25 Ağustos 2013 13:24

Anahtar kelimeler: Memleket, göç, emperyalizm

“Dünyada kişi için doğup büyüdüğü yeri kaybetmekten daha büyük bir acı olamaz”   EuripidesBu haftaki pazar dergisinde ağırlıklı temanın mültecilik ve göç üzerine olacağını söylerken Arif, telefonda; ilk kez çocukluğumda izlediğim Tunç Okan’ın Otobüs filminin hayal m

Anahtar kelimeler: Memleket, göç, emperyalizm
Paylaş
Ömer Furkan Özdemir

Bu haftaki pazar dergisinde ağırlıklı temanın mültecilik ve göç üzerine olacağını söylerken Arif, telefonda; ilk kez çocukluğumda izlediğim Tunç Okan’ın Otobüs filminin hayal meyal hatırladığım bir kaç sahnesi canlanmıştı zihnimde ve özellikle öykünün etrafında şekillendiği filmin “kahraman”larının yüzlerindeki ifadeler… Tunç Okan, söz konusu filminde göç olgusunun bir çok boyutuna ve özellikle de kültürel bir tartışmaya giriyordu ve filmdeki kaçak göçmenlerin tekrar ülkelerine dönüp dönmediğini bilemiyorduk (ve aslında filmde anlatılmak istenen boyutlarının yanında konunun bu yönü önemsiz kalıyordu) belki ama benim çocuk zihnimde o insanların yüzlerindeki ifade hep aynı anlamı ifade ediyordu: Bu insanlar bir daha “memleket”lerine dönebilecekler mi? Ağlayan Çayır’dan Uçurtma Avcısı’na, Rembetiko’dan Kaplumbağalar da Uçar’a ve hatta Dedemin İnsanları’na kadar bu konu üzerine izlenme şansı bulunan hemen tüm filmlerde insanın aklında bu soruyla birlikte gidip gelmekte olan diğer bir soru kalıyordu: yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan insanın memleketi artık başka bir memleket midir? Başlı başına insanın insan olma hikayesinin en başından bugüne süregelen bir “Göç” tartışmasına girmek değil elbette yazarın derdi…  Konunun zaten genel olarak bu yazarın haddini aştığının bilinciyle naçizane kaleme alınmak istenen mesele; 1915’de bir Ermeni, 1920’lerde bir Rum veya bir Türk, 1940’larda bir Yahudi, 1990’larda bir Kürt olmanın –yaşanılan tüm diğer acılarla birlikte- karşılık geldiği bir kavrama işaret edilmek istenmesidir: Zorunlu Göç -ya da daha güncel olanını ifade etmek üzere- Zorla Göç Ettirilme… Doğup büyüdüğü/yaşadığı topraklardan zorla göç ettirilen insanlar üzerine kaleme alınan yazılardan, akademik çalışmalara, sinemaya aktarılan öykülerden bambaşka alanlara, örneğin “yardım” kampanyalarına kadar yapılan her edimde söz konusu insanların yaşadığı dramların ardında yatan nedenler kimi zaman derinlemesine kimi zamanda görgüsel haliyle şu ya da bu biçimiyle ele alınıyorlar ve elbette insanlık tarihinin –ve özellikle yakın tarihin- en önemli toplumsal trajedilerinden birisi olan bu meseleye dair ortaya konan emek büyük bir saygıyı hak ediyor. Ancak burada yazarın dikkat çekmek istediği asıl mesele –hayata baktığı sınıfsal pencerenin bir gereği olarak- göç ve özellikle de zorla göç ettirilmenin kimi zaman ulusal kimlik, kimi zaman dini kimlik olarak karşımıza çıkan sebeplerinin ardında yatan ve sınıfsal eşitsizliğin en üst boyutu olan emperyalizmin işleyiş yasalarının eninde sonunda her gün dayattığı bir yeniden “şekillenme”nin söz konusu herhangi bir toprak parçasının aslı sahibi olan “üzerinde yaşayan” kitleleri yaprak gibi savurmaktan geri durmayan kâr güdüsüdür. Konu üzerine yazılıp çizilen “milliyetçiliğin anlamsızlığı”ndan “dinin insanları düşman etmesi”nden “etnik farklılıkların kışkırtılması”ndan vb. türlü türlü “teoriler”den arındığımızda geriye kalan hep aynı olgu olmaktadır: Emek gücünden başka yaşamını devam ettirecek hiç bir şeyi olmayan ve kafa ve kol emeğiyle geçinmek zorunda olan ve dahi çoğu zaman çalışma hakkından da mahrum kalan kitleler bir yandan da dünyanın her köşesini sınırsız sermaye birikimi için sahiplenen bir avuç büyük ve daha büyük sermaye grubu ve onlara hizmet eden devlet aygıtlarının pervasızlıkla şekillendirdiği topraklarda yerinden yurdundan edilmeye devam ediyor. İnsan ister istemez sormadan edemiyor: kimi kimin yurdundan hangi hakla “sürüyorsunuz?​” Böylesi bir klasik soruya geleneksel kullanımın da ötesinde, kapitalist ilişkiler zincirinin şekillendirdiği bir hukukla değil sınıflar mücadelesinin tarihsel birikimin ortaya koyduğu bir “hukuk” anlayışıyla cevap vermek gerekiyor elbette: İnsanlık tarihini bilinçli emek süreciyle başlatanlar aynı tarihin ilerlemesinin de birincil öğeleridirler. Ve bu tarihin üzerinde şekillendiği dünya da elbette koşulsuz olarak onlarındır, yani emekçilerindir, hem de “her bir çakıl taşına kadar”. Dünyanın herhangi bir köşesinde türlü görüngülerle an be an yaşanmaya devam eden ve ama asıl olarak en yakıcı şekliyle bugün Suriye’nin kuzeyinde yaşanan -ve muhtemeldir ki önümüzdeki dönem Ortadoğu’nun kalbinde patlak verme ihtimali yüksek olan bölgesel bir savaşın dalga dalga yaratacağı türevleriyle insanlık tarihine emperyalist kapitalizmin (kendi doymak bilmez kâr ve kaynak hırsının) yaratacağı yeni bir enkazı ekleyebilecek olan- zorla yerinden yurdundan etmenin taşeronluğunu üstlenen “ÖSO” çetelerinin Suriye’li Kürtlere reva gördüğü zulmün sınıfsal olarak karşılığı da yazara gore (elbette tartışmaya bile gerek olmaksızın!) şuna denk gelmektedir: bugünün ve yarının zorunlu göçlerden arındırılmış, emperyalist kapitalizmin -en azından şimdilik dünyanın bu bölgesinden- kovulduğu, insanların kendi yurtlarında özgürce yaşayabildiği bir geleceğin tam karşısında duran karanlık bir tezgah…

ÖNCEKİ HABER

İran’daki darbeyi CIA yapmış!

SONRAKİ HABER

Rushdie’nin utancı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...