20 Mayıs 2013 06:11

Yüzleşme olmadan barışı kuramayız

Hafta sonu Ankara'da müzakere süreci açısından önemli bir konferans yapılacak. Çağrıcıları arasında Yaşar Kemal, Tarık Ziya Ekinci, Orhan Pamuk, Rakel Dink, Gençay Gürsoy, Vedat Türkali, İoanna Kuçuradi ve Murathan Mungan'ın da olduğu Barış ve Demokrasi Konferansı, iki gün boyunca ortak geleceğimizin nasıl ö

Yüzleşme olmadan barışı kuramayız
Paylaş

Serpil İlgün

Hafta sonu Ankara'da müzakere süreci açısından önemli bir konferans yapılacak. Çağrıcıları arasında Yaşar Kemal, Tarık Ziya Ekinci, Orhan Pamuk, Rakel Dink, Gençay Gürsoy, Vedat Türkali, İoanna Kuçuradi ve Murathan Mungan'ın da olduğu Barış ve Demokrasi Konferansı, iki gün boyunca ortak geleceğimizin nasıl örülmesi gerektiğini tartışacak ve çeşitli toplum kesimlerinin bu konudaki görüşlerini yetkililere iletecek.

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın düzenlenmesini önerdiği dört konferanstan biri olan Barış ve Özgürlük Konferansı'nın ikincisi Diyarbakır'da 8-9 Haziran tarihlerinde düzenlenecek.
Çağrıcılar arasında yer alan değerli bilim insanı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, konferansa ilişkin sorularımızı yanıtladı. İki hafta önce bulunduğu Güney Afrika izlenimlerini de konuştuğumuz Fincancı, yüzleşme, hesap sorma ve rehabilitasyon süreçlerinin, yasal düzenlemelerle birlikte ele alınması gerektiğinin altını çiziyor.


Son birkaç aydır çözüm sürecine ilişkin irili ufaklı konferanslar, sempozyumlar düzenleniyor aslında. Demokrasi ve Barış Konferansı'nın farkı ne? Ne amaçlanıyor?
Konferansın en önemli yanlarından biri, diğer halkların da barış sürecinde etkin aktörler olmasını sağlayacak bir takım mekanizmaları geliştirmesi olacak. Kürt halkının barış sürecinde isteği ve motivasyonu var. Çok da haklılar, çünkü çok büyük acılar yaşamış durumdalar. Ama onun dışındaki halkların çok da "barış olsun, sorunların tamamını çözelim, hep beraber eşit vatandaşlar olarak yaşayalım, Türkiyeli vatandaşlar olalım" gibi bir talebi yok. Böyle bir sorun var.

Diğer halkların böyle bir talebi neden yok?
Türkiye'deki halkların devlet üzerinde bir denetim geliştirme kültürü yok. Adı "devlet baba" zaten. Bir otorite olarak algılanıyor. Devlet düşünür, yapar, halklar da ona biat eder. Bu Osmanlı İmparatorluğu'ndan beri gelen bir gelenek. Güçlü bir imparatorluk ve ona biat eden tebaa duygusu var. Sistem öyle işliyor. Halkların söz sahibi olmasını sağlamak gerekir; yukarıdan değil, birlikte karar verilmeli, barışı öreceksek biz öreceğiz, nasıl öreceğimizi biz tartışmalıyız. Dolayısıyla bunun için hangi adımlar atılmalı? Bunun oturulup kararlaştırılması gerekiyor.
 
Hangi adımlar atılması sorusuna sizin yanıtınız ne?
En önemli adımlardan birisi toplumsal sözleşmedir. Yani anayasa. Türkiye'de toplumsal sözleşmemizi değiştirmeden, yeniden oluşturmadan ileri adım atmakta zorlanacağız.

Sizce toplumsal sözleşme neleri içermeli?
Öncelikle bu topraklarda yaşayan bütün halkların temsil edildiği bir sözleşme olmalı. "Bütün halklar eşit statüde, birlikte bu ülkenin varlığında, ilerlemesinde, yönetilmesinde sorumlu olacak" diye düşünülerek hazırlanmalı. Türk ifadesinin mutlaka çıkarılması gerekiyor bu sözleşmeden. Son derece ayrımcı, ırkçı, diğer halkları tamamen dışlayan bir sözleşmemiz var bizim.
 
Konferans bu açıdan nasıl bir çalışma yöntemi izleyecek?
İlk gün çağrıya kulak veren herkesin konuşabileceği bir ortam yaratılacak. İkinci gün ise daha çok oluşturulacak çalışma gruplarıyla bir arama toplantısı gibi olacak. Geleceğe dönük olarak yapılabilecekler tartışılacak.
 
Çalışma grupları hangi başlıklarda oluşturulacak?
Birisi anayasa ile ilgili. Bir diğeri yüzleşme, yani hakikatle ilgili. Bu önemli çünkü yüzleşme olmadan barışı kuramayacağımızı söylüyoruz. Dolayısıyla böyle bir çalışma grubunun mutlaka olması gerekiyor. Tabii hukuk boyutu da olmalı işin. Sorumlular ile ilgili ne yapacağız? Bugüne kadar yaşanmış olan bütün acıların sorumluları konusunda ne yapılmalı? Onarıcı adalet önerileri var pek çok grubun. Ama onarıcı adaletin çok da onarmadığını gördüğümüz ülke örnekleri var. Zarar gören insanlar ve bunların sağaltımı ile ilgili bir sürece ihtiyaç var. Bunu yalnızca Kürtler için söylemiyorum. Örneğin savaşta yer almış askerler ve onların aileleri var. Savaşta yer almış olmaya bağlı olarak çok ağır tablolar var aralarında. Vietnam psikozu gibi, sonrasında travma sonrası stres bozukluğu diye hayatımıza giren bir durumu Türkiye'de yaşıyoruz.

Konferanslarda önemli kararlar alınıyor, ancak o kararlar orada kalabiliyor…
Öncelikle bu konferans bir başlangıç, bir ilk adım aslında. Bence o açıdan da önemli.

Yani müzakere süreciyle paralel ilerleyecek bir çalışma söz konusu?
Tabii ki. Kürtler arasında, diğer muhalif halklar arasında da bir takım arayışlar devam ediyordu zaten. Yani bu arayışlar barış sürecinden çok daha önce başlamıştı. Bu açıdan, konferans, mücadele geleneğimizin bir parçasıdır aslında. Geleneği geleceğe taşıyacağız. Bu duyguyla davranmak gerekiyor. Ama kolay olmayacağını bilmeliyiz. Belki 20 sene, belki 50 sene uğraşacağız bunun için.
Barış Konferansı bu açıdan da önemli, bütün görüşlere yer veren, çoğulcu bir tartışma ortamını yaratmak gerekiyor. Muhalif grupları da içeren, onları dışlayan değil, dinleyen, seslerine kulak veren bir süreç gerekiyor. Sadece bu konferansla da değil; oluşturulacak çalışma gruplarının bir takım birimlere çok yakın olması, izleme, belgeleme... Mesela ordunun hareketlerini izlemek gibi.

AKP Hükümeti bu tür mekanizmaların oluşturulmasına yanaşmıyor. Çalışma gruplarının resmi bir statülerinin olmaması çalışmaların sağlıklı yürütülebilmesi önünde bir engel değil mi?
Olabilir. Ama sivil örgütlenmeler çok deneyim kazanmış durumda. Dünyada da örnekleri var. BM gibi bütün devletlerin ağa babasında bile sivil örgütlenmeler kendi alanlarıyla ilgili gölge raporlar hazırlıyorlar ülkelere ilişkin. Burada da benzer mekanizmalar işletilebilir. Akil İnsanlar yok da gölgeler var, bu gölgeler de süreci izleyebilir. Akil İnsanlar bölgelere gidiyorlar mesela, o bölgelerde bir sürü insan var bu alanlarda çalışan. O insanlar da mutlaka o toplantılara katılıyorlar, o toplantı sonuçları mesela akiller tarafından açıklanırken, oradaki ekipler de açıklayabilmeli. İşte "bunların olması gerek", "kadınların katılımı eksik" ya da "çocuklar hala cezaevinde", "barıştık diyorsunuz ama KCK adı altında insanları hala rehin tutuyorsunuz"u söyleyebilecek cesur gruplar oluşturulması gerekiyor. Barış Konferansı'nın asıl varlığı bu olmalı diye düşünüyorum. Oradaki o muhalif duruşunu ortaya koyacak, muhalif duruş derken yanlış anlaşılmasın, yalnızca AKP'ye muhalefet ederek varlığını sürdüren bir muhalefetten söz etmiyorum ben. Tüm mekanizmalara, gerektiğinde PKK'ye de muhalif duruşunu sergileyebilen bir tutumdan bahsediyorum.


VAZGEÇEMEYECEĞİMİZ ASGARİ MÜŞTEREKLER OLUŞTURABİLİRİZ

Sözünü ettiğiniz çerçevede çalışan bir Halkların Demokratik Kongresi (HDK) var ve bunu yapabilir. O halde yeni bir konferans örgütlemeye ne gerek var?
HDK sonuç olarak bir siyasi örgütlenmedir, kendini solda tanımlamaktadır. Geleceği örme konusunda farklı bir tahayyülü vardır ama Barış Konferansı o tahayyüllerin dışında bir konferans olmalı zaten. Mesela, pekâlâ bu ekonomik sistemden memnuniyet duyan insanlar arasında aynı zamanda barışın olmasının gerekliliğine inanan, bu konudaki tartışmalara, kaygılara en azından kulak verip dinleyebilecek, insanlar da burada olmalı.

Yani konferans "ama" ları olanları da kapsıyor?
Evet, öyle olmalı.

Siyasi partiler de yer alacak mı konferansta?
Çağrı herkese yönelik, çalışmak isteyen herkese bir çağrı. Ama tabii birlikte çalışma kültürümüz ne kadar gelişmiştir, emin değilim. Şunu hep söylerim; demokrasi aslında birbirine tahammül etme kültürüdür. Sonuçta karşınızdaki sizden çok farklı şeyler söyleyebilir ama sonuna kadar dinleme sabrını göstermelisiniz. Ortak bir noktada buluşmak da mümkün pekâlâ. Aslında barış konferansı bu anlamda asla vazgeçemeyeceğimiz asgari müştereklerin oluşturulması için önemli adımlar sağlayabilir bize.

Nedir asgari müşterekler?
Mesela halkların eşitliği asla vazgeçilemeyecek bir durum. Herhangi bir halkın asli unsur olarak tanımlanması asla mümkün olmamalı. Benim için bu bir asgari müşterektir. Eğitimin yeniden yapılandırılması, çok kültürlü ve çok dilli bir eğitim de asgari müşterek olarak görülmelidir. Bunlar gibi bir takım asli unsurlar.


SAVAŞAN BİR ÜLKEDE ŞİDDET OLAĞAN VE MEŞRUDUR

Çözüm süreci tartışmalarında anayasal ve yasal değişiklikler daha fazla öne çıkıyor. Yüzleşme, rehabilitasyon gibi başlıklar ise sürecin normalleşme aşamasına bırakılmış gibi duruyor. Konferans bu müdahalesiyle de önemli. Ne dersiniz?
Evet. Çünkü örneğin ana dili veya özerkliği gerçekleştirseniz bile sürecin sağlıklı işlemesini sağlamanız mümkün değil bu koşullarda. Çünkü yaralı bu insanlar. Hepimiz yaralıyız; ya savaşın içinde olduk ya da tanıklık ettik. Toplumu rehabilite etmeden sağlıklı iletişim biçimlerinin kurulabilmesi olanaklı değil. Oturup barış konuşulması bile olanaksız olabiliyor bazen. Türkiye'de şiddettin bu kadar artıyor olmasında 30 senelik savaşın çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Mesela kadına yönelik şiddetin bu kadar artmasında, yine hekimlere yönelik şiddetin artmasında bile savaşın etkisinin olduğunu düşünüyorum. Savaşan bir ülkede şiddet olağan ve meşrudur. Dolayısıyla uzun soluklu bir rehabilitasyon sürecine ihtiyacımız var.

Ve süreçle paralel gitmesi gerekiyor?
Tabi. Bunu sonra yapmak mümkün değil bence. Yüzleşme, rehabilitasyon, sorumluların yargılanabilir ve hesap verebilir olması… Yani nasıl hesap verdikleri önemli değil, mesela ben ilk başlarda, yüzleşme çalışmaları olurken bu hesaplaşma sözcüğünü biraz şiddet içerir tarzda değerlendirmiştim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Bence hesaplaşalım lütfen. Çünkü benim yüreğim soğumayacak. Avantajlı kesimde olan biri olarak benim bile yüreğim soğumayacağına göre, onların hiç soğumayacak diye düşünüyorum.


AFFETMEK ZORUNDA BIRAKILDIKLARI İÇİN ÖFKELİLER

Güney Afrika, "çözüm süreçlerinde dünya deneyimleri" başlığında Kuzey İrlanda ile birlikte ele alınan ülkelerden biri. Geçtiğimiz günlerde de milletvekili, gazeteci ve akademisyenlerden oluşan bir grup incelemelerde bulunmak üzere Güney Afrika'daydı. Aynı tarihlerde siz de oradaydınız. Sizce Güney Afrika Türkiye için model ülke olabilir mi?
Güney Afrika umutvar olmak için önemli bir model olabilir. Birtakım benzerlikler var.

Ne gibi?
Mesela Mandela'nın bir lider olarak görülmesi, uzun yıllar izolasyon koşullarında cezaevinde kalması; bu arada önce cezaevinde başlayan görüşmeler sürecinin, Mandela ev hapsine çıkarıldığında da devam etmesi; Mandela'nın Afrika Ulusal Kongresi'ndeki (ANC) konumunun bir şekilde beslenerek, ANC'nin etkin rol alması gibi benzerlikler var. Orada da kesintiler, görüşmeler sürerken umutsuzluk yaratacak şekilde katliamların yaşandığı dönemler var. Bütün müzakereler böyle benzerlikler taşır. Ama Güney Afrika'da temel model affedicilik üzerine kurulmuş.

Affedicilik derken?
Mesela yüzleşme, hakikat komisyonları var. Hakikat komisyonlarında suçlarını kabul ediyor insanlar, özür diliyorlar.
Mağdurlar da affediyor. Bu bir Hıristiyan geleneği. Bizim kültürümüzde böyle bir gelenek yok. Kaldı ki orda da böyle bir af süreci yok zaten.
Yani bu özürler gerçek değil. Yarım ağız, kurtulmak için özür diliyorlar. O samimiyeti hissetmiyorsunuz. Aileler affetmiyor. Çok acılılar. Ama daha önemlisi bugün gelinen noktada bir eşitlik yok. Siyahlar yine en yoksul sınıfı oluşturuyor. Hizmet sektöründe çalışıyorlar, çok az sayıda burjuvazisi oluşmuş durumda ama onun ötesi yok.
Dolayısıyla hem bu kadar yoksul oldukları için öfkeliler, hem de affetmek zorunda bırakıldıkları için öfkeliler. Zaten siyahlarla beyazlar ayrı ayrı yaşıyor. Mahalleleri ayrı, bir tek "siyah olanlar giremez" tabelalarını kaldırmışlar. Onun dışında hayat e
skiden nasıl akıyorsa, öyle akıyor. Yasal anlamda olumlu birçok değişiklik yapılmış. Ama bunlar hayata geçmemiş. O nedenle yasal düzenlemeler, hesap sorma ve hesap verme mekanizmaları ve rehabilitasyon süreçlerinin bir arada ele alınması gerekiyor.


'AMAN NE GÜZEL, BİR ANDA HUZUR BULDUK DUYGUSU' BİR YANILSAMADIR

Savaşın yol açtığı travmalardan söz ettiniz? Nasıl başa çıkılır bu travmalarla?
Çok ciddi biçimde yüzleşerek, görerek, kabul ederek ve onunla mücadele ederek başa çıkılabiliyor. Kaçarak asla değil. Kaçarak belli bir yere kadar gidiliyor, ama sonra bir yerde en küçük bir hatırlatıcı etkenle bütün o eski yaşanmışlıklar su yüzüne çıkıyor. Üstelik çok daha ağır bir tabloyla su yüzüne çıkıyor. O yüzden kaçmak asla bir çözüm değil. Mutlaka yüzleşilmesi gerekiyor yaşanmışlıklarla.
Bence Türkiye’de yaşayan halkların gerçek bir başa çıkma yaşayabilmesi için, tamamının, bütün halkların yaşanan bütün tarihsel süreçle yüzleşmesine ihtiyaç var. Yani 1915 Ermeni soykırımı ile yüzleşmeden veya Dersim kıyımı ile yüzleşmeden, daha başka yaşanmışlıklarla yüzleşmeden Kürtlerle yaşadıklarımızla yüzleşebilmemiz çok kolay değil diye düşünüyorum.
Tozları halının altına süpürme davranışı Ortadoğu’da çok karşılaştığım bir davranış modeli. Yani yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Sorun var ama o sorunu yok sayıyor, görmezden geliyor, üstünden atlayıp devam etmeye çalışıyor ama o geride bıraktığı hep kalıyor aslında. Ve başka yerdeki bir nefret söylemiyle ortaya çıkıyor. Hem de hiç beklemediğimiz yerden ortaya çıkıyor.

Reyhanlı’daki saldırı sonrasında Suriyeli sığınmacılara yönelik saldırılar gibi mi?
Evet. Düşman değiştiriyoruz sadece. Ama bir düşman her zaman oluyor. Dolayısıyla su yüzüne çıkarılmadığı, bütün detaylarının üzerine düşünülüp de, sorumluların sorumlu sayılması olanağı yaratılmadığı sürece biz bunlarla uğraşmayı sürdüreceğiz diye düşünüyorum. Yani gerçek bir barış sağlayabilmek olanaklı olmayacak. Bir yerde mutlaka bir çatışma yaşanacak. Bunu ortadan kaldırmanın yolu, yapılmış olan ne varsa, kim ne yaşamışsa ortaya dökmek. Çerkezlere asimilasyon uygulanmışsa o, Lazlara uygulanmışsa o, Ermeniler Ermeni olduklarını söylemekten korkmuşlarsa o, Araplar dillerini konuşamamışlarsa o... Yani her bir sorun tek tek ele alınıp, kimse sorumlusu bilinmeli ve bu, bilince yerleştirilmelidir. Dokunulmazlar da dâhil, hiçbir kutsalı olmamalı bu anlamda. Çünkü bu ülkenin bir de kutsalları var biliyorsunuz. “Aman onlara hiçbir şey söylemeyelim, onları koruyalım” gibi söylemleri ortadan kaldırmak gerekiyor. O yüzden barış süreci kolay bir süreç değil, acılı da bir süreç. Bunu göze almak gerekiyor. “Aman ne güzel, kimse ölmüyor, bir anda huzur bulduk duygusu” bir yanılsamadır bence.

BARIŞ DEMOKRASİYİ DE GELİŞTİRİR

Geride kalan günlerde, demokrasi ve barış kavramlarının karşı karşıya getirildiği tartışmalara tanıklık ettik. Konferansın başlığının “Demokrasi ve Barış” olması, bu tartışmalara bir gönderme olabilir mi?
Demokrasi önemli bir kavram. Bütün konuştuğumuz konular, demokratik bir ortamda yapılabilecek tartışmalar. Demokratik olmayan ortamdan söz ediyoruz, işte Reyhanlı’daki saldırının ardından yayın yasağı getiriliyor. Barış için, her şeyin tartışılabildiği, insanların söyledikleri yüzünden bir anda kendini cezaevinde bulmadığı bir ortam gerekiyor. Ama biri olmazsa öbürü de olmaz demek değil bu. Sonuçta hepsinin olması için mücadele etmek zorundayız. Hiçbir şey diğeri için ertelenebilir değildir, hepsinin bir arada yürümesi gerekir. Demokratik bir ortamda barışı kurmak daha kolaydır, ama barışın kurulması, demokrasinin gelişimi açısından da çok değerlidir. Barışın olması demek, insanların başka işlerle de uğraşabilir olmaları demektir. Çünkü birçok şeyi erteliyoruz fark etmeden. Savaşın yarattığı huzursuzluk, daha anlamlı adımlar atmamızı engelliyor. Bizi yavaşlatıyor. Dolayısıyla konferansın düzenleyicileri, barış ve demokrasiyi birbirini geliştiren kavramlar olarak ele alıyorlar.


ŞEBNEM KORUR FİNCANCI

Prof. Dr. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden 1983 yılında mezun oldu. Adli tıp uzmanlık eğitimini tamamladıktan sonra, insan hakları ihlallerinin belgelenmesinde adli tıp uygulamalarından yararlanılması için çalışmalar yürüttü. Türk Tabipleri Birliği ve İstanbul Tabip Odası'nın değişik kurullarında görev yaptı. Adli Tıp Uzmanları Derneği'nin kuruluşunda çalıştı. Gönüllüsü olduğu Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda 2009 yılında kendisine başkanlık görevi verildi. İnsan hakları alanında birçok bilimsel araştırma ve kitabın yazarı olan Şebnem Korur Fincancı, halen İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı'nda çalışıyor. Ayrıca Uluslararası Adli Uzmanlar Grubu ve Uluslararası İşkence Rehabilitasyon Merkezleri Konseyi üyesi.

evrensel.net
ÖNCEKİ HABER

Grev intikamı

SONRAKİ HABER

Eğitim emekçileri 5 Haziranda grevde

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...