07 Ağustos 2013 14:47

Pedallamaktan kalan

Bisiklet, termosta yarım litre soğuk su, heybelerde bir buçuk litre su, birkaç kitap, uyku tulumu, mat, çadır ve iki üç eşya. Bir ay yaşamak için yeterli deyip bisiklet ile çıktık yola İstanbul’dan. Tekirdağ, Gelibolu, Gökçeada, Çanakkale, Bozcaada ve Balıkesir.Bisiklette Gezi Parkı yazısı yok!.. Reklama g

Pedallamaktan kalan
Paylaş
İbrahim Yüksel

Bisiklette Gezi Parkı yazısı yok!.. Reklama gerek var mı?.. Bisiklet ile 1200 kilometre yol alacaksın. Geçtiğin zeytin ağaçlarına egzoz dumanı üflemeyeceksin. Çam kokusuyla pedallayıp, yoldaki domates, karpuz, kavun tarlalarıyla mutlu olacaksın. Bir de bisikletinde ‘Diren Gezi’ yazacak!.. Gerçek ile reklamı ayırt etmeyi, direnişin ilk günlerinde Adapazarı’nda Gezi Parkı’na destek için sabahlarken öğrenmiştik. Şafak Sezer gibi Gezi Parkı’nda fotoğraflanıp sonra reklam mı olalım?.. Pardon kolpacık!

Yola çıktığımız ilk günden itibaren ‘dış mihraklar’ bizi de buldu! Hani şu; “Bu yemekler nereden geliyor?​”, “Bu yardımlar dış mihrakların oyunu!” sorularının cevabı olan dış mihraklar. Şaşırdım!

SOĞUK SU LOBİSİ!

Birçok olay var ama birkaçını anlatalım. Gülpınar Köyü girişindeki rampayı bitirmiştik bitirmesine ama sıcaktan biz de bitmiş, yolun kenarına atmıştık kendimizi. Sıcaktan ısınmış suyu içerken evinin önünde durduğumuz amca bir şişe soğuk su uzattı bize. İçtik, teşekkür ettik. Cevap vermedi. Derken aynı evden bir teyze çıkıp bize yaklaştı, elinde başka bir soğuk su şişesiyle. Şişeyi göstererek “Bunu da yanınıza alın. Amcanız Türkçe bilmez. O yüzden cevap veremedi. Buradan geçerken ekmek isteyin ekmek, yemek isteyin yemek yersiniz.” dedi. Amcanın yüzüne baktık. Kürtçe bilmemize gerek yoktu. Biz anlaşmıştık.

Yoldayken gaza getiren medyayı izlemedik!.. Twitter bir kenara, kendi şahsi teknoloji düşmanlığımız yüzünden telefon bile düzgünce kullanmadık. Eee sonuçta herkes twit falan atıp örgüt neyim kuruyor! Hatta 3-5 çapulcu lafları o kadar çok söylendi ki bisiklet ile çıktığımız köylerde bile insanların Gezi Parkı’nı konuşmasına hayretler içinde baktık. Bizim bu konuşmaları köye aktardığından şüphelendiğimiz kişi Alamancı Nedim Efendi’dir!

TATMAK DA MI YASAK?

Bozcaada’ya geldiğimizde dediğimiz gibi netten uzak yola devam ediyorduk. Bozcaada’ya gitmeden önce aldığımız tüyolar şarap tatmadan gelmeyin şeklinde olmuştu. Biz de bisikleti park ettik. Şarap evine girdik.

-Şarap alacaktık. Tadabilir miyiz?
-Yeni yasaya göre maalesef yasak.
-Nasıl anlayamadım. (anlamak istemedim)
-Konuşulsa bitmez bir konu. Şarap festivalini de yasakladılar. Şarap tatmak da yasaklandı yeni yasa düzenlenmesine göre. Maalesef üzgünüz.(sinirliyiz.)


 ‘KOLAY GELSİN’ DEMEYE GÖRSÜN

Gelelim diğer ‘dış mihraklara’. Bakalım nasıl yardım ettiler bize? Evinin önünde çadır kurmamıza izin veren ablanın akşam olunca bizim için mangal yapması, yanımızda çadır kuranların bize; “Her şey var, gelin beraber yiyelim” demesi, Troya ülkesinin komşusu Tevfikiye Köyü’nde kamyona domates yükleyen abilere “Kolay gelsin” diye seslendiğimizde, “Gelin alın şu domatesleri” (üstelik yetmemiş kavun da uzatmışlardı ama utancımızdan alamadık) diyerek karşılık vermesi... Evet bunların hepsi ‘dış mihrak’!..


Mesele şarap falan tatmak değil. Yasaklar, sınırlar. Herhangi bir dünya vatandaşı geldiğinde nasıl açıklanabilir? Bu durumu anlatabilir miyiz?

Bozcaada’dan Kaz Dağları’na geçmiştik. Homeros’un destanının en güzel manzaralı yeri olan İda (Kaz) Dağı’nın yazlık kültürsüzlüğü bütün zeytin ağaçlarını yok etmeden, bin pınarlı İda Dağı’nın pınarlarını tüketmeden pedallamak gerekirdi.
Yola çıkmadan önce kararlarımızdan birisi de gazete takip etmemek üzerine olmuştu. Fakat dayanamamıştık. Son günlerde bulduğumuz gazeteler arasından bize göre kötünün iyisini seçiyorduk.

FOTOĞRAFI TANIMLAMAK İÇİN...

Çevirirken sayfaları, sayfanın en alt kısmında küçük bir köşede 2*2 ebatlarında tanıdık bir yüz vardı. Başlık tanıdık değildi: ‘Patronlar Cenazede’. Büyük fotoğrafın altında “Cem-Ömür Boyner ve Mustafa Koç cenazeye katıldı” yazısı ekliydi. Devamında “Tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitiren 82 yaşında Leyla Erbil…” Başıma inanılmaz bir yük oturdu. 2*2 fotoğrafa bakıyorum. Leyla Erbil yazısı fotoğrafı tanımlamak için kullanılmış. Dört defa okudum. Anlamak için değil. Bana özü, tözü, hakikati ve gerçeği düşündüren kadın mı ölen?.. Patronlardan biri mi ölen?..

Karin Karakaşlı’nın “Çok kadındı, çok edebiyattı.” diye anlattığı Leyla Erbil’in cenaze haberi adice ancak böyle verilebilirdi. Fotoğrafa bakıyorum. Yazıya bakıyorum. ‘Sözcü’klere bakıyorum. Gazete Leyla Erbil’in öykülerinden çıkmış gibi!..

Pedallamaktan kalan o kadar çok anı var ki; Gelibolu’daki savaş turizminin düşündürmesi, insanların cinsiyet ayrımı yapmadan yardım edip çadır hayatımıza karışmaması, pedallarken -özellikle köylerde- hangi yaştan olursa olsun insanların bize bakıp Hello! demesi... Bunların hepsi bizi düşündüren olaylardı. Uçmakdere, Güneyli, Aydıncık, Babakale, Mıhlı çayı derken Ayvalık’taki Şeytan Tepesi’nde son buldu yolculuğumuz. İstanbul’a geri geldiğimizde ise düşüncelerimiz son bulmamıştı. Doğanın güzelliğini kimselere yıktırmaya niyetimiz yoktu.


GEZİ’Yİ LEYLA ERBİL’DEN OKUMAK VARDI

Evrensel Kültür Dergisi’nde Ebru Moçoş’un Leyla Erbil ile yaptığı röportajda “… belki de sandığım kadar ahmaklaştırılmadı halk, onlar da farkında her şeyin.” demişti. Gezi Parkı olaylarını Leyla Erbil’den okumak gerekli diyordum kendi kendime.

Röportajında “Bir de şimdiki uyduruk-kaydırık binalara bakın, dindar iktidarın eğri büğrü gecekondu camilerin yanına dikilen aç gözlü gökdelenlerin yırtıcılığına.” demişti. Aslında anlatmıştı bize senelerdir, bizi Gezi Parkı olaylarına götüren süreci…

ÖNCEKİ HABER

HDK, bayramda akmaya devam eden kanı protesto etti

SONRAKİ HABER

Neden olmasın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...