakanlığından önce AKP Grup Başkanvekilliği yaptı yıllarca. O dönemde Ankara gazetecileri “Bozdağ bir konuya evet dediyse, Başbakan evet demiştir anlamına gelir” derlerdi. Yani Erdoğan’ın barometresi olarak algılanırdı.
Efkan Ala’nın adı Diyarbakır Valiliği sırasında duyuldu, orda başarılı bulunduğu için Başbakanlık Müsteşarı oldu. Diyarbakır valiliği sırasında “Taş atan çocukları hapse atmamak lazım” gibi vicdanları okşayan laflar etti ama unutmayalım, çok önemli birkaç saldırı onun döneminde oldu. Ve Gezi olayları patlak verip de Başbakanın Fas’a gittiğinde, “Gönlüm rahat gidiyorum, Efkan hepsine bakacaktır” dediği söyleniyor. Gezi olaylarında polisin tavrını, şiddetin dozunu belirleyen kararların İçişleri Bakanı tarafından değil, Ala tarafından alındığı Ankara’da gazetecilerin bildiği bir sır.

Kemal Kılıçdaroğlu, Ala için “derin AKP’dir” dedi. Değerlendirmenizin Kılıçdaroğlu’nun tabiriyle uyuştuğu söylenebilir mi?
Efkan Ala, bürokrasinin üst noktalarına gelmiş birisi olduğundan devleti koruma refleksleri gelişmiş birisi olabilir. Ama ben ağır basan yanının Tayyip Erdoğan’a sadakat olduğunu düşünüyorum.


ÇANKAYA SUSAMAZ

Cumhurbaşkanı Gül etkisiz olmakla eleştiriliyor. Yolsuzluk operasyonuna ilişkin genel geçer ifadeler kullanmasını kimileri Cemaatle arayı bozmama, kimileri de Erdoğan köşke çıktığında AKP’yi devralacağını anımsatarak yıpranmaktan kaçınma olarak değerlendiriyor. Gül’ün tavrını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burjuva siyasetinde bu tür ince hesaplar yapılır. Gül’ün özetlediğiniz tutumu bu açıdan anlaşılabilir. Evet, bu mümkün. Anlaşıldığı kadarıyla AKP’nin Gül’den başka bir seçeneği de yok. Numan Kurtulmuş falan olmaz, taşıyamazlar. Ancak, yaşadığımız bu kördüğüm ortamında Çankaya susamaz. “Gelecek siyasi hesaplarım açısından şu günlerde ortalarda görünmeyeyim” hesabı, haklı bir hesap olabilir ama doğru bir hesap değildir.


BÜYÜ BOZULDU

“Başbakan, Kürtleri yanına çekmek için yolsuzluk operasyonunun aynı zamanda çözüm sürecini hedeflediğini söylüyor, bazı Kürt siyasetçiler bu tuzağa düşüyor” deniyor. Katılıyor musunuz?
Evet, bunun payı vardır. Ama BDP çizgisi bu manevrayı yutmadı. Bazı BDP’li siyasetçiler, “Cemaatin bu yaptığı, barış sürecini tehlikeye atacaktır” diye demeçler verdi. Ama son birkaç günden beri daha yetkili kesimlerinden gelen açıklamalar, bence o çürük analizleri etkisizleştirdi, tavır resmileşti. Erdoğan, yolsuzluk meselesinden yara almanın önüne geçmek için deyim yerindeyse düşmanı büyütüyor. Bu söylem kahve sohbetlerine malzeme sunuyor. Uluslararası komplo, MOSSAD, Yahudi lobisi, Amerika, faiz lobisi, Cemaat… Bütün bunların bileşkesi olan bir düşman çizerek yeniden çok sevdiği bir rolü oynuyor Tayyip Erdoğan; mağdur rolünü.

Bu kez tutar mı peki?
Hayır, tutmayacak. Şunu görelim, büyü bozuldu. AKP yıkılamaz, karşı çıkanları ezer geçer algısı yıkıldı. Büyü önce Gezi’de bozuldu. Şimdi ise yolsuzluk operasyonuyla erişilmez, dokunulmaz ve mücadele edilirse mutlaka kaybedilir diye düşünülen Tayyip Erdoğan ve ekibi büyüsü bozuldu. Medya şaha kalktı falan asla demiyorum ama medyadaki korku tümüyle değilse de,  kırıldı. Halkımızın bu kadar kirlenmişliğe oylarıyla bir cevap vermesi meselesinde, medyadaki bu kırılmanın bir etkisi olacaktır.

“Operasyon Erdoğan’ı o kadar öfkelendirdi ki, siyasi hayatını imha etmeyi bile göze alıyor” deniyor. Kavganın sonu nereye varır sizce?
İmha sert bir kelime. Ama siyasal sonuna doğru hızla gidiyor diyebiliriz. Yokuş aşağı giden birisini arkadan itmek gerekmez. Ve bu inişin, seçtiği yoldan dolayı daha da hızlandığı kanısındayım. Çankaya’ya çıkamazsa, AKP’nin de başında kalamaz hale gelirse, düz milletvekili olursa bu onun siyasi sonudur.

Yolsuzluk operasyonu Cemaati güçlendirdi tezine katılır mısınız?
Daha önce bu kadar ortalıkta değildi. Şimdi, “Vay be, Erdoğan’ı salladı” diye kahvelerde konuşuluyor. Dolayısıyla güçlenmekten çok var olan gücünün farkına varıldı. Pek çoklarını da manasız ve ayıp umuda sürükleyen o oldu. Bu olaylar Cemaat üstünde de bir basınç oluşturdu. Bugünkü ne olduğu bilinmez yapılarını ne kadar koruyabilecekler, ne kadar daha şeffaflaşacaklar bilmiyorum ama zorlandıklarını biliyorum.


AKP’Yİ KOLLAMAYA ÇALIŞAN ÇİZGİ SİYASETİ SAVUNMUYOR, KİRLİ SİYASETİ SAVUNUYOR

Cemaat-AKP kavgası ve yolsuzluk operasyonu, dünün kavgalılarını da yakınlaştırmış görünüyor. Nitekim ulusalcılar, CHP, MHP ve de tabii Cemaat ittifaklarından söz edilmeye başlandı. Bu yeni dizilişler ne kadar kalıcı ve değiştirici olur? Yoksa bu tür bir okuma için henüz erken mi?
Reel politik diye bir kavram vardır. Bu genellikle gerçekçi politika olarak algılanır. Bu doğru bir tercüme değildir. Osmanlıcası, eyyamcı siyasettir. Yani esen rüzgara göre, ilkesiz demektir. Bugünlerde cezaevlerindeki Silivri kahramanlarının Cemaate asla toz kondurmamaya çalışmaları, düne kadar dillerinden düşürmedikleri F tipi, Fetocular terimlerinden özenle kaçınmaları, bu eyyamcılığın, ilkesizliğin göstergelerinden biri. Şu anda sadece yine o ilkesiz “AKP gitsin de ne olursa olsun” diyen, bütün hayatlarını AKP düşmanlığı üzerine kurmuş mantık var. Siyaset böyle bir şey değil. Dolayısıyla bir, ciddiye almayalım fazla, iki, buradan bir şey çıkmaz. Zaten iktidarı devralabilecek bir siyasal koalisyon mümkün değil saydığınız bileşenlerle.

Bazı liberal aydınlar, örneğin Oral Çalışlar, yolsuzluk operasyonu için “Saldırı siyasetedir, o yüzden AKP’den yana olmalıyız” diyor…
Oral on yıl Cumhuriyet’te oda arkadaşımdı. Dolayısıyla kötü laflar etmek istemiyorum ama yanlış yaptığını düşünüyorum. Darbe veya komplolar arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz. Siyasetten yana saf tutmak demek, kirli siyasetten yana saf tutmak anlamına gelemez. Şu anda AKP’yi koruyup kollamaya çalışan çizgi, siyaseti savunmuyor, kirli siyaseti savunuyor. Bunun savunulacak bir yanı yok.


CHP’DE DE CEMAAT TABUSU YIKILDI

Amerika gezisinden sonra “Cemaat CHP’yi destekleyecek diyenler” çoğaldı.  Bu yakınlaşma CHP tabanında nasıl karşılanır?
Tabanında büyük tepki olur ama CHP’de de tabu kırıldı diye bakalım isterseniz. Amerika gezisi sırasında Cemaatin New York’taki kurumsal yüzünün düzenlediği kahvaltıya katıldı, onlarla uzun uzun konuştu ve “biz herkesle konuşuruz” edebiyatının arkasında durdu. Hâlbuki bundan on yıl önce “CHP Genel Başkanı Cemaatin bir organizasyonuna katıldı” denmesi, o genel başkanın düşmesine yol açacak bir parti günahıydı. Nitekim Ecevit, Gülen okullarını övüp Cemaate yakın durduğunda, “laikliği yok ediyor” denmişti. DSP’ye yöneltilen itirazların en serti buydu. Dolayısıyla CHP’de de bir tabu kırıldı.
Cemaat için kadro kaynaklarının kurumasını önlemek önemli. Bunu önledikleri takdirde var olan iktidarların herhangi biriyle dostane ilişkiler kurar. Bu CHP de olabilir.


CEMAATİ ÇILGINA ÇEVİREN ŞEY, KADRO KAYNAKLARININ KURUTULMASI

17 Aralık’tan sonra emniyet ve bürokrasideki Cemaat tasfiyesi hızlandı. Siz, AKP-Cemaat kavgası değerlendirmelerinizde, “AKP iktidara geldiğinde, Cemaatin kadrolarından yararlanmak durumundaydı” diyorsunuz. Açmanızı rica edelim ve “neden mecburdu” diye soralım.
2002’de AKP iktidara geldiğinde esas olarak kadrolarının çoğunluğu imam hatip lisesinde okumuşlardı. O zamanki imam hatip liseleri önünde kurulan baraj yüzünden en çok meslek yüksek okullarına gidebiliyorlardı. Zaten durumları gereği devlette bir takım makamlara gelmek konusunda bir ufukları yoktu. Hem böyle bir ufukları yoktu, hem de kadınlar cephesinden başı bağlı olmak, öbüründe de soruşturma açılsa nasılsa, misal “Bu şahıs İsmailağa Cemaatindenmiş, onu almıyoruz” derler diye talip olmadılar.

Buna karşılık, Gülen Cemaatinin vardı?
Evet. 70’li yıllarda Gülen çok açık seçik, “eğitime, yargıya, askere, emniyete, dışişlerine ve maliyeye girmeliyiz” diye o zamandan hedef ve yol gösterdi. Gülen okullarını hem Uganda’da, hem Moskova’da gezmiş görmüş bir arkadaşınızım. Gerçekten ışık evleriyle, dershaneleriyle, özel okullarıyla, üniversitesiyle en parlak öğrencilere göz koyup, onları cemaate kazanma yönünde, cemaatin yazılı olmayan bir işleyişi vardır. Bunda da epey başarılı olmuşlardır. 2002’de iktidara geldiklerinde kadrosunu ancak oradan karşılayabilirdi, kendi kadroları yoktu çünkü. Yani hariciyeye kimi verecek, maliyeye kimi verecek, genel müdür kim olacak? Bu bir bilgidir, kültürdür, iyi yetişmişliktir, hazırlanmış olmaktır bu işlere. Dolayısıyla Cemaatin oy potansiyelinin ne olduğunu bilmiyorum, niceliğini veremem -ama yüzde 15 bir oy potansiyelinin de olduğunu düşünmüyorum- ama nitelik olarak bürokraside ve siyasette yön veren, politika belirleyen kadrolar Gülen Cemaati kadrolarıydı.
Daha iki yıl önce, artık o parlak erkekler -kadınlar çok az- maliyeye, hariciyeye girmek için başvurduklarında “Cemaate yakın olduklarını gizlemek zorunda kalıyorlar” diye kendileri yakınıyorlardı. Yani, daha ortada bu toz duman yokken. Bu git gide tırmandı ve bugüne kadar geldik. Dershaneler kavgasının bir nedeni de budur diye düşünüyorum.

Belirttiğiniz tarih, askeri vesayetin geriletilmesine denk gelen bir tarih?
Evet. Bitirdikten sonra da kendi aralarında iktidar paylaşımında kavga çıktı. Ve kavgayı Tayip Erdoğan başlattı dikkat edersiniz.

Cemaatin parti kurma eğilimi olur mu?
O da onların intiharı olur.

Neden?

Bunu aralarında saygı duyduğum, -ideolojik olarak da, inanç olarak da alakam yok ama fikirlerine, demokrat çizgi benimsemeye çalışmalarına saygı duyduğum tanıdıklarım var- isimlerle konuştuğum zaman iddialı bir şekilde şunu söyleyebiliyorum; parti kurmaz. Daha büyük, daha geniş bir misyona sahipler. Bu, Türkiye ile sınırlı değil. Onları çılgına çeviren kadro kaynaklarını kurutacak olan, pastayı paylaşma, avanta kaynakları demedim dikkat ederseniz, kadro kaynaklarını kurutacak olan Erdoğan manevraları bunu başlattı. Unutmayın ki, internette arama motoruna TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) yazsanız ve o siteyi ayrıntılandırsanız, Türkiye’nin bütününü kaplayan bir örgütlenme ağından bahsederiz. Bunu bir siyasal harekete dönüştürmek demek, o hareketi yok etmek demektir. Ayrıca dünya çapında da bir misyona sahipler. Milliyetçi duygularla da beslenmiş bir cemaat çizgisi var; Türk ve İslam. Her yerde Türk bayrağının dalgalandığı ve İslam’ın güler yüzünün tanıtıldığı bir misyon taşıyorlar. Ve bunu mümkün olduğu kadar geniş yapmaya çalışıyorlar. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD başta olmak üzere, AB de dâhil, light İslam, yani şiddetten uzak İslam olarak gördükleri Cemaate Erdoğan’dan çok daha yakın duruyorlar. Bu pozisyonlarını kaybedip, Türkiye’de siyaset kargaşasında parti kuracaklarını zannetmiyorum. Çünkü nicelikleri güçlü değil. “Kadrolarımızı iktidardaymışız gibi güçlü kılacak bir kadro yapısına sahibiz” diyorlar. Çok da yanlış değil söyledikleri.


SEÇENEK YARATILMADIĞI SÜRECE ‘GİTSİN’ DEMEK ‘KAOS GELSİN’ DEMEKTİR

Başbakan’ın, “Sarraf’ı hayırsever bir işadamı olarak bilirim”, “banka müdürü o paraları okul yapmak için evinde saklamış” gibi izahatlarla kendi tabanını konsolide etmesi mümkün mü peki?
Mümkün. Yani eli kolu bağlı seyredecek değil. Dövüşmeyi seven bir adam, dövüşmeyi bilen bir adam ve dövüşmeyi belden aşağı da sürdürebilen bir adam. Şurdan mutabık oluruz sanıyorum; “Yaşasın cemaat çok hayırlı bir iş yaptı” filan diyecek halimiz yok. Bu bir iktidar savaşı, her iki tarafın elinde dosyalar var. Ve utanç verici olan şu ki, bu dosyalar aralarındaki menfaat çatışması, devleti paylaşma kavgası patlak verince ortaya çıktı. Ancak şunu unutmayalım; bu bizim ayıbımız değil ama tragedyamız. Seçimimiz ne? Yani, hep şunu sordum ben baştan beri, “Bu bir darbe” deniyor değil mi? “Sen düş, ben geçeyim” yerine diye darbe yapılır. Kim geçecek? Cemaat. Hayır. CHP mi, HDP mi, BDP mi? Yani Türkiye siyasetindeki bu kitlenmişlik hepimizin uykularını kaçıran bir durum ama bu da bir gerçek.

Bu tartışmaya sol cephesinden bakınca ne söylersiniz?

Ben de istiyorum AKP’nin gitmesini. Ama “yesinler birbirini” demenin aklı başında bir tutum olmadığını, buna devrimci kılıflar geçirmenin hiç de alkışlanacak bir tutum olmadığını vurgulamak isterim. Çünkü 2000-2001 ekonomik krizlerinde, ülkenin en iyi eğitim görmüş kesimleri derin bir işsizliğe düştü ve hortumlanmış bankaların sonucunu da biz ödedik. Bugün 2.14’e çıkmış Dolar’dan, 3 lirayı geçmiş Euro’dan söz ediyoruz. Ve “oh olsun, batsınlar” derken, mazoşist bir şey söylüyoruz. Burada çocuğuna süt almak isteyen annenin durumunu düşünelim, asgari ücretle geçinen, taşeronlara esir düşmüş emekçileri düşünelim. Bu, AKP’yi savunmak, “AKP iktidarda kalsın” demek değildir. Seçenek yaratılmadığı sürece “gitsin” demek, “kaos gelsin” demektir. Ve bu kaosun faturasını da AKP’nin tepeleri ödemez, biz öderiz.

Ne yapmalı peki?
Bunun ilk testini Mart’ta yapacağız. Bunda başarısız kalırsak, cumhurbaşkanlığı seçimi var. Cemaate güvenip, “Erdoğan cumhurbaşkanlığında ilk turda seçilemez” gibi veyahut da “İstanbul, Ankara’yı belediye seçimlerinde kaybeder” gibi bir düşünsel tembelliğe kapılmak yerine, bu çorbada bizim de tuzumuz olabileceğini düşünüyorum. Yerel seçimlerde de cumhurbaşkanlığı seçiminde de, “ben kendimi milliyetçilik batağına batmamış bir solda tanımlıyorum” diyenlerin hünerlerini, çalışkanlıklarını göstermeleri gerekecek. “Çok umutlu musun Aydın Engin” diye sormayın. Bu bir sınav...


BU, BİZİM DE SINAVIMIZ

Yani, bu kez Gezi’de olduğu gibi “hazırlıksız yakalandık” gibi bir mazeretimiz olamaz…
Bu defa öyle bir mazeretimiz yok. “Hiç beklemediğimiz bir anda Gezi patladı” diyenlere, “haklısın” derdik ama bu defa üç seçim üst üste. Ve Türkiye solu, Türkiye’nin ilerici insanları, demokratları için “hazırlıksız yakalandık” mazereti sadece tembellik itirafından ibaret olur.
Bu, bizim de sınavımız aynı zamanda. Aramızdaki siyasal farklılaşmaları büyüterek değil de, üstünde beraber omuzlaşabileceğimiz noktaları öne çıkarabilirsek, küçümsenmeyecek imkânlarımız var.

HDP de bunu yapmaya çalışıyor…
Oraya doğru bir gidiş var. Bakın bu imkânı herkes “İktidara mı geleceksiniz, ha ha, hayal kuruyorsunuz” diye karşılıyor. Niye öyle düşünüyoruz? Belediye başkanı seçilemeyebilir ama belediye meclislerinde namuslu insanlar olsa, imar komisyonlarında dönen dolapları açıklayabilecek, yolsuzlukta ortak olmayacak iki üç arkadaşımızı biz belediye meclislerinde görebilsek… İkametgâh tezkeresi almaktan ibaret sayılan muhtarlıklarda olsak aklı vermiyorum, sadece “iktidara mı geleceksiniz, belediye başkanı mı olacaksınız”, bunu aşabiliriz diye düşünüyorum. Yerel seçimlerde beceremediğimizi cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, onda beceremediğimizi genel seçimlerde gösterebiliriz gibi geliyor.

SADECE SOKAĞA ODAKLANMIŞ MUHALEFET DAHA BÜYÜK DÜŞ KIRIKLIKLARINA YOL AÇIYOR

Yolsuzluk operasyonu sonrası yurt genelinde eylemler başladı. “Yine Gezi olur mu” diye soruluyor. Sokak muhalefetini nasıl görüyorsunuz?
Canlansa da çok abartılığı kanısındayım.

Abartılıyor derken…
Şöyle; ona bel bağlanarak, çünkü şu da çok kullanılıyor; “her şey sokakta.” Hayır, her şey sokakta değil. Sokak, protestoların ete kemiğe büründüğü, insanların sesini yükselttiği demokratik eylemlerden biridir. Ama bütün eylem mantığını sokağa kilitleyen, sadece orda gören bir mantığın da, işlevsel olmadığını düşünüyorum. 60’lı yıllarda Türkiye solunda çokça tartışılan kitle çizgisi diye bir terim vardı. Kitle çizgisi, kitleden kopmamak demektir, Gezi Parkı’nın başlangıcı ve sonu arasında bu kitle çizgisi meselesinde somut olaylar yaşadık. Kitle çizgisinin gerisine düşme, burada demagojik bir şekilde, kalabalığın hızı en yavaş gidenin hızına eşittir gibi demagojilere yüz vermemek gerek. Ama kitle çizgisi dediğimiz zaman trafiği kesen, insanlara hayatı zehir eden, şiddet kullanımını öne çıkaran, sokaktan bunu anlayanlar da var çünkü. O zaman kitle çizgisini kaybediyoruz ve sadece sokağa odaklanmış bir toplumsal muhalefetin sonuç alamaması daha büyük düş kırıklıklarına yol açıyor. Onu toplumsal muhalefetin bir halkası olarak algılamak bana daha doğru geliyor.
Eylemlerin saygısından çok kimlerin katıldığına bakalım. Eğer sen, ben, bizim oğlan katıldıysa yani kendi kendimize katıldıysak, 80 kentte de yapılsa çok anlamlı değil ama var olan toplumsal psikolojinin, var olan ortamı gayet elverişli. Daha yaratıcı eylem modelleriyle kitleleri de içine sokabilecek eylemler konusunda kafa patlatmak daha doğru geliyor bana.

ÖNCEKİ HABER

Arap Coğrafyası\'nda darbe ve kaos yılı

SONRAKİ HABER

Volgograd\'da yine intihar saldırısı: En az 14 ölü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...