10 Ağustos 2013 17:19

“Kadınlar sayısal değil, siyasal eşitlik istiyor!”

Bu zamana kadar –gitmesek de, görmesek de- hep yavru vatan olarak bildik Kıbrıs’ı. Bu ana-yavru ilişkisi gerçeği ne kadar yansıtıyordu tartışılır elbet. Zira Kıbrıs’ta yaşanan sorunlar Türkiye’de yaşananlara çok benzer. Özellikle kadınların yaşadığı sorunlar. Orada da “barış” a ihtiyaç var, orada da B

“Kadınlar sayısal değil, siyasal eşitlik istiyor!”
Paylaş
Gülşah İmrek

Kıbrıs'ta geçtiğimiz günlerde sonuçlanan seçimlerde Cumhuriyetçi Türk Partisi Lefkoşa milletvekili seçildiniz. Meclise giren az sayıda kadından birisiniz... Seçilmenizde en büyük etken neydi sizce?
Erkek egemen siyaset tarzı, gündelik hayatın içine gizlenmiş iktidar ilişkilerini normalleştirerek ve doğallaştırarak iş yapan bir siyaset tarzıdır.  Gündelik hayattaki güç ilişkileri ve adaletsizlikler, erkek egemen politika tarafından tali meseleler olarak kabul edilip önemsizleştirilir. Kadınlar başta olmak üzere, görünmez kılınan birçok sosyal grubun (engelliler, lgbt bireyler, azınlıklar vb.) maruz kaldığı eşitsizlikler de bu yüzden ya yok sayılır, ya da pek fazla yer bulamaz. Ben sadece seçim süreci içinde değil, feminist aktivist olarak yürüttüğüm mücadele boyunca, eril tahakkümün bir tezahürü olan ve gündelik hayattaki iktidar ilişkilerini görünmez kılan büyük “P” ile “Politika”nın kadınları, LGBT bireyleri, engellileri ve azınlık grupları nasıl ötelediğini ve dışladığını anlatmaya çalıştım. Kadınlar olarak her gün yaşadığımız şiddeti, eşitsizliği ve sömürüyü dile getirirken dışarıdan ve birileri “adına” konuşan bir pozisyondan değil,  içinde yaşadığım toplumun adaletsizliklerinden bilfiil etkilenen bir birey olarak kendimi ifade etmeye çalıştım. Hiyerarşik bir düzlemden kurulan ve çoğu zaman da “yöneten siyasetçi-yönetilen halk” denklemi içerisinde normalleştirilen güç ilişkilerinin dışında bir dil kurmaya çalışmam seçilmemde önemli bir faktör oldu.

Kıbrıs'ta meclise sadece 4 kadın milletvekili girebildi. Bunu neye bağlıyorsunuz? Kadınların siyasete katılımı engelleniyor mu?
Aslında kadınlar dolaylı yoldan bir engellemeye maruz kalıyorlar. Kadınların siyasi karar alma süreçlerindeki eksikliği ve yeterli bir oranda temsil edilmeyişi görmezden geliniyor. Siyasi partiler, bünyelerinde bulunan kadın örgütlerine, seçim zamanlarında kapı kapı dolaşıp aday gösterdikleri erkekler için oy toplayan birimler muamelesi yapıyor. Kadın örgütlerinin cinsiyet eksenli hak ve özgürlük politikaları şekillendirmelerine pek fazla alan bırakılmıyor. Kadınlar da kendi sözlerine alan açmak konusunda çekingen ve ürkek davranıyor. Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde faaliyet gösteren siyasi partilerin hiçbiri “kota”nın ne anlama geldiğini ve ne işe yaradığını yeterince anlayabilmiş değil. Dezavantajlı kesimlerin görünürlüğünü sağlayacak geçici özel önlem olan kotaya, hala kadınlara yapılmış gereksiz bir iltimas ve ayrıcalık muamelesi yapılıyor. Kadınların siyasete müdahil olmasını engelleyen faktörler bunlarla da sınırlı değil. Kıbrıs’ta kadınları ailelerindeki erkeklere referansla (birinin karısı, kızı, annesi, kız kardeşi olarak) tanımlama eğilimi var, kadınların siyasetteki aktiviteleri bu erkeklerin siyasi yükleri ve gölgeleri içerisinde algılanıyor. Bu durum kadınların kendi konum ve duruşlarını tarif etmekte yaşadıkları önemli bir dezavantaj. Ayrıca yine bu yarı-cemaat ve paternal toplum yapısından dolayı siyasetin yapıldığı mekânlar da kadınların erişiminin pek fazla olmadığı, futbol kulübü, kahvehane, meyhane gibi mekânlar. Erkeklerin bu mekânlarda kurdukları ilişki ağları ve dil, siyasetin örüldüğü habitusları da belirliyor. Aday olma, oy isteme, siyaset konuşma ve siyaseten görünür olma imkânları hep bu habituslar içerisinde oluyor.

Seçimlere giderken kadınların taleplerini ortaya koyabildikleri mekanizmalar/ örgütlenmeler var mıydı? Neler talep ediyordu Kıbrıslı kadınlar? Ortaya çıkan meclis tablosu kadınların talepleri için olumlu değerlendirilebilir mi?
Doğrusunu isterseniz, tüm seçim süreci boyunca toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda somut talepler ve yapılması gereken işler ile ilgili önermeler koyan bir tek örgüt Feminist Atölye (FEMA) oldu. FEMA sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel bağlamlarda toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili yapılması gerektiğini düşündüğü proje ve politikaları 6 hafta boyunca yazılı olarak kamuoyu ile paylaştı. Ayrıca “Eşitlik ve Özgürlük için Feministler Meclise” adı altında bir kampanya düzenleyip taleplerini ortaya koydu. Bu taleplerin ortaya koyulması önemliydi, ama ortaya çıkan meclis tablosunda kadın vekillerin oranının %8’i aşmasına yardımcı olamadığını üzülerek gördüm.

EŞİTLİK VE ADALET İÇİN KADIN ODAKLI SİYASET, AMA NASIL?

Toplumsal cinsiyet odaklı çalışmalar derken, ülke sorunlarına ilişkisel bakmayı mümkün kılacak çalışmalardan bahsediyorum. Makro düzeyde ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobinin yeniden üretilmesini mümkün kılan milliyetçi ve militarist kültürü bertaraf edecek, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi anlayışını geliştirecek politikaları üretmek... Yanında, kısa vadede sonuçlar üretecek yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapmak... Örneğin, kadınların ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel sorunlarına somut çözümler üretmek önemli. Ayrıca kadınların maruz kaldığı şiddeti önleyici yasal ve kurumsal düzenlemeler gibi, şiddet ortaya çıktıktan sonra alınması gereken koruyucu tedbirleri de bir an önce hayata geçirmemiz lazım. Sığınma Evleri ve Rehabilitasyon merkezleri açılması gerekiyor. Şiddeti uygulayan kişilerin de rehabilite edilip topluma kazandırılması oldukça önemli. Sosyal Hizmetlerin yeniden yapılandırılması, Bakanlıklar düzeyinde Cinsiyet Odak Noktalarının açılması da çok gerekli. Irkı, dili, dini, sınıfsal konumu, fiziksel durumu,  cinsiyeti ya da cinsel yönelimi dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalan kişilerin hukuki servis alabileceği Bilgi Noktalarının hayata geçirilmesi yanında, ayrımcılığı önleyecek yasal çerçevenin de oluşturulmasını önemsiyorum. Kadına yönelik şiddeti önlemeyi kolaylaştıracak ve 2011 yılının Aralık ayında FEMA olarak yürüttüğümüz kampanya sonucunda Kıbrıs’ın kuzeyinde de kabul edilen Avrupa Konseyi Kadına Yönelik Şiddeti ve Ev içi Şiddeti Önleme sözleşmesi temelinde formüle edilecek bir şiddet yasasına ihtiyacımız var. Çocuk istismarını durduracak ve çocukların sağlıklı bir ortamda büyümesini garanti altına alacak bir yasayı da derhal gündemimize alacağız. Ceza Yasası’nın revize edilmesi, ev kadınlarının sosyal güvenceye kavuşması için gerekli düzenlemeleri yapacağız. TOCEM (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Mekanizması)’nın kurulması elbette tüm bu yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapmamızı kolaylaştıracak. Elbette bu politikaların yürürlüğe konulması ve aksamadan devam edebilmesi için Meclis düzeyinde yapılan yıllık bütçe planlarına “cinsiyete duyarlı bütçeleme” anlayışını da yerleştirmemiz gerekiyor.  Kadınların ekonomik olarak güçlenmesini teşvik edecek meslek kazandırıcı eğitimler, kooperatifleşme ve bunlara paralel olarak tasarlanacak mikro kredi imkânları da alınması gereken ekonomik önlemler arasında.  

KIBRISLI KADINLAR SAVAŞIN BEDELİNİ ÇOK AĞIR ÖDEDİLER

70'li yıllardan beri süregelen bir  "Kıbrıs Sorunu" var. Bu sorunun çözümü konusunda ne düşünüyorsunuz?
5 yıldan fazla bir süredir, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplumları arasında kurulacak olan federal devletin toplumsal cinsiyete duyarlı bir devlet olarak inşa edilmesi için uğraşan bir ekip var. Bazı çalışmalarına benim de dâhil olduğum bu ekip görüşme masasına toplumsal cinsiyet perspektifini de ekleyebilmek için yoğun bir çaba sarf ediyor. Federasyonun sadece iki toplum arasında kurulacak federal bir devletten ibaret olmadığını, kâğıt üzerinde yapılan bir çözüm antlaşmasının Kıbrıs üzerinde yaşayan farklı etnik gruplar arasında bir “Barış” oluşturmak için yeterli olmadığını anlatmamız önemli. Sahici bir barış kültürü oluşturabilmemiz için savaşın acıları ile yüzleşmemizi mümkün kılacak, “öteki” olarak konumlandırdığımız toplumsal grubun hakikatlerini görmemize imkân verecek bir siyasi kültürün yolunu açmamız gerekiyor. Böyle bir kültür oluşturmak daha çok istişare ve diyalogtan geçiyor. Etnik kimliklerimizin farklılığının ötesine geçerek, bizleri kadınlar olarak birleştiren noktalara odaklanmamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Kıbrıslı kadınlar, etnik kökeni fark etmeksizin, savaşın ve çatışmanın bedelini çok ağır ödediler. Şiddet gördüler, tecavüze uğradılar, çocuklarını, evlerini, sevdiklerini kaybettiler. Birbirimizin hikayesi ve hakikati ile ilişki kurmak, müşterek bir gelecek örgütleyebilmenin de ilk adımı olacak diye düşünüyorum.

KIBRISLI KADINLARDAN ERDOĞAN’A:

“Nüfuslar rakam değil, yaşayan insanlardır”
Türkiye'deki kürtaj, gebelik, üç çocuk tartışmalarını siz de takip ediyorsunuz. Erdoğan, Kıbrıs ziyaretinde de Kıbrıslı kadınlara aynı çağrıları tekrar etmişti. Kıbrıslı kadınlar ve siz bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Sayın Erdoğan Kıbrıslı kadınlara “madem Kıbrıs’a nüfus taşımamızı istemiyorsunuz, o zaman siz de doğurun. En az 4 çocuk yapın” demişti. Bu açıklamadan sonra, Feminist Atölye olarak biz de Sayın Erdoğan’a bir açık mektup yazıp şöyle demiştik: “Kadınların bedenini ulusal nüfusu üreten aygıtlar olarak nesneleştirmeniz, kullandığınız maço üslupla oldukça tutarlı olduğu için bu pervasız cümleleri sizden bekliyorduk. Kadınları kendi bedenleri üzerinde söz hakkına sahip insanlar olarak görmek yerine, “düşman Yunan” ile verdiğiniz nüfus savaşlarının araçları olarak görmeniz ve tahakkümcü söylemlerinizi bedenlerimize kadar uzatabilmeniz kabul edilebilir bir şey değildir. Üstelik bu söylemleri “Hem doğurmuyorsunuz, hem de oraya nüfus götürmemize karşı çıkıyorsunuz. Madem nüfus aktarmamızı istemiyorsunuz, siz de doğurun” diye meşrulaştırmaya çalışmanız, sadece Kıbrıslılara değil, adaya gönderdiğiniz nüfusa karşı da büyük bir saygısızlıktır. Çünkü nüfuslar rakamlar değil, yaşayan insanlardır Sayın Erdoğan. etiyle, kemiği ile, gözyaşı ve ter ile yaşam mücadelesi veren insanlar. Adaya gönderdiğiniz insanların ve Kıbrıslıların verdiği yaşam mücadelesini görebilseydiniz, onları nüfus savaşları içerisindeki “rakamlar” olarak görmekten belki vazgeçerdiniz. Ve yine keşke danışmanlarınız size, Kıbrıs’ta verilen mücadelenin sayısal değil, siyasal eşitlik için olduğunu söyleselerdi! Belki o zaman, ülkemizin tüm sahillerini yandaşlarınıza peşkeş çekerek çevremizi katletmenin ne kadar büyük bir yıkım; tüm kurumlarımızı ihalesiz, usulsüz yandaş kurumlarınıza devretmenin ne kadar büyük bir zulüm ve sizden gördüğümüz aşağılanmanın ne kadar büyük bir acı olduğunu telakki edebilirdiniz!”

MECLİSTE KADINLARIN TEMSİLİ %8

Erken genel seçimlerde 50 kişilik KKTC Meclisi için, toplam beş partiden 250 aday yarıştı. Bu adaylardan sadece 47'si kadındı. Kuzey Kıbrıs’ta çalışma yürüten feminist örgüt Feminist Atölye (FEMA) genel seçimler öncesinde, kadınların mecliste yer alabilmesi için bir kampanya başlatmış ve kadınları da kadın adaylara destek vermeye çağırmıştı. Seçimlerin ardından Yüksek Seçim Kurulu'nun açıklamasına göre toplamında dört kadın vekil meclise girebildi: Sibel Siber, Doğuş Derya, Fazilet Özdenefe ve İzlem Gürçağ...Bu, mecliste kadınların yüzde 8 oranında temsil edilmesi anlamına geliyor.

 “ANAVATAN-YAVRUVATAN” İKİLEMİYLE KIBRIS ANLAŞILAMAZ

Kıbrıs bir yandan hem çok yakın hem de çok uzak Türkiye için. Kıbrıs’la ilgili her tartışmada kendini muhatap gören hükümetler söz konusu. Ancak Türkiye halkı Kıbrıs halkının beklentilerini ve yaşantılarını çok da iyi bilmiyor sanki. Kadın hareketi açısından da aynı şey geçerli midir, nasıl bağlar kuruluyor, şimdi mecliste olmanızın bu bağlara bir katkısı olacak mı?
Türkiye’nin aslında Kıbrıs’a bu kadar yakınmış gibi dururken, bu denli uzak olması, Kıbrıslı insanlar olarak bizim de çok derinden hissettiğimiz bir sorun. Sanırım bu sorunun temelinde tarihsel olarak iki ülke arasında kurulan ilişkilerin hep bir “Anavatan-Yavruvatan” söylemine sıkıştırılmış olması, bu söylemin dayattığı  “çocuklaştırma/eksiklik /yetersizlik” perspektifinin Türk hükümetlerinin Kıbrıs bakışına yerleşmesi, dolayısıyla da Kıbrıs’a dayatılan bir vesayet ilişkisine yol açması gibi nedenler var.  Kıbrıs adasının ve insanlarının nevi şahsına münhasır özelliklerinin Türk hükümetleri tarafından yakın zamana kadar “asimile edilmesi gereken farklılıklar” olarak görüldüğünü hepimiz biliyoruz. Uzaklık ve yakınlık çelişkisi de buradan türüyor. “Yavruvatan” derken aslında milliyetçiliğin getirdiği bir maneviyat tahayyülü içerisinden, oldukça yakın ve “bizden” bir ülkeden bahsediliyor algısı yaratılıyor. Hâlbuki bu  “gitmesek de görmesek de bizim olan yavru”nun, tahayyül edilen “biz” içerisine sığmayan birçok özelliği var. Bu özellikler Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs bakışı içerisinde istenmeyen özellikler olduğu için görünmez kılınmaya çalışılıyor, bu da iki ülke arasında aslında o “uzaklık” diye ifade ettiğimiz mesafeyi yaratıyor. Neyse ki hükümetler düzeyinde süregelen bu açmaz, Türkiye ve Kıbrıs’ta iş yapan sivil toplum örgütleri için çok da geçerli değil. Kıbrıslı ve Türkiyeli kadınlar olarak, son dönemlerde eskisine nazaran çok daha gelişmiş bir temasımız ve iletişimimiz var.

SEKS KÖLELİĞİ İNSANLIK SUÇUDUR

Kıbrıs gece hayatının, eğlencenin merkezi olarak bilindi. Hala da öyle bir algı var. Nitekim bunun kadınların yaşamına olan etkisi de oldukça fazla. Fuhuşun en yaygın olduğu, devletin bunu görmezden geldiği bir durum da söz konusu. Siz bir kadın vekil olarak bu algının değişmesi için ne yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Kıbrıs’ta “Gece Kulüpleri” olarak isimlendirilen, dans ve konsomasyon servisi veren “eğlence yerleri” olarak düzenlenen mekânlar var. Yasalarımıza göre “fuhuş” yasak olduğu için, bu mekânlarda çalışan kadınların da sadece konsomatris olarak hizmet verdiği iddia ediliyor. Uygulamada ise, bu mekanlarda çalışan kadınların pasaportlarına polis tarafından el konuluyor, kadınlar düzenli olarak zührevi hastalık kontrollerinden geçiriliyor. Bir başka deyişle kadınlar ya “fuhuş” yapıyor ya da yapmak zorunda bırakılıyor. Bu kadınların çalışma saatleri ve çalışma koşulları belli değil. Maruz kaldıkları şiddeti şikayet edebilecekleri herhangi bir kurum yok, sendikal hakları yok. Tam manasıyla “seks kölesi” haline getirilmiş insanlardan bahsediyoruz. Bunun bir insanlık suçu olduğunu düşünüyorum ve bu sorunun ortadan kalkması için, her şeyden önce seks köleliği ile seks işçiliğinin birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu mekânlarda seks işçisi olarak çalışmak isteyen, hangi işi yapacağının bilinci ile adaya gelen kadınlar varsa, bu kadınların sosyal güvenliğini sağlayacak düzenlemelerin yapılması lazım. Çalışma saatleri ve koşulları gibi, sendikal haklarının da sağlanması gerekiyor ve kadınların “seks kölesi” değil, seks işçisi olarak her türlü yasal güvenceye kavuşması gerekiyor. Uzun vadede ise, kadın bedenini erkek gözünün “haz ve zevk nesnesi” olarak kuran ve kadın cinselliği üzerindeki eril tahakkümü pekiştiren kültürel kodlanmaları ortadan kaldıracak farkındalık ve duyarlılık çalışmalarını her düzeyde yaygınlaştıracak projeler geliştireceğiz. (İstanbul/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

Yasaklı derbi

SONRAKİ HABER

Yedikleri yemekten zehirlenen 17 fındık işçisi hastanelik oldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...