11 Mayıs 2013 17:28

Kaybedecek bir şeyi olmadığı yerde insanın derinliği ortaya çıkıyor

İstanbul 1 Mayıs’ını, iyilerin gaz bombaları yağdırdığı, kötülerin şehir merkezine sokulmadığı bir aksiyon filmi gibi izleyenler, sadece vali ve arkadaşları değildi. Meşhur bir sinemacı sosyal medyada yaptığı yorumlarla çapını belli ederken, bir tartışma konusu ortaya atmış oldu. “Böyle işçi olur mu?” Sinema perdesinde

Kaybedecek bir şeyi olmadığı yerde insanın derinliği ortaya çıkıyor
Paylaş
Devrim Acaroğlu / Çağdaş Günerbüyük

Birkaç hafta arayla vizyona giren iki filmde işçi rolü canlandıran, Yük’te madende, Küf’te demiryolunda izlediğimiz Tansu Biçer’in işlerinin kendisi, buna bir itiraz niteliğinde. Biz zaten ona meselenin o tarafını değil, öbür tarafını sorduk asıl. Murtaza oyunundaki Bekçi Murtaza başrolünden itibaren beyazperde en çok polis ve güvenlik sektörüyle iştigal ettiğinden, güvenlik işi ondan sorulur dedik.

Semaver Kumpanya’da Murtaza rolünde izlemiştik seni yıllar önce. Beş Şehir’de sana ödüller de getiren Polis Aydın rolündeydin. Sen Aydınlatırsın Geceyi’de bekçi, F Tipi filminde gardiyan... Polislik nerden buldu seni?

Valla bilmiyorum ama Murtaza’nın bir etkisi var galiba. Murtaza, Aydın derken böyle oldu. (Gülüyor) Birçok oyuncunun başına geliyor bu aslında. Bir şey oynuyorsan hep benzerleri geliyor daha sonra. Dizilerde oynadığım rollere bakarsanız; hep başrolün yakın arkadaşıdır. Hırsız Polis’te Timuçin’in (Esen) yakın arkadaşıydım, Kapalıçarşı’da Engin Altan’ın abisiydim, şimdi Şubat’ın en yakın arkadaşıyım. Sinema polis, televizyon da içten, samimi, kanka olarak görmek istiyor beni galiba…

Murtaza, bekçi olmasına rağmen belki bir emniyet müdürünün sahip olamayacağı inanç taşıyordu güvenlik teşkilatına. Polis Aydın ve F tipi gardiyanı ise polisliği sorgulayan tipler olmaları nedeniyle polisle bir empati durumu yaratıyorlardı...

Polisle de empati kurmak gerekiyor ama ben zaten bütün rollere böyle yaklaşırım. Küf’teki adama baktığında; yemediği halt kalmayan, hayatımda olmasın diyeceğin biriyken ben onunla da öyle uğraştım. Onun karakterinde başka bir şey görülsün istedim. Çünkü benim için oyunculuğun anlamı bu.

Oyunu savunmak lazım yani...

Savunmak değil de dışlamamak gibi... Eğer o rol yazıldıysa o rolle insanlar ömyargısız buluşmalı ve bir şey yaşamalı. Ondan sonra kararlarını özgürce ve rahat verebilirler. Polisi kötü gösterirsek insanların kafalarında zaten olan fikri desteklemiş oluruz. Ama sanat yapılıyorsa, mevcut fikirleri yeniden söylemek değil onları başka bir yerden bakılabilir hale getirmekle yükümlüyüz. Ben Işıl Kasapoğlu’ndan bunu öğrendim. O yüzden Polis Aydın’ın da bir insan olduğunun, itildiği bir yerler olduğunun görülmesini istedim. En büyük pay Onur’un tabii, o yazdı ve ben yazılanı kendi bakış açımla birleştirdim.

Polis Aydın’ı tanımamız onu sevmemize yol açmıyor. İçinde yaşadıkları ile sokakta yaptıkları arasındaki çelişki onu çok tehlikeli hale getiriyor çünkü…

Zaten bugünkü tehlike de biraz o. Biz onunla, o bizimle empati kuramadığı için ilişki kopuyor ve kavga etmekten başka çare kalmıyor. Bu savaş isteği insanın üstünde bir yerden geliyor, devlet politikası demek daha doğru. Benim sana taş atmam senin bana gaz sıkman için bir şey gerekiyor, o da birbirimizden uzaklaşmamız...

Polis Aydın bir kızın ölümüne neden olmuştu orantısız güç kullanarak. Yakın zamanda Taksim Meydanı Polis Aydınlarla doluydu... Sağduyunun yok olduğu, kendinin de karşındakinin de insan olduğunun unutulduğu bir yer oldu evet.

İki metreden gaz bombasını atılması gibi aşırılıklardan bahsediyorsun değil mi?

Bunun açıklaması “görev” olamaz herhalde. Doktor da hayat kurtarıyor, sadece görevi olduğu için mi, hiçbir şey yaşamıyor mu? 16 saatlik ameliyatlar oluyor, adam konsantrasyonunu kaybetmeden, o neşteri kaydırmadan çalışıyor. “İşimiz yapıyoruz abi” gibi bir yerden mi yapıyor? Mümkün değil ki bu! Sadece görev diye sıkılmaz o bomba, demek bir şey oluyor ona da o sırada. Murtaza’da traji-komik hikâye en sonunda trajediye bağlanıyor, Murtaza kızını öldürme noktasına geliyordu. Sonunda olacağı da o. Bu olmamalı herhalde hayat. Daha başka yollar varken üstelik, sadece savaşmanın seçilmesi...

Üstelik Murtaza gibi değil ya Çevik Kuvvet... İnsanlarla hiç ilişkileri yok, tek ilişki “şuradan geçirme, saldır, dağıt” şeklinde. Bu vahşiliğin bir sebebi de bu yalıtılmışlıkları olabilir...

İşte bu yukarıdan gelen bir tercih; bu insanlar böyle yaşatılacak ki bunu yapabilsinler. Dünya çok güvensiz bir yer; Yasa var, din var, ahlak kuralları var, gelenekler var. İnsanı olduğu yerde tutmak için binlerce kural var. Büyüklerin elini öpmek zorundasınla başlayan... Buradan anlıyoruz ki insan çok güvenilmez bir yaratık, çünkü düşünüyor.


Senin Murtaza’nı izlediğimiz için galiba, ne zaman beyaz perdede görsek seni; bu adam çok iyi ama aslında daha da iyi diye düşünüyoruz. Tiyatrodaki oyunculukla ile sinemadaki arasında büyük fark var herhalde...

Sinemada yönetmenin görmek istediği yerden bakıyorsun. Tiyatroda öyle değil, bir bütünün içinde sen seçiyorsun. Bir yeri daha çok ışıklı gören, zoom yapan sensin. Sinemada yönetmen, “ben bu adamın bu duygusunu öne çıkaracağım” diyor ve sana yakın gösteriyor, zoom yapıyor.

Dolayısıyla sinemada, sahnede devleşmek gibi bir şey olmuyor.

Olmuyor evet, olamaz. O seni ne kadar göstermek isterse, ona ne lazımsa o kadar. Sinemada sadece sen yoksun, senden önceki sahne var, sonraki var. Bunların bütünlüğü kurgulamak yönetmenin işi. Ondan sinemada iyi yönetmen olmak çok zor.

Yönetmen olmak zor oyuncu olmak kolay mı?

Kolay tabii, en son salondan çıkan izleyicinin üstünde ne his kalacağına yönetmen karar veriyor. Ben sadece konuştuğumuz gibi polisle empati kurmasını etkileyebilirim. Önemli tabii ama totaldeki duygu benim elimde değil.

Bir süre tiyatro yapmayacağını söylüyorsun...

Evet, söylüyorum da neye göre söylüyorum bilemiyorum. Yoruldum biraz, çok üst üste oyun oynadım galiba... Bırakmasaydım tamamen soğuyacaktım sanki. Yarın da başlayabilirim, hiç yapmayabilirim de, öyle hissediyorum. Böyle yapmakla sinemayı deneyimlemiş oldum. Bir sürü filmde oynadım. Bir şeyi sıfırdan öğrenmeye başladım. Tanımadığım bir dünyaya girdim, bu da bana iyi geldi. Sonuçta bu mesleğin adı oyunculuk; tiyatroda ya da sinemada...


İSTESEM OLMAZDI İSTEMEDİM OLDU

Sahnede Işıl Kasapoğlu ile birlikte çalıştın yaklaşık 10 sene. Sinemaya ise Onur Ünlü ile giriş yaptın ve neredeyse bütün filmlerinde oynadın. Bir oyuncu için çok istenebilecek bir kariyer gibi gözüküyor, ne dersin?

Saçma olacak belki ama ben böyle olmasını istemediğim için böyle olduğunu düşünüyorum. Bir kariyer planlaması yapmadığım için böyle oldu galiba. Ben, çok istersen olmaza inanıyorum. Sadece işini iyi yapmak istemen lazım, o kadar. Bunun karşılığını alamıyorsan çok üzülmemek, kendini harap etmemek lazım. Ben Tiyatro Anadolu’da çalışıyordum, Eskişehir’de. Semaver Kumpanya’nın kurulduğunu duyunca bir bakayım dedim, İstanbul’a geldim. Geldiğimde oyuncu seçmelerinin üçüncü günüydü, Işıl Kasapoğlu’nun ilk lafı “Nerdesin bu saate kadar?​” oldu. Büyük bir beklentim yoktu. Bir sürü yaşıtım var, kadın erkek, genç yaşlı demeden her rolün oynanacağı bir tiyatro kurulmuş, karşı konulur gibi değildi. Onur’un şu anda kariyerinde yazmayan Çocuk isimli filminde yer aldım, o da öyle başladı. Tesadüf yani... Ben oyunculuk yapmak, hikâyeler anlatmak dışında bir şey düşünmedim. Hırslı olmaman, ünlü olmak, çok para kazanmak istememen gibi nedenlerle yönetmenler kolay iletişim kuruyorlar galiba benimle.


İNSANI DEŞEN SİNEMA HEP ALT SINIFLARA EĞİLDİ

Berberlik, kâğıt toplayıcılığı gibi sıradan işler yapan sıradan insanları oynuyorsun genelde ki sıradanın hikâyeleri sinemamız tarafından daha çok yazılır, anlatılır oldu bir süredir...

Dizilerde değil ama sinemada bence hep böyle oldu.

Yeşilçam’ı dışta tutuyorsundur herhalde?

Tabii, diziler Yeşilçam’ın devamı zaten. İnsanı deşen sinema hep alt sınıflara eğildi. O da işçilerin, yoksulların daha açık, daha gerçek bir yerden yaşıyor olmaları ile ilgili. Üst sınıflar kapalı olabiliyor, muhafaza etmeleri gereken şeylere sahipler çünkü. Dolayısıyla muhafazakâr olabiliyorlar. Zeki Demirkubuz’un Kader’ini düşünün... O hikâyeyi; o tutkulu, takıntılı aşkı bir üniversite profesörünün üzerinden anlatamazsınız. Benim Küf’te oynadığım demiryolu işçisinin yaptıklarını bir müdür, bir bankacıya yaptırmak çok kolay olmaz, onları sınırlayan çok fazla şey var. Kaybedecek bir şeyi olmadığı yerde insanın derinliği daha çok ortaya çıkıyor. Kızınca kavga ediyor, üzülünce kendini yerden yere vuruyor… Geniş ve zengin bir alan çıkıyor ortaya hikâye anlatmak için. Bir banka müdürü bunları yapsa, “ilginç” bir şey yapmış olur. Özel bir durum olarak değerlendiririz, üzerimize almayız çünkü kendimizi göremeyiz onun hayatında. Ama bir demiryolu işçisinin başına gelen Tarlabaşı’ndaki bir gencin başına da gelir, bir işsizin başına da...


Yük’ün neredeyse tamamı madende geçiyor. Nasıl bir duygu yerin altında olmak?

Çok acayip bir şey maden. 600 metreye falan iniyorsun, az buz bir şey değil. Asansör çok hızlı, kısa zamanda inmeli çünkü. Langır langır, iki tarafın duvar halinde iniyorsun. Yeraltı suları akıyor her taraftan, onların içinden, kamyon kasası gibi iniyorsun. Nereye indiğini bilmiyorsun, yerin neresindesin, aslında neyin altındasın bilmiyorsun. İçerisi gerçekten kocaman galeriler; tüneller açılmış da açılmış... Girdikten sonra iki kilometre falan yürüyorlar. Az yol değil. Bir yerden sonra zifir karanlıkta kafa lambasıyla yürüyorsun. Çok büyük bir boşluk hissi oluyor.

Ailelerin madenciyi her sabah bir daha görüşemeyebiliriz duygusuyla uğurladıkları söylenir... Sen hissettin mi o duygu ortamını?

O artık kanıksanmış bir şey, herkes farkında bu gerçeğin. Nasıl tarif edebileceğimi bilemiyorum ama ölümle ilişkileri enteresan. Biz orada çekim yaparken dört kişi öldü. Bizim başımıza gelen şaşırtıcı bir şey değil bu; hep oluyor zaten, herkes alışkın. Ucu ucuna yaşıyor hepsi.

Bayağı mesai yapmış, gözlemde bulunmuşsun maden hakkında...

Çok içlerindeydik işçilerin, çok sohbetler ettik. Birbirlerini çok seviyorlar, saygı duyuyorlar. Yarın gelemeyebilir duygusu var hepsinde. “Hadi kardeşim” diye sesleniliyor hep, bir silah arkadaşlığı gibi aralarındaki. Görmek, yaşamak lazım madeni, çok enteresan bir tecrübe oldu bizim için.

ÖNCEKİ HABER

Sinop Zeus’a güveniyor

SONRAKİ HABER

Bangladeş’te bir mendil niye kanar?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa