24 Ağustos 2013 15:19

Tekstil işçisinin ‘ödünç’ verdiği...

Anneannem, babaannem, dedem, annem ve babam tekstil işçisiydi benim.Tekstil işçiliği ailemizde anadan yavruya geçen bir kader gibiyken adeta, tekstilin isi kiri pasının arasında “kaybolmayayım” diye anne babamın tüm birikimiyle okuttuğu kız çocuğu olarak büyüdüm. Büyürken de dokuma makinelerinin, bobinlerin, g&u

Tekstil işçisinin  ‘ödünç’ verdiği...
Paylaş
Sevda Karaca

Tekstil işçiliği ailemizde anadan yavruya geçen bir kader gibiyken adeta, tekstilin isi kiri pasının arasında “kaybolmayayım” diye anne babamın tüm birikimiyle okuttuğu kız çocuğu olarak büyüdüm. Büyürken de dokuma makinelerinin, bobinlerin, gürültülü ve tozlu fabrikaların kalabalık yemekhanelerinin neye benzediğini gördüm, kreşinde kaldım, bahçesinde oynadım, servislerine bindim annemle sabahın kör saatlerinde. Her çocuk bunları görmüştür sandım. Ve her çocuk memleketin ekonomik kriz tarihini adı gibi bilir sandım.

YARDIM SANDIKLI, KREŞLİ, İKRAMİYELİ YILLAR

80’li yılların başı. Adana’nın en büyük tekstil fabrikalarından TekSA’da çalışıyor annem babam. Dönem, işçilerin sendikayı beklemeden, oluşturdukları komitede karar alıp kimi zaman yemek boykotuyla, kimi zaman servis boykotu, kimi zaman da makineleri kapatarak eylem yaptıkları dönem. Sabancı bu, işini bilmez mi? Çalışanların kimisi “memur” kadrosundan alınıyor işe, kimisi ise işçi... Memur olanlar ayrıcalıklı hem ücrette, hem muamelede. Ama bir şart var, “sendikalı olamazlar”.
Fabrikada işçilerin oluşturduğu bir yardım sandığı var. Her işçinin küçük bir aidatla desteklediği yardım sandığı her ihtiyacın giderildiği kocaman bir market gibi. Yiyecek, deterjan, kıyafet ne ararsan var... İşçiler yardım sandığından alışveriş yaptığında aldıklarının parasını hemen ödemek zorunda değil, azar azar kesiliyor maaşlarından. Pazar çalışmasının 3 yevmiyeye denk geldiği, mesai ücretlerinin 2 kat olduğu, 3 ayda bir ikramiyenin alındığı, senede 2 kez bir top kumaşın hediye edildiği, işçi çocuklarının kreşte bakıldığı bir fabrika yaşamı. “Sendika sayesinde mi bütün bu olanaklar peki?​” diyorum, “yok” diyor annem, “işçi sayesinde, o da Eylül’e kadar”. Darbeden sonra parça parça yok olmuş bunlar, her sene bir kazanım kayba dönüşmüş...

HER TİS’TE KALP KRİZİ GEÇİREN BAŞKAN

12 Eylül darbesini fabrikada işçi önlükleriyle karşılayanların bir kısmı ertesi gün jandarmaların arasında fabrikadan çıkarılırken bakakalmışlar. İşçilerin bir kısmı dönememiş fabrikaya. Direniş dağıtılır, makinelerin olduğu büyük işletmeye açılan kapının önüne işçilerce dizilen büyük balyaları askerler depoya indirirken seyretmişler. Tüfekli adamlar eşliğinde çalıştırılmış makineler, ve artık “memur” ve “işçi” ayrımına gerek görmemiş Sabancı. En asgaride “eşitlenmişler”. Hatta darbe öncesinde yaptıkları direniş yüzünden patrona zarar verildi diye bütün işçilerin ücretlerinden hayli yekünlü bir para “mahkeme kararıyla” kesilince, sendika yine bir şey yap(a)mamış.
Her toplu iş sözleşmesi döneminde sendika başkanının masada “kalp krizi geçirdiği”, anlaşma en asgariden sağlanınca başkanın işçilere “ah ben hastanelik olmayacaktım, görürdü onlar gününü” dediği, işçilerin her sözleşme döneminde “aramızda para toplayalım da başkanı bir muayeneye götürelim” diye dalga geçtikleri sendika... Yok hükmünde bir sendika...

ÖDÜN VERİLEN HAYATLAR

1992 senesinde biz memleketin bir başka “tekstil cennetine”, Denizli’ye taşındık. Anne babam kalifiye işçi sayılıyordu, Denizli’nin Adana’dakilere göre daha küçük fabrikalarında daha iyi ücretlerle çalışacaklardı. Bizim ailede geleceği garanti altına almak için atılan her adım bir “kriz” dalgasıyla geri tepti. Ailenin hayaller tarihi memleketin kriz tarihleriyle bozgunlar tarihine dönüştü hep. 1998 krizinde babam işten çıkarıldı. Annem günde 16 saat, aylarca izin kullanmadan çalışmaya başladı. O zaman 2 yaşında olan kardeşimi Adana’ya anneannemin yanına gönderdik kreşe göndermeye olanak yok diye. Annemin saçları ilk o zaman beyazladı. Sabah 5’te kalkıp yemek yaptığını, bizi okula hazırladığını, biz çıkmadan servise bindiğini, akşam biz yattıktan sonra geldiğini, geldikten sonra da evin içinde tıkır tıkır dolaştığını, ortalığı toparladığını hatırlıyorum. Onu hiç otururken görmedim o dönem. Aslında o dönem onu hiç görmedim. Babamsa bir hafta bir yerde, 5 gün bir yerde bulduğu fason işlere sarıldı sıkıca. O süre boyunca o küçük, o havasız, o yemekhanesiz-bahçesiz- penceresiz atölyelerden hiç çıkmadı. İş bitince eve gelirdi, gözlerinin altı mosmor. Uyurdu 2 gün hiç kalkmadan. Sonra bir daha...
Eskiyi bir nostalji gibi anlattılar bu sürede hep, fabrikanın kocaman bahçesinde voleybol oynadıklarını, işyeri hekiminin hastane hekiminden daha iyi olduğunu, işçilerin düzenlediği eğlence gecelerini, sinemaya, tiyatroya gittiklerini hep beraber. En iyisinden ayakkabıları yardım sandığında bulduklarını... Ve verdikleri emeğin karşılığını aldıklarını...
Niye anlattım bütün bunları?
12 bin işçi hayatlarında ilk defa greve çıktılar ya şimdi, ağızlarında hep “kriz döneminde patrona ödünç verdiğimiz mesai ücretlerini, ikramiye ve izinleri geri istiyoruz” lafı. Onlar öyle deyince annemle babamın ve dahi benim, kardeşlerimin ve tüm tekstil işçilerinin çocuklarının verdikleri “ödün”leri düşündüm... Bu “ödün” tarihinde kaybedilenleri ilk defa çıkılan bu grevin öğrettikleriyle hatırladım. Ve geri alma çabasını. O kadar...


SABAH BEYAZ, AKŞAM KARA TÜLBENT

ANNEANNEMİN işçilik zamanlarını hatırlamıyorum. Adana’da Güney Sanayi fabrikasında çalışmaya başladığında en büyüğü 8 en küçüğü 4 yaşında dört çocuğunu birbirine emanet ederek işe gidişinin nasıl bir yara olduğunu, kendisi çalışmaya başladığında hissettiğini ve annesini asıl o zaman anlamaya başladığını söyler annem. Mahallenin kadınlarının sabahın erken saatinde birlikte yola düştüğü, bir kadının küçük çocuğunun diğer kadının az biraz daha büyük çocuğuna emanet edildiği o yoksul işçi mahallesinden fabrikalara insan seli akarken, sabahın o saatlerini getirmeye çalışırım gözlerimin önüne. Kadınlar sabahın kör saatinde kalkar, ortalığı derler toplar, yemek yapar, çocukları uyandırır, okula gidecek olanı tembihler, miniklerin elinden tutar ve düşer yola, başında kenarı boncuk oyalı tülbendi, eteğinin altında geniş paçalı pantolonu, ayağında terliği. Her kapının önünde bir kadın katılır, her adımda çoğalır kadınlar, fabrikaya yol alan kalabalığın yürüyüşü bir protestoyu andırır...
Anneanneme fabrikadan yılda bir, bir top pazen kumaş verirlermiş. O bir top pazen kumaşla dikilen elbiseleri anlatırdı annem, boy boy çocuklara aynı kumaştan boy boy elbiseler... “Tüm mahallenin çocukları eşitti işte” der gülerek.
Dedem Bossa fabrikasının harman hallaç bölümünde işçiydi, pamuğun ilk savrulduğu yer burası. Pamuğun tozunun ve iğne gibi boğaza, buruna batan “tekillerinin” saç diplerinde biriktiğini, kirpiğine yapışan pamukların ne kadar yıkanırsa yıkansın geçmediğini hatırlıyorum. Bizim mahallenin çocukları Noel babayı çizgi filmlerde gördüğünde o bembeyaz sakalları ve kaşları yadırgamadı bu yüzden, zaten bütün babalar eve öyle gelirdi. Ne bir maske, ne bir havalandırma... Sadece anneannemin her gün işe giderken ağzını burnunu kapatsın diye verdiği, akşama dedemin simsiyah getirdiği bir beyaz tülbent...
Dedemi 60 yaşında akciğer kanserinden kaybettik, kirpiklerinde hâlâ pamuk tozları vardı...

ÖNCEKİ HABER

Sivilleri öldüren ABD’li askere müebbet hapis

SONRAKİ HABER

Neredensin? Ben Burada Yanındayım…

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...