29 Aralık 2013 08:01

Kapitalizm ve insanlığı zincire vuran serbestiyet

Yazılı tarih, insanlığın özel mülkiyetle ve sınıf ayrımlarıyla tanışmasının ve bunlara karşı verdiği özgürlük mücadelesinin tarihidir.

Kapitalizm ve insanlığı zincire vuran serbestiyet
Paylaş

Muammer KAYMAK

Yazılı tarih, insanlığın özel mülkiyetle ve sınıf ayrımlarıyla tanışmasının ve bunlara karşı verdiği özgürlük mücadelesinin tarihidir. İnsanlığın toplumsal evriminin son birkaç bin yıllık döneminde “uygarlık” evresinde, yönetilen ve ezilen çoğunluk, kolektif belleğine yerleşen on binlerce yıllık eşitlikçi deneyimden güç alarak özgürlük düşünün peşinden koştu. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar, yönetenlerin iktisadi artığa zor yoluyla el koyduğu, meşruluğunu kılıcın gücü ile tahkim edilmiş din ve gelenekten alan toplumsal sistemler içinde var olmuştu. Bu sistemler geniş yığınları kölelik, serflik vb. gibi biçimler altında zor yoluyla kişisel tabiiyete maruz bıraktı. 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve adım adım tüm dünyayı egemenliği altına alan kapitalizm ise insanlar arasındaki kişisel bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırarak, toplumsal yaşamı kişisel olmayan piyasa kuralları doğrultusunda yeniden örgütledi. Kapitalizm, Batı Avrupa feodalizminin bağrında ortaya çıkan değişimlerle ortaya çıktı ve yüzyıllara uzanan sancılı bir geçiş döneminin ardından 17. ve 18. yüzyılda İngiltere ve Fransa’daki burjuva siyasal devrimlerle zaferini ilan etti. Kapitalizm, içinden çıktığı feodalizme karşı nihai zaferini ilan edene kadar verdiği mücadele içinde geniş yığınların özgürlük ve eşitlik arayışına güçlü bir temel oluşturdu ve düşünürleri aracılığı bu mücadeleyi kendi iktidarının dayanağı olarak değerlendirmeye çalıştı. Bugün kapitalizmle özgürlük ilişkisi üzerine yaratılan yanılsamalar bu dönemde geliştirilen düşünsel temellere dayanıyor.
Feodal toplumların bağrında gelişen kapitalizme karşı yerleşik çıkarların direnişi uzunca bir süre devam etti. 19. yüzyıla kadar süren bu uzun iktidar mücadelesinde kapitalizmin feodalizme karşı başlıca ideolojik silahı liberalizmdi. Liberalizm, gelişen piyasa ilişkilerinin rekabet, verimlik, birikim gibi zorunluluklarının koşullandırdığı davranış tarzı ve alışkanlıklarından türeyen bireyciliği esas alıyordu. Bireyci felsefenin bir diğer dayanağı ise kapitalizmin ücretli özgür emeğe dayalı olarak işleyen bir üretim tarzı olmasıydı. Özgür ücretli emek, kapitalizmin oluşum sürecinde feodal malikânelerdeki köylülerin topraklarından zor yoluyla koparılmasıyla oluşturuldu. Böylece geniş bir özgür emekçi kitlesi hem feodalizme özgü eski himaye, tabiiyet ve hizmetlilik ilişkilerinden hem de her türlü mal ve mülk sahipliğinden “özgürleşerek” tek geçim kaynağı olarak çalışma yeteneklerini, emek güçlerin satmaya ve birbirleriyle rekabet etmeye mecbur bırakıldı.
Bu süreçte piyasadaki güç ve konumlar giderek siyasal gücün temeli halini aldı. Geleneksel aristokrasiye karşı egemenlik mücadelesi veren burjuvazinin sözcüleri olan ilk liberal düşünürler, meşruiyetini dinden ve geleneklerden alan feodal monarşilerin, sermayenin ihtiyaçlarını dikkate almayan keyfi yönetimlerine karşı iktidarın dünyevi karakterini vurguladılar. Bu çerçevede iktidarın kaynağının özgür bireylerin toplumsal sözleşme ile kendi iradelerini iktidara devretmesi olduğu fikrini formüle ettiler. İktidarın toplumsal sözleşmeye dayandığı düşüncesi, insanların değişmeyen toplumsal statülere hapsedildiği hiyerarşik feodal toplumun ilişkileri yerine, sözleşmeye dayanan piyasa ilişkilerini temel alıyordu.
17. ve 18. yüzyılın liberal düşünürleri, feodal monarşilere karşı burjuvazinin taleplerini savunurken düşünsel kökleri ortaçağda bulunan doğal haklar/doğal yasalar argümanına başvurdular. Bu argüman feodal sınıfların kontrolündeki Parlamentoların keyfi kararlarına karşı kapitalizm adına yürütülen mücadelenin temel düsturu oldu. Buna göre insanın var oluşunda ayrılamaz doğal haklar vardı. Bu hakların, insan yapısı keyfi pozitif yasalar karşısında tartışmasız bir üstünlükleri söz konusuydu. İlk liberal düşünürlerden John Locke insanın doğal haklarını yaşama hakkı, özgürlük ve mülkiyet diye sıraladı. Bu doğal haklar kavramlaştırması, kapitalistin piyasa kuralları çerçevesindeki davranışlarının ve ihtiyaçlarının genelleştirilmesine dayanıyordu. Örneğin Locke’un dile getirdiği özgürlük (liberty) yükselen kapitalist sınıfın, üretim ve ticaret alanlarındaki girişimlerinin önündeki keyfi engellerin kaldırılmasını ifade ediyordu. Bu yönüyle burjuvazi açısından girişim özgürlüğünü ya da daha doğru bir adlandırmayla serbestiyeti ifade ediyordu. Serbestiyetin emekçi açısından kapsamı, iş gücünü satmak için gerekli hukuki ehliyete sahip olmak, başka bir deyişle hukuken sözleşme yapabilecek kişisel serbestiye sahip olmaktan ibaretti. Mülkiyet hakkı ise üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyeti insan emeğinden kaynaklanan doğal bir hak olarak formüle ediyordu. Bu yaklaşım, meta üretiminin genelleşmediği, tarımda ve sanayide bağımsız küçük meta üretiminin hâlâ oldukça yaygın olduğu bir dönemin kavrayışını yansıtıyor, henüz oluşum halindeki kapitalist sınıfın kârını bu sınıfın sarf ettiği emeğin sonucu olarak görüyordu.
İngiltere, kapitalizmin gelişmesine hizmet edecek bu hakları burjuva devrimi ile ortaya çıkan kapitalist devlet eliyle kurumsallaştırdı. Kapitalist gelişmenin güçlü bir feodal monarşi tarafından engellendiği Fransa’da ise liberal düşünürler mülkiyet hakkını, feodal devletin keyfi el koymalarına karşı mülkiyetin dokunulmazlığını ifade etmek üzere savundular. 18. yüzyılda kendilerini doğanın egemenliği anlamına gelen Fizyokrasi sözcüğü ile tanımlayan liberal Fransız düşünürler, toplumsal düzenin dayanaklarını büyük harflerle, “MÜLKİYET, GÜVENLİK, ÖZGÜRLÜK” ifadesiyle sloganlaştırdı. Fizyokratlara göre kapitalizmin gerekleri olan bu doğal yasalar, bunların gerekliliğini kavramış despotik bir yönetim tarafından gerçekleştirilecekti.
Kapitalizmin uzun yürüyüşü 18. yüzyıl ortalarında Sanayi devrimi ile büyük bir ivme kazandı. Aynı tarihsel gelişmelerin harekete geçirdiği Fransız burjuva devriminin ardından burjuvazi iktidarını pekiştirdi. Özgürlük ve eşitliği kendi sınıf çıkarları ile sınırlı bir biçimde savunan ve emekçi yığınları bu talepler doğrultusunda seferber etmek zorunda kaldığı için demokrasi mücadelesine öncülük eden burjuvazi, iktidarı ele geçirdikten sonra hızla ilerici niteliğini kaybetti. Egemen sınıf olarak burjuvazi, kendi var oluşlarını piyasanın acımasız kurallarına teslim etmek istemeyen, insanın toplumsal doğasına aykırı olan bireyciliğe, yabancılaşma ve sömürüye karşı çıkan mülksüz emekçi yığınların özgürlük ve eşitlik taleplerinin muhatabı haline geldi. Bu taleplerin yön verdiği mücadeleler somut olarak burjuvazinin sınıf iktidarını tehdit eden ya da Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi ortadan kaldıran toplumsal devrimlere kaynaklık etti. Ancak burjuvazi işçi sınıfı ve emekçilerin özgürlük ve eşitlik taleplerinin önüne feodalizme karşı egemenlik mücadelesi verdiği dönemin düşünsel mirası olan liberalizmi çıkardı. Bu mirasın en temel özelliği ekonomi alanı ile politika alanının kategorik ayrımına dayanmasıdır. Bu ayrım, siyasal özgürlükler mücadelesi ile iktisadi alandaki sınıf mücadelelerini birbirinden koparır. Burjuvazinin özgürlük ve eşitlik mücadelelerini “açık toplum”, “sivil toplum-devlet ikiliği”, “toplumsal diyalog” vb. yollarla denetim altına alması ekonomi ile politika ayrımının sorgulanmadan kabul edilmesinden kaynaklanmıştır. Bu ayrımı temel alan liberalizm, özgürlük ve eşitlik taleplerini, sermayenin hareket serbestisini ifade eden serbestiyetle özdeşleştirerek sömürgeleştirir. Piyasanın yarattığı sömürü ve eşitsizliği, insan doğasına bağlar. Fiilen işlemeyen “yasalar karşısında eşitlik” ilkesini ileri sürerek eşitlik sorununu çözülmüş varsayar. Bireylerin kendi potansiyellerini gerçekleştirme, yaşamlarını ilgilendiren kararlara katılma, itiraz etme haklarını görmezden gelir. Serbestiyetin hakim olduğu burjuva sivil toplumun ürettiği tahakküm ilişkilerini yok sayar. Bir yandan burjuva bireyciliğini yüceltirken diğer yandan tekelci kapitalizmle bütünleşmiş Ortaçağ gericiliğinin cemaat örgütlenmelerini sivil toplumun dinamiği olarak tanımlar. Mülkiyetle özgürlükler arasındaki tercihi her zaman birinciden yana olmuştur. Kısacası serbestiyet insanlığın her türlü baskı ve tahakkümden özgürleşme çabasının önündeki  gerçek engeldir. Serbestiyet, insanlığı özel mülkiyetin ve onun ayrılmaz parçası olan her türlü tahakküm ilişkisinin zincirlerine hapseder. Ahlaki çürümeyi, maddi çıkarlar için insanlıktan çıkma haline getirir. Sadece 17 Aralık’tan beri yaşananlar, serbestiyet şemsiyesi altında özgürlük mücadelesi iddiasının sefaletinin açık kanıtıdır. ı

ÖNCEKİ HABER

21. yüzyıl kadınların ve halkların öncülüğünde özgürlük yüzyılı olacak

SONRAKİ HABER

Özgürlüğün Rojava’daki adı...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa