11 Aralık 2013 06:00

İnsanlar sussa da taşlar konuşuyor

Lusin Dink’in belgeseli Saroyan Ülkesi, Yazar William Saroyan’ın 1964’te yaptığı yolculuğu beyaz perdeye taşıyor. Baba tarafından Malatyalı Dink gibi, Saroyan da hiç görmediği Bitlis’i büyüklerinden dinlemiş bir Ermeni. Yolculuğunda yok edilmiş bir kültürü aramış, Dink’in yolculuğu da bu arayışın tanığı oluyor. Geçen ay Malatya Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülünü alan Saroyan Ülkesi’nin gösterimi, Başka Sinema salonlarında sürüyor.

İnsanlar sussa da taşlar konuşuyor
Paylaş

Çağdaş GÜNERBÜYÜK
İstanbul


Lusin Dink’in belgeseli Saroyan Ülkesi, Yazar William Saroyan’ın 1964’te yaptığı yolculuğu beyaz perdeye taşıyor. Baba tarafından Malatyalı Dink gibi, Saroyan da hiç görmediği Bitlis’i büyüklerinden dinlemiş bir Ermeni. Yolculuğunda yok edilmiş bir kültürü aramış, Dink’in yolculuğu da bu arayışın tanığı oluyor. Geçen ay Malatya Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülünü alan Saroyan Ülkesi’nin gösterimi, Başka Sinema salonlarında sürüyor.

Filmin adını konuşarak başlayalım mı? Neresi Saroyan Ülkesi?
Saroyan Ülkesi, zannedersem evin neresi olduğuyla da ilgili bir şey. Göçmen bir ailenin çocuğu, sürgün de diyebiliriz, isteyerek göç gerçekleşmediği için. Kendini zaten Amerikalı, Bitlisli ve bir Ermeni olarak tanımlıyor. Ona anlatılan bir memleket var, kafasında kurduğu bir masal diyarı var. Gelip buraya yerleşmek gibi bir niyeti var, yazdıklarından bunu anlıyoruz. Ama kafasında yarattığı masal diyarını gelip de burada bulamayınca, bir daha buraya dönmüyor. Tek yolculuğu 64’teki yolculuğu. Başka yerde yazdıklarında şunu söylüyor: İngilizce’deki “Home” yuva diye çevrilebiliyor galiba, “Yuvayı kendi içimde buldum” diyor. Saroyan Ülkesi bu nedenle Saroyan’ın evrenselliğini kaplayan, bir yandan da halkların, sürgün çocukların buluştuğu yer aslında. Ne buralı olabilmek ve ne tam oralı olabilmek ve bunların hepsini kapsamak. Belki de edebiyatı Saroyan Ülkesi.

Bu hayalkırıklığını açabilir miyiz? Bu konuda çok konuşmuyor galiba...
Pek konuşmuyor. Fikret Otyam’a da ısrarla değişik biçimlerde sordum bunu. “Bana bir Bitlis tütünü sarın” diyor ve kocaman bir sigarayı öksüre öksüre içiyor. Bahçeye onu getirdiklerinde bir şey demeden çimlere yatıyor. O zaman papatyalar varmış, artık yok. Yolculukta yanında olan Bedros Zobyan’a, Amerika’ya dönünce şöyle yazıyor: “Hayatımda yaptığım en büyük yolculuktu. Bunu nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum.” 11 sene sonra da Bitlis oyununu yazıyor. Sorular üzerinden ilerleyen bir oyun, Saroyan’ın bütün edebiyatı gibi. Bunu orada diyor; “Yerleşebilirdim ama orada sadece egzantrik Amerikalı bir yazar olarak kalacaktım.” Hayalkırıklığının sebebi de, yok edilen sadece insanlar

değil aslında. Bir kültür, mimari, bunların hepsini kattığınızda bütün bir yaşam alanının yok edilmesinden bahsediyoruz. Orada muhtemelen Aram’lar vardı, Arşaluys’lar vardı, onların sokaklarda birbirleriyle atışmaları vardı, muhtemelen çekişmeler de vardı ama bunlar hep yaşamı oluşturan şeylerdi. Onu bulamadı.Aslında Saroyan tek de değil bu bağlamda. Benim de anne tarafım Sivaslı, baba tarafım Malatyalı mesela, onların orayla kurduğu duygusal bir bağ olmadı. Ben Malatya’dayken gideyim bakayım göreyim dedim. Yine de insanın içine bir hüzün yerleşiyor. Hafıza senden önceki kuşaklarla sen istesen de istemesen de aktarılıyor.  

BAŞKA TÜRLÜ OLSAYDI BURALAR CIVIL CIVIL OLURDU

Senin Malatya gezin nasıl oldu peki? Malatya Film Festivali için gitmiştin, ilk kez mi gezdin?
İlk defa bu kadar uzun kaldım. Orada keşke birileri olsa da dedim, ben dedemi sorduğumda onu tanıyor olsun. Bizim edebiyatımızda da sanatımızda da, bir kesinti, onun yerini sözlü tarih almış. Birtakım çocuklar Pamuk Prenses gibi masallarla büyürken, sen oradaki hayatın masallarıyla büyüyorsun. Ben de onu görmek istedim. Acaba geçmişte nasıldı buralar? Tarih başka türlü yaşansaydı eminim ki buralar daha cıvıl cıvıl hale gelirdi. Çünkü şuna çok inanıyorum. Ermenilerin zarar gördüğü kadar Kürtler de zarar gördü, Türkler de zarar gördü aslında. Bunu kavrayabildiğimiz noktada neler kaybettiğimizi anlayabiliriz. Çünkü o yaşam alanı beraber kurulmuştu.

Filmi çekmek nasıl bir tecrübeydi? Bitlis’te, başka yerlerde bir Ermeni yazarla ilgili film çektiğinizi söylediğinizde nasıl karşılandınız?
Filmin yapım koşulları da filmin içeriğine uygun oldu. Çok farklı coğrafyalarda çalıştık, çekim ve post prodüksiyon aşamasında. Çok uluslu bir ekiple çalıştık. İsim verip teşekkür edemiyorum çünkü herkes kalbini koydu. Onun da yansıdığını düşünüyorum.

Bölgedeki algı enteresan. Ermeni olduğumu öğrendiklerinde hemen “Biz kirveydik, biz size çok yaptık” deyip hemen bir özürle yanına geliyor, günah çıkarıyorlar. Fakat mesela içlerinden bazıları on beş dakika sonra, bir haritayla mı geldik biz oraya, film mi çekeceğiz, yoksa altınlar için mi geldik diye merak ediyor. Filmde, kitaplardan bir fotoğraf var. Papşen çeşmesi yazıyor. Aradık köyünü bulduk. Dediler “o çeşme buradaydı”, bir yıkıntıyı göstererek, “belediye geçen sene yıktı”. Arkada bir kilise var, yapıdan anladık. “Bu nedir” diye sorduk, “Bizim ahır orası” dediler. Biz geldiğimizde Bitlis merkezden bir arkadaş vardı, o bize “Biliyor musunuz, bu gece hepsi eline bir fener alıp kazılmış çeşmeyi bir daha kazacaklar, çünkü altın aramaya geldiğinizi düşünüyorlar.” Ben de diyorum keşke o altınlar olsa da, biz de gidip bulsak. Onlar da zamanla üretilmiş hurafeler aslında. Israrla yok edişi çok net anlıyorsun. O da muhtemelen şehir efsaneleri yaratarak halkın orayı bilinçsiz şekilde talan etmesiyle oluyor.

Ermenileri yok ederken de kullanılan bir efsane altın…
Zaten Ermeni soykırımında ekonomi büyük rol oynuyor. O tabii bütün Hristiyan azınlığa yönelik bir katliam, sadece Ermeniler değil, Süryanilerin pek adı geçmiyor, Asuriler varmış mesela. Avrupa’nın da bir ortaklığı var meseleye. Muş’ta Ermeni evleri yok edilirken AKP’li belediye başkanı kalkıp “Yoktu canım Ermeniler burada” diye açıklamalar yapabiliyor, Agos’ta çıkmıştı. “Benim çocukluğumda da bizim bağlar için derlerdi, buralar Ermenilerinmiş.” Bari onu deme. Bir de “Tapuyu göstersinler” diyor. O yüzden film zamansız bir film.
Filmde de görünüyor. Karaoğlanyanların, yani kendi anneannesinin yaşadığı evi buluyor. Evin tepesinde dört Ermenice harf var. Eski dili ben de bilmediğim için arayıp büyüklerimize sordum. 1890’lara tekabül eden bir tarihmiş, binanın yapım tarihini gösteriyor. Orada şimdi başka bir aile yaşıyor.  Ama insanlar sussa da taşlar konuşmaya devam ediyor.

HERKES YOLCULUĞUNDAN İZLER BULABİLİR

Metin nasıl ortaya çıktı? Bütün cümleler Saroyan’a mı ait?
Evet bütün cümleler Saroyan’ın. Onu bozmamak için çok okuma yaptım. Klasik bir portre çizmeye çalışmadım, Saroyan aynı zamanda bir temsiliyet olduğu için. Ama bir yandan filmin başkahramanı. Yolculuk hem edimin kendisi, hem de bir içsel yolculuk. Her insan kendi yolculuğundan izler bulursa ne mutlu bana. İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimde Almanya’da yaşayan bir Türk’ün “Ben 40 yıldır Almanya’da yaşıyorum, 40 yıldır bu yolculuğu yapamamıştım, sayende yaptım” deyip bana teşekkür etmesi, bir başka Türk’ün “Benim hayal yolculuğumu bana yaşattınız” demesi benim için çok önemliydi.

ÖNCEKİ HABER

Yeni sınır komşumuz: Suriye İslam Cephesi

SONRAKİ HABER

TRT’nin ayrımcılığı Arınç’a soruldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...