15 Aralık 2013 07:47

Kısaltılmış bir hayatın ukdesi

Gökhan Akçura’nın unutulmuştan, bilinmeyenden hayat çıkarma kabiliyeti sayesinde hatıratı sahaf kitapları arasından çıkarılarak çoklarımıza tanışma fırsatı verilmiş bir karakter Melek Kobra.

Kısaltılmış bir hayatın ukdesi
Paylaş

Fatma ONAT

Gökhan Akçura’nın unutulmuştan, bilinmeyenden hayat çıkarma kabiliyeti sayesinde hatıratı sahaf kitapları arasından çıkarılarak çoklarımıza tanışma fırsatı verilmiş bir karakter Melek Kobra. 1915 yılında doğmuş, Cumhuriyetin övünç kaynağı saydığı “yeni kadın” imajı içine sıkıştırılmış, hayatına birkaç film, çokça tiyatro oyunu, plaklar ve hızlı iniş çıkışlar sığdırmış bir kadın. Yaşamından kitap*, kitabından Rüstem Ertuğ Altınay’ın yazdığı bir oyun çıkarılmış dikkat çekici bir karakter.  
Sonu bilinen hikâyeler okunmaya, izlenmeye başlanıldığı noktada asıl çekici kısım; ne olacağı değil nasıl gerçekleştiğidir. Finali “genç ölüm” olmuş bir hayattan bize aktarılacak olanın da nasıllarla kaplı bu süreç olduğunu söylemek mümkün. Bu süreç içinde çokça insani özellik çıkmakta karşımıza.
Sahaf kitapları arasına sıkışmış hatıralar içinden vaktiyle umut vadeden güzel ve dikkat çekici bir kadın, belki şöhret coşkusuna kapılmış bir aktris, kimilerince sevdiği adamın açtığı her yaraya dalıveren bir aşık, ağır koşullarla mücadele etmiş bir hasta, dönemin aristokrasisi içinde bir evlat ve umutları olan bir genç kadın görmek mümkün.
Varlığı iddialı bir hayat söz ettiğimiz. Melek Kobra bu hayatın son iki yılında kaleme aldığı hatıraların okuyucuyla-izleyiciyle buluşacağını düşünür müydü bilinmez ama sahnelemenin gösterdiği bir şey var ki o da; kayıt altına alınmış her hatıranın bir gün birileriyle paylaşılacağı ihtimalinin hep varolduğu ve her hayatın kendi trajedisini taşıdığı.
Söz konusu paylaşım ihtimali, oyun boyunca kendini hissettirmekte. Yeşim Koçak’ın tek kişilik performansıyla sahnelenen bir kısım hayatın içinden hep bir zarafet geçmesini de bu ihtimal üzerinden okumak mümkün. Melek, ölümü çağıran son yıllarında kaleme aldığı bu hatıraların içine hep kontrollü bir anlatım katmış. Karakter, anlatısı boyunca hep dinleniyormuş bilgisini, şüphesini belki de arzusunu hiç ortadan kaldırmıyor. En azından sahneleme için yapılan kurgu buna işaret etmekte.
Kuzeni ve güzellik yarışmasındaki rakibi de olan Keriman Halis’in başarısına olan ukdesini, kızgınlığına rağmen eski kocası Ferdi Tayfur’u -kendisi dönemin en önemli dublaj sanatçılarından biridir- yine bu duygusal kontrollülük içinde şefkatle karışık anlatıyor.
Koçak’ın oyunculuğuna da yansıyor bu zarafet ve temkinli haller. Oyunculuğu sırasında bedeniyle kurduğu ilişki bunu destekliyor. Hastalığın ağır süreci boyunca fiziksel görüntüsünün aynı dirilikte kendini var ediyor olması da bir anlamda bu “görünen kısım” yanılsamasıyla açıklanabilir. Karakterin anlattıkları boyunca yükselen ruhsal çöküşe bedeninin çok da eşlik etmiyor oluşu “bir oyun estetiği” üzerinden ele alındığı fikrini doğuruyor daha çok.

MAKET GİBİ BİR HAYAT

Bir yatak ve pencereden ibaret zamanlar Jale Karabekir’in rejisinin de oluşturduğu iskelete kaynaklık ediyor. Adeta bir hassas maket içine kırılgan bir kalp yerleştiriliyor. Pencere temsilinin bir “kuş kafesi”ni anımsatıyor oluşu da bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir hastane odasından hayat çıkarmaya çalışırken geçmişin tutkularından, umutlarından beslenerek yaşamaya çalışıyor.
Fakat zorlu bir dayanıklılık ve tekinsiz bir kırılganlık arasına sıkıştırılmış bir karakter görüyoruz çoğu zaman. Bu da Melek Kobra’yı iki boyut arasına hapsederken, kendi özgür alanını yaratma ihtimalini görünür kılamıyor.
Sevdiği adamdan, kıskandığı kadınlardan, başarıyla gerçekleştirdiği temsillerden, birilerinin kızı, birilerinin eşi olmaktan öteye taşıyamıyor. Benliğinin inşası hep başkalarınca oluşturulmaya çalışılmış biriyle karşı karşıya kalıyoruz sanki. Tayfur’a olan aşkının yaşattıklarını aktarırken de herhangi bir sorgulama içinde görülemiyor. Hatıratın içinden çıkanlarla böyle bir çatışma üretilemediği savunmasını kabul etmek olmaz elbette. Eldeki dökümanları farklı okuma biçiminin bunda daha etkili olduğu bir gerçek. Çünkü bu farklılık gerçekleşmediği noktada, Tiyatro Boyalıkuş’un feminist okumalar üzerinden yaptığı kıymetli yaklaşımının iddiasını çok da ortaya koyan bir üretimle karşılaşamıyoruz.
Oyun sonrası bir insan, bu hayattan genç yaşında göçmüş bir kadın tanıyoruz sadece. Onun daha çok melodramatik hayatının öyküsüne odaklanırken biricikliğinin farkına çok da varamıyoruz. Oysa oyunculuk ve sahneleme kurgusu bunu birçok noktada başarıyla ortaya koyma sinyalleri veriyorken karakterin hayal kırıklıklarına fazlasıyla odaklanılması bu başarıyı sürdürülebilir kılmıyor oyun boyunca. Varlığı hep birilerinin gerisinde kalmış bir kadın portresi çıkıyor ortaya. Bir hastalıktan sebep sonlanmış bir hayat yerine hayal kırıklığının bitirdiği bir yaşamı izliyoruz sanki. Oysa ortada verem gibi dönemin yıkıcı hastalıklarından biri söz konusu. Oyun sırasında ya da sonrasında acaba yarışmadan daha iyi bir derece alsaydı, Ferdi Tayfur’a aşık olmasaydı, ailesinden kalanlar daha fazla olsaydı gibi tamamen finansal ve duygusal eşik soruları sorabiliyor zihnimiz. Bu noktada, Melek Kobra bu hastalığa yakalanmayıp daha uzun yaşasaydı kim bilir ne başarılara, ne mutluluklara imza atacaktı boyutu aklımızdan bile geçemiyor. Dolayısıyla genç ve kıymetli bir hayatın yerine, steril bir oda içinde son bulmuş bir yaşamın ukdelerine odaklanılıyor. O ukdeler de 1939 yılının bir bayramında defterinin son sayfasına yazdığı “Haydi Allah’a ısmarladık.” vedasıyla son buluyor.

* Kitap, Everest Yayınları’ndan Hatıratım-Melek Kobra adıyla basıldı.
16 ve 27 Aralık’ta Sahne Cihangir’de. onatfat@gmail.com

ÖNCEKİ HABER

Sessiz kalmak suça ortak olmaktır

SONRAKİ HABER

Bir rüzgârgülü: Fethullah Gülen

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa