13 Mayıs 2013 07:36

Yeni devlet aklı çözümü dayatıyor

Çözüm sürecine ilişkin destek veya kaygıları dile getiren bildirilere geçtiğimiz hafta bir yenisi eklendi ve CHP’li vekillerin de aralarında olduğu 114 imzalı “Barış İçin Özgürlükçü Demokrasi” bildirisi, PKK’nin 8 Mayısta resmen başlattığı sınır dışına çekilme haberlerine eşlik etti.

Yeni devlet aklı çözümü dayatıyor
Paylaş

Serpil İlgün

Çözüm sürecine ilişkin destek veya kaygıları dile getiren bildirilere geçtiğimiz hafta bir yenisi eklendi ve CHP’li vekillerin de aralarında olduğu 114 imzalı “Barış İçin Özgürlükçü Demokrasi” bildirisi, PKK’nin 8 Mayısta resmen başlattığı sınır dışına çekilme haberlerine eşlik etti. Sürecin en başından beri dillendirilen ve “barış tamam ama demokrasi ne olacak” şeklinde tezahür eden barış-demokrasi ikilemi, söz konusu bildiride açıktan karşı karşıya getirilmese de, demokrasi kaygılarını öne çıkardı. CHP içinde de yeni bir krize neden olan bildiri, demokrasi ve barış tartışmasını yeniden canlandırdı. Barış İçin Akademisyenler Grubu’nda da yer alan Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bülent Küçük’le demokrasi ve barış arasındaki ilişkiyi ve AKP’nin çözüm sürecini nasıl ele aldığını konuştuk.


Barış mı, demokrasi mi tartışması devam ediyor. Öncelikle, CHP’li vekillerin imza vermeleri üzerinden de çok tartışılan “Barış İçin Özgürlükçü Demokrasi” bildirisini siz nasıl değerlendirdiniz?

Bildiride söylenenler, liberalizmin bize vaat ettikleridir. Nedir bunlar? Mesela, “devlet herkese eşit mesafede durmalı ve kültürel farka kör olmalıdır.” Soru şu, devlet gerçekten herkese eşit mesafede durabilir mi? Tarihsel olarak dünyada böyle bir örneği var mıdır? Buna en azından sosyolojide verdiğimiz yanıt, “hayır”dır. Çünkü devlet, toplumun dışında duran, rasyonel bir mekanizma olarak meselelere el atan, insanların hayatını kolaylaştıran, önünü açan bir makine olmaktan çok, doğrudan toplumsallığı organize eden, onu düzenleyen bir mekanizmadır. Sırf bir sınıfın çıkarını savunuyor anlamında söylemiyorum ama devlet aileyi, ekonomik ilişkileri, ulusal kimliği, kimlik, kültür politikalarını düzenleyendir. Bütün bunların müsebbibi devletin kendisidir. Dolayısıyla devlet ne etnik gruplara, ne kadın gruplarına hiçbir zaman eşit mesafede olmamıştır. Eşit mesafede olması, liberalizmin en büyük yalanıdır. Bazı kimlikler, bazı kategoriler her zaman daha ayrıcalıklı pozisyonda olurlar. Bunun anayasada belirtilmiş olması veya olmaması bize bir şey ifade etmez.

Barış gelsin ama demokrasi ne olacak “endişesi” sürecin en başından beri dillendiriliyor. Barış ve demokrasi karşıt kavramlar mıdır ki bu denli endişeye yol açıyor?

Ben bu barış ve demokrasi ikileminin hakiki bir ikilem olduğu inancında değilim. Çünkü Türkiye’de demokrasi belli gruplar için hiçbir zaman işlemedi. İkincisi, barış da hiçbir zaman olmadı. Çünkü Kürt meselesi ve diğer dışlanan kimlikler hep yasa dışı, olağan dışı mekanizmalar ve yöntemler üzerinden idare edilegeldi. Yasalar, Kürt meselesi dâhil olmak üzere, hep olağanüstü hal olarak, kanun dışılığın kanun haline getirilme marifetiyle yapılageldi. Dolayısıyla bunu kim söylüyor? Türkiye’de stabile olmuş orta sınıfın üstü kesimleri. Onlara göre bir ikilem, bir paradoks oluşuyor. Çünkü bahsedilen kesim, son on senede sahip olduğu kimi ayrıcalıkları kaybetmiş bulunuyor. Onlar için demokrasi bir ölçüde vardı, çünkü onların çıkarları ağırlıklı olarak devlet tarafından temsil ediliyordu.

Esas mesele o ayrıcalıkları kaybetme endişesi midir?

Evet. Bütün bu yerinden edilmişlik durumu, yani CHP’nin dayandığı tabanın yerinden edilmişliği, onlara barışın (demokrasinin) yokluğu, barışın (demokrasinin) eksikliği olarak tezahür etmiş olabilir ama demokrasi belirli kesimler için aslında hiçbir zaman yoktu. İkincisi, kalıcı ve toplumsal bir barış olabilmesi için zaten demokratik bir yeniden yapılanma gerekiyor. Egemenliğin yeniden paylaşımı olmazsa, böyle bir barış zaten olmaz, ancak belli bir süre için çatışmasızlık olur. Eğer egemenlik yeniden paylaşılırsa, farklı kesimler kendilerini siyasal, hukuki alanda temsil ediliyor hissederlerse, o zaman biz daha kalıcı, gerçek demokratik bir devlet yapısından, toplum yapılanmasından bahsedebiliriz. Ben öyle bir çatışma görmüyorum orada.

Barış bazı durumlarda demokrasinin önüne konulabilir mi peki?

Barış ve demokrasi arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için ilkin Türkiye’deki son 10 senede vuku bulan siyasal dönüşüm sürecinin, devletin yeniden yapılanmasının iyi anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de son 10 yılda ciddi bir devletin yeniden yapılanması söz konusu. Yeni bir egemen kimliğin ortaya çıkışı ve onun kendisini hukuki, siyasal alanda temsili söz konusu. Bu kimdir, AKP olarak bahsettiğimiz bir siyasal parti, farklı grupların çıkarları, niyetleri ve arzularını temsil eden bir siyasal parti söz konusu olan. Onun için AKP’nin analizi gerekiyor. AKP tarafından entelektüel ve kültürel hegemonyası sürdürülen ve onun medyadan akademiye kadar uzantılarının söylediği şey şu; Türkiye’de devlet aklı ve idare etme zihniyeti değişiyor.

Şimdi nasıl bir değişiklikten söz ediyoruz?

Şimdi AKP ile beraber, artık söyleme dönüşmüş neoliberalizm bağlamı içerisinde devlet, öldürme üzerine bir siyaset yapmaktan çok, ne diyor, “biz yaşatma siyaseti yapıyoruz” diyor. Yani daha toplumsal kalkınmayı öne çıkaran, insanları biraz daha ihya ederek, kültürel farklılığı eşitlik üzerinden değil tolere etmek üzerinden yeniden düzenleyen onların sağlığını onların güvenliğini dikkate alan, yaşatma siyaseti olarak ifade edilen yeni bir devlet aklının şekillendiğini görüyoruz. Bu yaşatma-kalkınma ve hizmet siyasetinin temel özelliği, devletin zor aygıtlarını kullanmaktan çok, yönetilebilir öznelerin yaratıldığı farklı bir siyasal zihniyet olması. Bu siyasal zihniyete sadece Türkiye içine dönük bakmamak lazım. Tabii ki bu yaşatma siyaseti diyebileceğimiz zihniyet, devletin ekonomik kapasitesinin artmasıyla çok ilgili bir şey. Sırf içteki ekonomik kapasitesinin artmasıyla Kürt meselesini çözüp daha elini kolunu rahatlatmaya çalışan bir devlet olmanın ötesinde, aynı zamanda global ve bölgesel ölçekte bir “şirket” gibi örgütlenen ve yönetilen bir devlet yapılanması ve idare etme rasyonalitesi söz konusu. Türkiye’deki devletin dönüşümü daha emperyal arzuları içerisinde barındıran, genişlemeyi ümit eden, genişleme siyaseti yapmak istediği için de kültürel farklılığı kısmi olarak tanımaya, depolitize ederek içinde barındırmaya meyletmektedir. Emperyal dediğimiz devletler, ötekini asimile üzerinden bir siyaset yapmaları halinde genişleme-yayılma siyasetleri yapısal olarak krize girer. Siz Balkanlara gittiğiniz zaman Balkanları da Türkleştiremezsiniz veya Ortadoğu’da bunu yapamazsınız. Dolayısıyla daha geniş ve daha ince bir kimlik üzerinden yapmak zorundasınız ve daha evrensel bir kimlik politikası önermek zorundasınız. Türk milletinin etnik eksenli tanımına daha görece evrensel olan kimlik, İslami kimliktir, Osmanlı’ya yapılan referanslardır. Dolayısıyla İslami kardeşlik hikâyesini, biraz bu devlet aklının daha emperyal arzuları da içinde barındıran bir genişleme siyaseti olarak görmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Dolayısıyla o dar görüşlü olan asimilasyoncu, disiplinci kimlikten, daha geniş düşünen, daha yayılmacı bir siyasi yapılanmaya gidiliyor. Bu yapılanma da Kürt meselesinin bir şekilde çözülmesini gerektiriyor.


AKP SORUNU BİREYSEL HAKLARA İNDİRGEMEK İSTİYOR

Bu yeni devlet aklı, Kürt meselesini nasıl çözmeyi düşünüyor?

Kürt meselesinin o tarihsel olarak oluşmuş kolonyal geçmişinin üstünü örterek, bütün ekonomik yoksullukları ve sınıfsal ayrışmayı, etnikleştirilmiş sınıfsal iş bölümünü görmezden gelerek, toplumsal yeniden yapılanma sürecinde kaynakların yeniden dağılımına hiç dokunmayarak, geçmişle doğru düzgün yüzleşmeyerek, Kürt meselesinin esasına dair olan meselelere bakmadan, onları görünmez kılarak ve Kürtlerin asıl özgürlük taleplerini minimalize ederek, daha liberal ve bireysel haklara indirgeyerek çözmek istiyor. Kürtlerin özgürlüğü, özerkliği ya da kendi geleceklerini tayin etmelerini “makul” bulmuyor. Kimlik politikasını yeni global, emperyal kontekstin içerisinde yeniden modife ederek çözmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

Demokratik özerklik veya yerel yönetimlerin güçlendirilmesi talebi bu planda nerede duruyor peki?

Bu idari olarak yeniden yapılanmayı görece olarak gerektiren bir şey. Kürtler idari yeniden yapılanmayı ve egemenliğin eşitçe yeniden paylaşımını istiyor. AKP ise muhtemelen parlamentosu olmayan, yasa koyamayan, egemenlik paylaşma anlamına hiçbir şekilde gelmeyecek, AB çerçevesinde kimi kısmi düzenlemeler yapmayı öngörüyor.

Taleplerin bu şekilde karşılanıyor olması, süreci zayıflatmaz mı?

Evet zayıflatabilir. O yüzden zaten toplumsal muhalefetin yeniden kurulması, aygıtlarının gözden geçirilmesi ve bu durumdan mağdur olan herkese açık yeni bir siyaset dilinin kurulabilmesi önemli. Gelecek sürecin, belli anlamda Kürt hareketine ve Türkiye’deki toplumsal muhalefet kesimine ciddi bir meşruiyet alanı sağladığını görebiliriz. Silahların bırakılmasıyla, sadece Türkiye ölçeğinde değil, global ölçekte de Kürtler ve diğer muhalif kesimler aslında yeni bir lige adım atmış oluyor. Ama bu kendi içerisinde bazı riskleri barındırıyor.

Ne gibi?

Ana akım bir hareket haline dönüşmesi söz konusu olabilir, çok daha klasik milliyetçi veya kimlik politikası yapan bir yapıya evrilmesi söz konusu olabilir veya çok kültürlülük politikası içinde eriyebilir, absorbe edilebilir devlet tarafından.


DEVLET ŞİRKETLEŞİYOR

Demokrasi tartışmasının da gerekçelerinden biri olan başkanlık sistemi, bu yeni devlet aklı içinde nerede duruyor?

Tayyip Erdoğan’ın şu anda sahip olduğu haklar bir başkanın sahip olduğu haklardan bile çok daha fazla. Çünkü zaten devlet aklının dönüşmesiyle beraber, devlet bir şirket gibi yönetilmeye başlanıyor. Bu yönetimsellik anlayışı, bu neoliberal devlet biçimi, başında bir başkanın olmasından çok, (Yahya Madra'nın da belirttiği gibi) bir CEO’nun olduğu bir devlet aklı biçimi. Yani devlet şirketleşiyor. Devlet sırf piyasalaştırmıyor alanı, aynı zamanda devletin kendisi de şirket mantığı ile yönetilmeye başlanıyor. Dolayısıyla başkanlık sistemini bu açıdan değerlendirmek lazım. Zaten post parlamenter bir dönemden bahsediyoruz. Parlamentonun yetkilerinin çok kısıtlandığı, daha çok farklı yasalar üzerinden değil, yönetmelikler, kararnameler üzerinden yönetilen bir durum söz konusu. Bu da nedir, devletin etkili olmasını, hızlı olmasını sağlayacak, bürokratik süreci pas geçecek bir yönetim biçimi.

Erdoğan bu yüzden mi bürokrasiyi halka şikâyet ediyor? Misal, “hastane yapacağız ama bürokrasiyi aşmak şu kadar zaman kaybettirdi bize” diyor…

Evet, şirket kafasıyla düşündüğü için samimiyetle söylüyor. Zamanımız yok böyle bir şeyi kaybetmeye, demokratik katılım prosedürleri falan, o tiyatrolara lüzum yok, biz burada temel çıkarı görüyoruz, temel çıkar, devletin dönüşmesidir, globalleşmesidir, büyümedir, kalkınmadır, milleti sevmektir üzerinden giden, çokça da popülist dil, yani şirket mantığı ile yönetilen bir devlet. Peşinden de, “milleti” yeniden inşa etme sürecinde popülizmin çok iş gördüğü sevgi, aşk, hizmet, mağduriyet dilinin çok süregeldiği bir dil var. Niye böyledir? Çünkü zaten popülizm, kendini hep rejim karşıtlığı üzerinden kurar. Yani toplumu ortadan bölerek, “rejim ve biz” üzerinden kurar. “Bu vesayet sistemi, bürokratik elit zihniyet ve bizler!” Bundan mağdur olan geniş kesimler, bizler. Bunun içine Kürtler, Aleviler, kadınlar herkes girer. Hâlbuki bu, sağ popülizmin en tipik örneklerinden birisi. Latin Amerika’da çok örneği var. Başkanlık veya yarı başkanlık sistemi buna cuk oturuyor. Ama fiili olarak var olan sistem de zaten başkanlık sistemini aratmayan bir sistem.

Madem öyle, Erdoğan neden Başkanlığı tartıştırıyor?

Yeni kurucu iktidarın, kendi çıkarlarını temsil eden yasaları kurma gibi bir işlevi var. Dolayısıyla disiplinsel devletten, şirket devletine dönüşüm, yeni bir yasal düzenlemeyi gerektiriyor. Dolayısıyla bu yapı, yeni bir elbise, yeni bir “uzlaşı” gerektiriyor.

Dolayısıyla başkanlık sistemi o yeni elbise?

Başkanlık olabilecek bir elbise tabii. Kaçınılmaz bir bağlantı yok ikisi arasında. Kısmi bir anayasal düzenleme, zaten AKP’nin işine gelmeyecek bir şey. Çünkü eski yasayla AKP zihniyetinin kurduğu bu şirket devletinin yönetimi birbirine uymayan bir şey. Dolayısıyla yeniden bir yapılanma, yasal anlamda da kaçınılmaz. Dolayısıyla ben şuna dikkat çekmek istiyorum; bütün bu tartışmalar kimin endişeleridir? Barışla, demokrasiyle ilgili endişeler hangi toplumsal kesimlerin endişeleridir, buna dikkat etmek lazım. Mağdurlar açısından başkanlık sistemi veya şu anda var olan parlamenter sistemin çok fazla farklılık getireceği kanaatinde değilim ama egemenlerin iktidar kavgası içinde bunun önemli bir çatışma, yarılma getirdiğini düşünüyorum.


TOPLUMSAL MUHALEFETİN KAPASİTESİNİ ARTTIRMASI GEREKİYOR

Toplumsal muhalefetin erimemesi, tersine güçlenmesi için neler yapılmalı?

Toplumsal muhalefet bu yeni dönemde kendini, farklı grupları ve yeni siyasal tahayyülü ne ölçüde inşa edecek, bunu kapasitesini ne kadar arttıracak ve bu sürecin devletin istediği şekilde olmaması için, içinde ekonomik politikalar, kent politikaları, kadın, yoksulluk politikaları da olmak üzere ne tür alternatif, radikal politikalar üretebilecek ve bunları hayata geçirebilecek? Buna çok bağlı.

Süreçle ilgili pek çok destek eylemi yapılıyor ama tarif ettiğiniz gibi bir toplumsal muhalefetin oluşumundan söz edebiliyor musunuz?

Henüz öyle bir koalisyon oluşmuş değil. Şöyle bir sorun var; Kürt hareketinin özgürlükten, federasyondan ve şimdi demokratik cumhuriyete doğru evrilen projesine baktığımız zaman, biz Türkiye’de devletin çok az dönüştüğünü görüyoruz. Bireysel hakların yaygınlaştırılması, vatandaşlığın yeniden tanımlanması gibi çok temel konularda bile ne kadar çok ayak direttiğini görüyoruz. Eğer devlet aklı sahiden doğru dürüst çalışıyorsa, Kürt hareketinin kimi taleplerini absorbe etmek için bile bu minimal-liberal düzenlemeleri yapmak zorunda, yoksa idare edemez. Kürtler başta olmak üzere Aleviler, kadınlar, güvenceli ve güvencesiz işçiler ve diğer tüm ezilen kesimler, bu liberal düzenlemelerle idare edilmeye razı olurlar mı sorusu, bu kesimlerin kendi kapasitelerini artırıp arttıramayacağına bağlı. Bu kapasite artırımı ancak taleplerini, güçlerini, kaynaklarını ve söylemlerini -elbette kendi tekilliklerini koruyarak- ortaklaştırmaları, süregelen alışkanlıklarını, dillerini ve zihniyet yapılarını gözden geçirerek, sabırla yeniden özneleşmeleri marifetiyle olur.

ÇEKİLME BİR BAŞLANGIÇ

Hükümet ve hükümet yanlısı medyada, çekilmenin başlamasıyla sanki süreç tamamlanmış gibi bir hava yaratılıyor. Bu tabloyu siz nasıl yorumluyorsunuz? Çekilme, sürecin neresinde duruyor?

Başından beri hem kendi adıma, hem de Barış İçin Akademisyenler olarak şunu söyleyebilirim; çekilmeyi, yani çatışmasızlık ortamını bir son olarak değil, yeni bir siyaset yapma biçiminin, yeni bir sürecin önünü açan bir başlangıç olarak değerlendiriyoruz. Neden başlangıç? Bir defa barış sürecini bir devrim anı olarak görmüyoruz. Barış sürecini, ismi üstünde süreç olarak değerlendiriyoruz. Farklı kesimlerin, hem devletin, hem sivil hem de siyasal alandaki iktidar aygıtlarının dönüşmesi ve dönüştürmesi gereken bir süreç olarak görüyoruz. Bu yeni siyaset zemini içerisinde yapılacak muhalif siyasetin yeni aygıtlar, yeni mekanizmalar, yeni bir dil, yeni alanlar oluşturması üzerine yeni bir siyasi çatışmanın başlayacağı bir süreç olarak değerlendiriyoruz. Bu yüzden çatışmasızlık durumunu ancak bu yeni siyaset alanının, farklı aygıtlarla mücadele alanının açılabileceği bir dönemin başlangıcı olarak görmek durumundayız. Çünkü Kürt meselesinin temel esası, ‘çatışma başladı’, şimdi de ‘çatışma bitti’den ibaret bir mesele değil. Silahlı mücadelenin, dolayısıyla Kürt meselesinin ortaya çıkışı, Türkiye’deki siyasal ve kültürel egemenliğin başından beri, Türkiye’de Kürtler dâhil olmak üzere belli kesimleri dışarıda bırakmasıyla, dışlamasıyla ortaya çıkmış bir mesele.

Süreç başladığından bu yana dışlanmanın nasıl ortadan kaldırılacağı konusu temel tartışma konularından biri. Bu tartışma, sözünü ettiğiniz çatışmaya dâhil midir?

Evet. Bu çatışmalar, daha uzun soluklu ve daha sabırlı bir siyasetin yapılmasını gerektiriyor. Siyasal bir mücadelenin kurmayı hedeflediği bu mücadele, sadece Kürt hareketinin çekilmesi veya Kürt hareketinin dilinin değişmesi, dönüşmesi meselesi değil. Zaten çatışmanın ortaya çıkışının sebebi, devletin egemenlik tanımı ve egemenliği başka gruplarla paylaşmak istememesi… Türkiye’de bürokratik elit zihniyet böyle bir toplum yaratmak istedi, hem farklı kimlikleri hem de toplumsal sınıfları dışladı. Dolayısıyla, Kürt meselesinin çözümü, devletin dönüşümünü gerektiren bir şey. Sosyologlar ve siyaset bilimcileri için bu, egemenliğin yani iktidarın yeniden paylaşımı olarak tanımlanır. Kürt meselesinin çözümünün, doğrudan egemenliğin paylaşımı içerisinden okunması lazım. Bu da devletin radikal bir şekilde dönüşümünü, demokratikleşmesini gerektiren bir şey. Bu radikal dönüşüm, farklı kesimlerin bu sürece müdahil olmasını gerektiriyor.

Farklı kesimler derken?

Birinci derecede en kuvvetli mobilize olmuş bir grup olarak ve dışlanma deneyimi Kürtlerden çok daha eskiye giden Alevilerin dâhil edilmesi gerekiyor. Alevilerin tamamı olmasa bile, en azından yoksul kesimlerinin, sınıfsal olarak daha çok Kürtlere benzeyen, bölgesel olarak da oraya yakın olan kesimlerinin dâhil olması lazım. Talepler ve acılar açısından bir benzerlik var ama Alevilerin daha derinlere giden tereddütleri var, acıları var, deneyimleri var, bunların tabii ki yeni bir oluşum içerisinde Alevilerin ve Kürtlerin beraber ortak siyaset yapabilecekleri bir zemin kurması lazım. Sadece bazı Alevi temsilcilerinin davet edilmesi ve bazı oturumlarda meselenin tartışılması ve onların ikna edilmeye çalışılmasından çok, doğrudan daha yerel alandan, cem evlerinden, onların gündelik hayatlarının nasıl işlediği, ne tür korkularının olduğuyla ilişkilenerek yeni bir zemini oluşturabilirler. Öteki kesimler de zaten malum kesimler, yani Türkiye’de dışlanan diğer kesimler, kadınlar, çevreciler, gay lezbiyenler, sendikacılar var… Bu kesimlerin tamamı Kürt hareketiyle eğer ortak bir mücadele zemini oluşturabilirse, devletin dönüşümü dediğimiz, egemenlik paylaşımı o zaman daha mümkün olur.

İRLANDA VE GÜNEY AFRİKA İKİ BAŞARISIZ ÖRNEK

Yoksa ne olur?

Yoksa şu andaki haliyle Kürt meselesine ilişkin, AKP’nin, CHP’nin ve diğer siyasi partilerin kafalarındaki çözümlerin çok daha yüzeysel, çok daha işi kotarmaya yönelik bir siyaset olduğunu düşünüyorum. O işi kotarmaya yönelik siyaset dünyanın birçok bölgesinde yapıldı; Güney Afrika ve İrlanda başta olmak üzere…   Her iki ülke de sürecin başından beri öne çıkan model ülkeler. Şu sıralar da Güney Afrika deneyimi gündemde mesela… İrlanda ve Güney Afrika iki başarısız örnek aslında. Bu iki başarısız örnek, Cengiz Çandar ve diğer kesimler tarafından Türkiye’ye bir model olarak öneriliyor.

Neden başarısız?

Bir defa İrlanda’da barış hiçbir zaman toplusallaşamamıştır. Neyin çözümü olmuştur orada? Taksi şoförleri bile Protestanların veya Katoliklerin mahallelerine girmiyorlar. Afrika’da ekonomik ilişkilere ve mülkiyet meselelerine, kaynakların yeniden dağılması meselelerine dokunulmadığı için yoksulluk meselesi, evsizlik, toplumsal alandaki ciddi diskriminasyon ve tecavüz olayları çok had safhada. Siyasal dönüşüm beraberinde toplumsal alanda ekonomik, sosyal dönüşümü getirmezse, Güney Afrika’daki gibi yüzeysel bir form alır ve bu da bizim çokça söylediğimiz çok kültürlülük biçimine girer.

MESELE FARKLILIKLAR OLSAYDI ÇOKTAN ÇÖZÜLÜRDÜ

Çok kültürlülük kavramı, en ulusalcı, milliyetçi yaklaşımların bile üzerinde uzlaştığı bir kavram. Anayasayada böyle girmesi isteniyor mesela. Bu uzlaşının sırrı ne? Çok kültürlülük neyin üzerini örtüyor?

Böyle söylenince sorun sanki kültürel bir meseleymiş gibi anlaşılıyor. Liberal çok kültürlülüğün temel esprisi buydu, dünyanın her tarafında bu şekilde uygulandı. Neden Kürt meselesi sadece kültür ve kimlik politikası meselesi değil? Bir defa son 50–60 senedeki şehirleşme, ardından savaş dönemindeki zorunlu göç ve savaşın tahribatı üzerine milyonlarca insanın göç etmesiyle beraber, Türkiye’deki en güvencesiz işlerde çalışanlar Kürtler olmaya başladığı için, Kürt meselesi tanınma meselesinin ötesinde bir de kaynakların yeniden dağılımını gerektiren bir olgu haline geldi. Bu yeniden dağılım, kültür üzerinden anlaşılabilecek bir meseleye indirgenemez. Tarihsel olarak Kürdistan bölgesinin egemen devlet tarafından kolonize edilmiş olması, oradaki varlıklarının yok sayılması ve kaynaklarına el konulmasıyla alakalı olduğu için de kimlik politikasına ve çok kültürlülüğe indirgenemez. Meseleye böyle baktığımız zaman, çözüm meseleleriyle ilgili söyleyebileceğimiz şeyler de çok farklılaşır. Eğer Kürt meselesi sadece bir farklılık meselesi olsaydı, biz anayasal kimi düzenlemelerle bu devletin herkese eşit mesafede durması ve nötralitesi üzerinden çözerdik.


BÜLENT KÜÇÜK

ODTÜ’de sosyoloji, ardından Berlin’de sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimi aldı. Sosyoloji doktorasını da Berlin’de (Humboldt Universitesi) 2007’de tamamladı. 2008-2010 yılları arasında Sabancı  Üniversitesi’nde  post doc olarak çalıştı. 2010 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyeliği yapıyor. Vatandaşlık, çok kültürlülük, Türkiye’de anti semitizm ve ırkçılık konularında çalışan Küçük’ün Avrupa Birliği ve Türkiye üzerine (Almanca) ve yine Türkiye üzerine İlker Ataç ve Ulaş Şener ile birlikte düzenlediği (Almanca) kitapları var.

evrensel.net
ÖNCEKİ HABER

Suriye merkezli şekillenen Ortadoğu

SONRAKİ HABER

Reyhanlı'da savaş görüntüleri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa