19 Haziran 2013 06:24

Yenileceğini anladıkça zorbalaşıyor

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zeynep Gambetti ile röportaj için buluştuğumuzda Gezi Parkı direnişçileri, Taksim Dayanışma heyetinin Başbakan’la yaptığı görüşmeyi tartışıyordu.

Yenileceğini anladıkça zorbalaşıyor
Paylaş

Serpil İlgün

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zeynep Gambetti ile röportaj için buluştuğumuzda Gezi Parkı direnişçileri, Taksim Dayanışma heyetinin Başbakan’la yaptığı görüşmeyi tartışıyordu. Polis saldırısı bir ihtimal olarak varlığını korusa da, genel kanı kolay kolay saldırılmayacağı yönündeydi.

Doç. Dr. Zeynep Gambetti ile Başbakan’ın halk oylaması önerisini, direnişleri değersizleştirerek, direnişçileri “iyi çocuklar-kötü çocuklar” olarak ayrıştırmasını ve tüm bu değersizleştirme ve ayrıştırma kurgusunun bir parçası olarak cami, bayrak, başörtüsü simgelerinin kışkırtıcı kullanımlarının ne anlama geldiğini konuşmuştuk. Polis saldırısı, röportaj başlıklarımızın önüne geçince, Zeynep Gambetti, cumartesi gecesi yoğun polis saldırısı sürerken desteğini esirgemedi ve röportajımızı revize etmemize yardımcı oldu. Değerli bilim insanı Gambetti’ye bu desteği için ayrıca teşekkür ederiz.


Taksim Gezi Parkı direnişinin 19. gününde gelen son saldırı, sadece İstanbul’u değil, tüm Türkiye’yi yine ayağa kaldırdı. Erdoğan ne yapmak istiyor?

Erdoğan yenileceğini anladıkça sertleşen, zorbalaşan bir lider. Bir karakter deformasyonu olsa gerek. Ancak tüm bu süreç bize gösterdi ki, bu ülkede hayatlar bir tek kişinin egosuna kurban edilebiliyor. Cumhurbaşkanı Gül ve Bülent Arınç, Erdoğan Afrika gezisindeyken ortamı yumuşatmaya çalışan mesajlar verebiliyor, ancak Başbakan ülkeye döndüğü anda herkes el pençe divan kesiliyor. Başbakan’ın kafasında bin türlü tilki dolaşıyor olsa gerek. Bunlardan biri elbet otoriter liderlerin tarihin her döneminde yaşadıkları korkuyla ilişkili. Halkını bastıran, tehdit ve şantajla iş gören, sansür kurumunu alenen işleten, hem başbakan, hem İstanbul belediye başkanı, hem vali şapkalarını taşımaya kalkan liderler yalnızlaşır ve devrilme kâbusu görmeye başlarlar. Öte yandan AKP içindeki gerginlikler, Suriye meselesi, seçimlerin yaklaşıyor olması ve Gezi direnişinin kapalı kapılar ardında yapılan çeşitli hesapları bozmuş olması da Erdoğan’ı hırçınlaştırdı. Barış sürecinin bu koşullar altında sürdürülemeyecek olması da cabası - ki ben AKP’nin barışı gerçekten istemediğini, yani barışı bir değer olarak benimsemediğini, sadece kendine rakip olabilecek en büyük muhalif hareketin radikalliğini bir miktar azaltarak oy ve rant arttırma peşinde olduğunu düşünüyorum. Gezi, bu iktidarın 2015, 2071 gibi aşırı güç ve hegemonya arzularına ket çekti. Bastırabilmek için yaratmadıkları fırsat kalmamıştı. Sonunda cumartesi akşamı çocuk ve ailelerle dolu bir parkı da gaza boğdular ve muratlarına erdiler.

Başbakan aralarında Taksim Dayanışma’nın da olduğu heyeti kabul etmiş ve halk oylamasından söz ederek “mesajı aldık” demişti. Son saldırı ışığında ne söylersiniz; bu bir geri adım mı yoksa oyalama mıydı?

Taksim Dayanışma heyetinden görüşmeye gidenlerle restleşen bir insan, bu ülkeyi yönetemez halde olduğunun da bir şekilde farkındadır diye düşünüyorum. Derdi mesaj almak değil, son kozunu oynamaktı. Diyalog süreci komedisinin tutmadığını anlayınca Gezi’yi gerçekten temsil edebileceklerle görüşmek zorunda kalmasını bir yenilgi olarak algılamış olsa gerek. Ben çok ciddi bir değer ve algı karmaşası içinde olan Erdoğan’ın artık herhangi bir siyasi veya ideolojik rasyonalite içinde davrandığını sanmıyorum. An be an karar veren, an be an ağız değiştiren siyasetçiler, valiler, belediye başkanları ne yapmak ister? Günü kurtarmak, o kadar.

Referandum/halk oylaması önerisine karşı çıkılması üzerine Başbakan “hem halka sorun diyorlar hem referanduma karşı çıkıyorlar” dedi. Başbakan’ın sorusunu size yöneltelim; halk oylamasına neden karşı çıkılıyor?

Birkaç sebepten dolayı… Bir tanesi, plebisit (halk oylaması) gerçek bir seçim değildir.

Neden değildir?

Çünkü tercihleri halk değil iktidar belirler. Referandumda sorunun cevabı “evet” ya da “hayır”dır. Soru, iktidarın ürettiği bir sorudur, soruyu halk belirlemez. “Böyle soramazsın” diye bir katılımda bulunamaz, dolayısıyla alternatifi yoktur. Görünürde demokratik olup, aslında demokrasi açısından çok sorunlu bir yöntemdir. Plebisitte tartışma, uzlaşma, ara yol bulma gibi bir takım alternatifler yoktur. İki kutuplu toplumsallık yaratır.

Yani, sonuç “Hayır, kışla yapılmasın” çıksa bile bu demokratik bir yöntem değil?

Tabii ki. Mesela, biber gazı kullanımı konusunda da referandum yapılsa ve bir sürü insan “biber gazı kullanılsın, çünkü anarşist ve marjinal gruplar var” dese rasyonel, insana saygılı, insanlar arası ilişkileri dayanışma temelinde kuran bir toplum inşa edebilir miyiz?  

Ek olarak, halk oylaması, Başbakan’ın meseleyi “üç beş ağaca” indirgemesini de meşrulaştırmış oluyor…

Kesinlikle. Çünkü bu iş Gezi’yi, Topçu Kışlası projesini aştı. Hükümetin ve bütün yandaş medyanın, yandaş aydınların, yandaş sanatçıların görmediği budur. Gezi Parkı bardağı taşıran son damlaydı ama Gezi olayları patlamadan önce 3. köprüye Türkiye’deki Alevileri yok sayan, hatta onlarla dalga geçen, onlara hakaret eden bir edayla Yavuz Sultan Selim adının verilmesi, alkol satışının sınırlandırılması gibi çok tepki çeken birtakım yasalar arka arkaya geçmişti. İktidarın polis şiddetiyle muhalefeti bastırması da hiç yeni değil. 1 Mayıs gaz festivaline dönüştü. İşçilerin, emektarların, memurların talepleri hükümet tarafından dinlenmedi, bastırıldı. Erdoğan Hopa’da HES’lere karşı tepki verenlere “eşkıya” dedi ve emekli öğretmen Metin Lokumcu sıkılan gaz yüzünden hayatını kaybetti. Emek Sineması’nın AVM’ye çevrilmemesi için mücadele verenler bile gaz yedi. İşlerine gelmediği için Gezi’nin bütün bunları da temsil ettiğini ısrarla görmemeye çalışıyorlar.


BELLİ SİYASET KALIPLARINA UYMADIKLARI İÇİN BU GENÇLERE APOLİTİK DEDİK

Bir de apolitiklik meselesi var. Daha doğrusu apolitikliğin yüceltilmesi… Liberal kalemler de bunu yapıyor. “Onlar masum çevreciler” deniyor mesela. Velev ki öyle… Çevrecilik politikadan, politik tutumdan ayrı tutulabilir mi?

Elbette tutulamaz. Kullandığımız dilden jestlerimize, sembollerimize, seçimlerimize, hayat tercihlerimize, dine kadar ve hatta vicdanımıza kadar her şey politiktir ve politik olarak kurulur. Hiçbir şey politik anlamda etkisiz değildir. Pasif olmak bile politik anlamda bir etki yaratır, zira iktidarı güçlendirir. Ama Gezi’deki bazı gençler de oradaki farklı grupları “politik” bulup rahatsız olmuşlar.

Evet, “burası çok politikleşti” demeye başladılar!

İşte orada ilginç bir şey var, buna bir bakmak lazım. Bence, o gençler de politikayı aynen Erdoğan veya liberaller gibi tanımlıyor. Politik olan, örgütlü, belli bir ideolojiye sahip, iktidarı yıkmaya yönelik büyük siyaset yapan, amaca uygun araçları kullanan, stratejik düşünen… Apolitik olan ise onlara göre ağacı, çiçeği, kuşu, havayı sevmek, daha doğala yakın bir hayat düşlemek gibi bir şey. Şunun farkında değiller; siyaset, herhangi bir iktidarın olduğu her yerde vardır. Ailede annenin babanın kendi yaşam biçimlerini gençlere empoze etmesinde de vardır, erkeğin kadını günlük hayatta tahakkümde altına almasında da vardır. Bu çağda çevre de birebir politik bir meseledir. Çevrenin siyasetin hükmüne tabii bir nesne haline gelmesinin kendisi zaten siyasidir. İktidar çevreyle ilgili bir karar verdiği için o gençler Gezi’ye gittiler. İktidar ağaçlarla, sularla, barajlarla ilgili kararlar aldığı için insanlar direniyorlar. Çevre, kapitalist üretim tarzının sınır tanımaması yüzünden bozuluyor. Bu üretim biçiminin hâkimleşmesinin üst yapısal, hukuki, siyasi, toplumsal dayanakları var. Doğanın yok olması, kendi içinde doğal bir olay değil ki! Siyasetin yol açtığı bir sonuç. Gençler henüz bunu görmüyorlar. Ama eski tarz siyaset yapma biçimlerine de bir tepkileri var.

“Gençler örgütlü değil” vurgusu o yüzden mi öne çıkarılıyor?

Evet, ama bu bir gerçek. Bu gençler kendilerini böyle tanımlıyor. Biz de bugüne kadar belli bir takım siyaset kalıplarına uymadıkları için bu gençlere apolitik dedik. Yani bizim de kalıplarımız eski siyaset kalıpları. Bunların dışında tavır aldıkları için apolitik dedik. Hâlbuki basbayağı bir politika üretiliyordu Gezi Parkı’nda. Tek bir şemsiye altında toplanabilecek, örgütlerden ya da ideolojilerden herhangi birinin kapsayacağı bir politika değil. Çok daha farklı bir politika. Onun ne olduğu konusunda yüzde yüz kesin bir fikir beyan etmek çok zor. Bir gencin dile getirdiği bir şeyi aktarmakla yetineyim. Diyordu ki, “Hocam biz buraya twitter ve facebook üzerinden mesajlaşmalar sayesinde geldik. Sosyal medyada biri bir mesaj atar, insanlar bunu beğendiklerine yayarlar, ama beğenip beğenmeme kişinin kendisine bağlıdır.” Yani, bundan sonra yapılacak siyasetin, sosyal medyadaki beğenme-beğenmeme, paylaşma-paylaşmama modeline uygun bir siyaset olması lazım. Biri toplumda örnek bir davranışta bulunacak veya bir direniş başlatacak, bir model geliştirecek. Beğenenler gelecekler. Beğenmeyenler gelmeyecek.


AKP MİTİNGLERİ BASBAYAĞI RÖVANŞİZM

Erdoğan “mitinglerimiz rövanşist mitingler olmayacak, seçim kampanyasını başlatacağız” dedi ama Ankara mitinginin ana teması Gezi direnişiydi. AKP’nin seçim kampanyasının stratejisi konusunda mitinge bakarak ne söylenebilir?

Bunun adına seçim kampanyası demek bile hukuk ihlalidir. Tüm partilere kampanya startı verildi mi? Devlet bütçesinden pay ayrıldı mı? Mitinglere halk otobüsleriyle taşınan, sallayacakları bayraklar devlet eliyle satın alınan, ceplerine para konan insanlara neyin kampanyası yapılacak? Üstelik tüm bunlar son derece gayri-hukuki bir şekilde vatandaşın, yani bizim, vergi paralarımızdan karşılanıyor. Amaç gövde gösterisi yapmak, yani basbayağı rövanşizm. Ülke bu denli ayaktayken, ölüler ve yaralılar varken rövanşizm içine düşebilmek demek, epey korkmuş olmanın da işareti bence.


EN BÜYÜK PROVOKATÖR DEVLET

Başbakan’ın sözünü ettiğiniz savunma dilinde “camiye ayakkabıyla girdiler, alkol aldılar, bayrak yaktılar, polis öldürdüler, türbanlı kadını linç ettiler” ifadeleri de var. Bu, kutuplaşmayı derinleştirir mi diye soracağım ama cami, bayrak, türban simgelerinin bu kadar güçlü duyurulması, kutuplaşmadan daha tehlikeli değil mi?

Şu sıralar 6-7 Eylül olaylarındaki gibi bir devlet provokasyonu var. En büyük provokatör devlet, ne yazık ki. Ve onun dümen suyunda olan medya, kurumlar, aydınlar çok büyük provokasyon yapıyorlar. Ancak Gezi’de birleşenler bunu yemiyor, yemeyecek. İnsan hakları örgütleri, barolar, gazeteciler ve vatandaşlar yalanları açığa çıkarmak için bilgi toplamakta. AKP şakşakçılığı yapanlar karşılarında bir avuç insan olmadığını, çok dirençli kitleler olduğunu gördüler. Dolayısıyla kışkırtma çabalarını arttırabilirler. Bu söylemler, karşımızdakilerin ne kadar çirkin, ne kadar adaletten uzak, ne kadar antidemokratik, tek tipçi ve Gezi direnişçilerinin ifade ettiği gibi faşizan zihniyetler olduğunu gösteriyor. Maskeler düşmüş durumda.

İktidar ve yandaşlarının ayrıştırma, değersizleştirme için sıkça kullandığı marjinal, ideolojik, illegal ve çapulcu gibi terimler de darbe aldı diyebilir miyiz?

Tabii ki. Öyle olmadığını Gezi’ye gitmiş olan herkes biliyor. Yandaşlar tenezzül bile etmedikleri için kendi uydurdukları darbe ve komplo teorilerine inanmaya devam edebiliyorlar. Hodri meydan, Gezi’ye gelin görün diye çağırdıklarımdan çıt çıkmadı. Çünkü Gezi’de alternatif bir hayatın örülmesi söz konusuydu. Biber gazı atıyorsunuz, plastik mermi atıyorsunuz, bu kadar dezenformasyon yapıyorsunuz, bu kadar tehdit savuruyorsunuz, ama Taksim Meydanı yeniden yeniden insan dolmaya devam ediyor. O bedenler hayattır, devletin ölüm makinelerine karşı direnen hayatlar. Hükümet hayatın tamamını kontrol altına alamayacağını gördü. “Marjinal grup” söyleminin baştan beri provokasyon olduğu o kadar bariz ki! Ama bambaşka yalanlar uydurmaya devam edecekler. İktidar bastırmaya çalıştıkça kalabalığın artması gösteriyor ki, iktidarın bu marjinalleştirme ve provoke etme oyunları hiçbir zaman başarıya ulaşmayacak. Artık kontrol edemediği cesur bireyler, bedenler, oluşumlar var bu toplumda. Bence Gezi’nin en büyük kazanımı bunu onların değilse bile bizim bilmesidir.


ERDOĞAN ETKİ SİYASETİNDEN TEPKİ SİYASETİNE ÇEKİLDİ

Başbakan’ın direnişlerden mesaj almaması mümkün olmadığına göre, stratejisi ne? Söylendiği gibi artık tamamen seçimlere mi odaklandı?

Çevresindeki bütün muhalif sesleri bastıran Erdoğan’ın artık gerçeklikle bağının kopuk olduğunu düşünüyorum. Esnaf mantığıyla hesaplar yapılmakta. Bence kesinlikle seçime yatırım yapıyorlar. Ama ellerinde patlayan bir toplum var, hesapları bozulmuş durumda ve mümkün olduğunca bunun üstünü örtmeye çalışıyorlar. Erdoğan, Gezi direnişlerinden bir gün öncesine kadar etki siyaseti, yani aktif, gündem belirleyen siyaset yapabilirken; Gezi olaylarından itibaren tamimiyle tepki siyaseti yapmaya çekildi. Şu anda savunmada. Ama savunmayı, edilgen-saldırgan pozisyonundan yapıyor. Psikolojide bu bir kompleks türüdür. Edilgen-saldırgan kendisini mağdur olarak görmek ister, mağduriyetinin bir hayal üründen ibaret olduğunu örtmek içinse başkalarına saldırır. Saldıran o olduğu halde kendini mağdur görür.

Tespitiniz önemli ama akla şu geliyor; yönetimde 11. yılına giren bir iktidarın mağdur edebiyatı yapması garip değil mi? Ve diyelim 5 yıl önce mağdur siyasetinin bir etkisi olabilirdi ama bugün tutar mı?  

Türkiye’yi bölerek tutturabilirler. Yandaş veya penguen medyayı izleyenler ile izlemeyenler; farkında olanlar ile olmayanlar var. Medyaya sansür uygulamakla ülkeyi bölecekler. İki ayrı gerçeklik algısı oluştu. Şimdi bile İstanbul’da, örneğin Başbakan’ın kendi semti olan Kasımpaşa’da bir fırına gittiğinizde, “polis tabii ki marjinal gruplara saldıracak” gibi bir tepki dile geliyor. Siz “ben oraya savunmasız bir şekilde gittim, ben marjinal miyim, benim üstüme de gaz sıkıldı” dediğinizde insanlar düşünmeye başlayıp, “Ha doğru ya, artık diyalog da gerekiyor” diyorlar. Olayların önünü arkasını takip edemedikleri çok belli.

Yani soruları olan bir kesim... Dolayısıyla tam bir tabi olma durumundan söz edemiyoruz?

Umarım. Bakın, totaliter ya da faşist rejimlerde halkın bir kısmı yalana inanmayı arzular. İktidardan nemalananlar, belli bir sebepten dolayı iktidarın bir takım politikalarını beğenmiş olanlar, kendi rutininin bozulmasını istemeyen konformist tipler yalanı sürdürebiliyorlar. Çekoslovakya direniş hareketinin öncüsü Vaclav Havel “Gerçeği Yaşamak” adlı kitabında buna değiniyor. Totaliter veya baskıcı rejimler böyle ayakta duruyor. Türkiye’de de bir kesim var ki anlatılan yalanlara inanmaya hazır. Twitter kullanmayan, internete çok fazla girmeyen kitlelerden bahsediyorum. Diğer taraftan yandaşlar çok fazla dezenformasyon yayıyor, korkunç bir sansür uyguluyor. Bunun değişeceğine dair bir umudum yok.

BDP DİRENİŞE DENEYİM AKTARABİLİRDİ

Gezi direnişleri çözüm sürecine nasıl yansır?

Bence çözüm sürecine yansımaları olumlu olacak. Çünkü bir kere hepimiz aynı konumda olduğumuzu gördük, hepimizin gazlanabileceğini gördük, kimsenin bundan muaf olmayacağını gördük. İkincisi medyanın ne kadar sansürcü, dezenformasyon yapan, haysiyetsiz, iktidarın dümen suyunda bir kurum olduğunu gördük. İstanbul kadar büyük bir metropolde olanları gizlemeye kalkıyorlarsa, Güneydoğu’da ne kadar çok şey gizleyebildiklerinin bence birçok insan farkına vardı. Bir temas alanı oluştu. HDK süreci de zaten bu temas alanının çok daha önceden örüldüğü bir yerdi. Çok hantal bir yapı olmasına rağmen orada da farklı kesimlerden olanlar, barış süreci hakkında kafa yormaya başladılar. Neler yaşanmış, kimin geçmişe dair ne tür acısı birikmiş, bütün bunları yavaş yavaş öğrenmeye başladık. Dolayısıyla barış süreci Gezi direnişinden olumsuz etkilenmez gibime geliyor, ama BDP haklı olarak çekimser kalmayı tercih ediyor. Çünkü ulusalcı söylem Gezi’de olmasa bile Türkiye’nin diğer yerlerindeki direnişlerde maalesef öne geçti. Gerçi BDP şöyle yapabilirdi; direnişlerin gerisinde kalmaktansa, kendi deneyimlerini buraya hitap edecek şekilde yeniden anlatabilirdi. Onu yapmadı. “30 yıldır siz neredeydiniz?​” gibi bir burukluk içine girdi. Evet, kesinlikle haklılar ama Türkiye’de bir gelecek kurmak söz konusuysa, geçmişin hınçlarını bugün almak çok anlamlı değil. Biraz daha ilerleyelim, ondan sonra zaten hepimiz acılarımızı, birbirimize karşı hınçlarımızı dile getireceğiz, ama şu süreçte bir olmak, birlik olmak vardı.

ERDOĞAN DEĞİL GEZİ DİRENİŞÇİLERİ HESAP SORACAK

Erdoğan’ın hemen her konuşmasında tehdit edip, “hesabını soracağız” diyor. Tweet atan gençlerin gözaltına alınması, tutuklamalarla ipuçlarını verse de “hesabını sorarız”ın mesajı nedir? Otoriterliğin daha da artması mı?

Hesabını soracak hiçbir şeyleri yok aslında. Başbakan “Gezi’nin olumlu etkilerini tersine çevirecek bir etki yaratabilir miyim”e oynuyor ama şunu öngörmüyor; Gezi direnişçilerinin ve Türkiye’de buna destek veren tüm oluşumların ve bireylerin her birinin de sorulacak bir hesabı var. İktidar konumunda olanların “hesabını vereceksiniz” demesi, “biz sizi ezeriz” anlamına geliyor. Gezi direnişçilerinin ve onlara destek verenlerin iktidardan hesap sorması ise, “demokrasi ve hak mücadelesi yolunda bizi engellemenize izin vermiyoruz, özgürlük arayışımızı sürdüreceğiz” anlamına geliyor!


DOÇ. DR. ZEYNEP GAMBETTİ

BOĞAZİÇİ Üniversitesi İktisat Bölümü’nden 1987’de mezun oldu. Üç yıl gazetecilik yaptı. Yüksek lisansını aynı üniversitenin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, doktorasını ise Paris VII Denis Diderot Üniversitesi’nde Siyaset Felsefesi alanında yaptı. Devlete Karşı Demokrasi (Nami Beşer’le birlikte–2002- Epos Yayınları); Bildiğimiz Kapitalizmin Sonu-Siyasal İktisadın Feminist Eleştirisi (2010-Metis Yayınları) ve Umut Mekânları (2011-Metis Yayınları) kitaplarını çevirdi. 2000’den bu yana Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Siyaset Kuramı dersleri vermeye devam ediyor.

evrensel.net
ÖNCEKİ HABER

15-16 Haziran ruhuyla mücadeleye devam

SONRAKİ HABER

'Ha askeri diktatör, ha sivil diktatör'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...