Dünya Mülteciler Günü’nde Türkiye tablosu
Mülteci işçi bedenlerinin iktidarın kâr hırsının bir parçası olarak yitip gittiği, ölümlere sebep olan patronlar ile burjuva hukukunun muazzam iş birliği içindeki bir düzen ile karşı karşıyayız.

Fotoğraf: DHA
Hilmi Mıynat
[email protected]
20 Haziran Dünya Mülteciler Günü, siyonist İsrail’in Ortadoğu’daki katliamları ve saldırganlığı gündemiyle paralel tartışılıyor. İran-İsrail savaşının yarattığı ve yaratacağı yıkımın faturasını -güçlü bir karşı çıkış örgütlenmediği takdirde- yine halklar ödemek zorunda kalacak. “İran’dan sonra sıra Türkiye’ye gelir mi?” sorusuyla birlikte “İran’dan Türkiye’ye göç artar mı?” sorusu da bu gündem içinde tartışılıyor. İsrail’in ABD’nin karakolu olarak Filistin ve İran’da katliamlar gerçekleştirdiği ve Erdoğan hükümetinin de ABD’yle bağımlı ilişkilerini baz aldığımızda ilk sorunun yanıtı olarak ‘şimdilik’ sıranın Türkiye’ye gelmeyeceğini söylesek de emperyalistler arası çelişki ve ilişkilerin değişebildiği gerçeğinden hareketle gelecekte bu ilişkilerin nasıl şekilleneceğine ilişkin kesinlik içeren yorumlar yapamayız. İran’dan Türkiye’ye göçün artacağına ilişkin sorunun yanıtı ise karşılıklı saldırıların ne yöne evrileceği ile ilişkili. Haziran itibarıyla ikamet izniyle Türkiye’de bulunanlar sıralamasında İran beşinci sırada yer alırken 74 bin 901 İranlı ikamet izniyle Türkiye’de yaşıyor. 2022’de 1 milyon 354 bin olan toplam ikamet izinli sayısı 2024’e kadar düşüş gösterse de 2024 sonrası tekrar artışa geçerek 6 ayda 50 bin arttı. Haziran 2025’te 1 milyon 106 bin oldu.
Savaş ve saldırganlığın gölgesinde kayıt dışı göçün artacağını düşündüğümüzde, göç idarelerindeki durumla olası bir göçün hızla kayıt altına alınabilmesi için başvuruların mülteciler lehine kolaylaştırılması gerektiği uyarısında bulunmalıyız. Kayıtlı mültecilerin dahi seyahat hakları elinden alınırken kayıt dışı mültecilerin yaşayacağı mağduriyetlerin önüne geçebilmek için iltica başvurularındaki zorluklar ve aksaklıklar hızla giderilmeli. Tabii bunun öncesinde İsrail saldırganlığına son verilebilmesi için hamasetin yerine ticaretin kesildiği sert tutum alınarak siyonist İsrail barbarlığının sona erdirilmesi üzerine harekete geçilmeli. Bunca belirsiz savaş süreçlerine dair tek kesin yorum yapabileceğimiz mesele, emperyalistlerin kâr hırsının insan hayatından önce geldiği kapitalizmin çelişkilerini görünür kılmadan, halklar arasında birleşik mücadeleyi örmeden bu sorunların da çözülemeyeceği gerçeğidir.
Son iki ayda en az 14 mülteci işçi öldü
İSİG Meclisi raporlarına göre nisan ayında yaşanan en az 152 iş cinayetinin 7’si, mayıs ayında 177 iş cinayetinin 7’si mülteciydi. 2024 yılında gerçekleşen en az 1897 iş cinayetinin 94’ü mülteci işçi. Kaçak maden ocağında katledilen, cesedi vahşice yakılan Afganistanlı Vezir Mohammad Nourtani’nin davasında mahkeme resmen bir cezasızlığı onayarak maden ocağı sahiplerine taksirle öldürme suçundan 5 yıl 8 ay ceza verdi. Mülteci işçi bedenlerinin iktidarın kâr hırsının bir parçası olarak yitip gittiği, ölümlere sebep olan patronlar ile burjuva hukukunun muazzam iş birliği ile ölümlerinin bile cezasız bırakıldığı bir düzen ile karşı karşıyayız. Son yılların orta vadeli programlarında kayıt dışılığın önlenmesine dair çokça ifade yer alsa da kaçak maden ocağında çalıştırılan mülteci işçinin yakılarak öldürülmesine verilen bu ‘ceza’, programla uygulama arasındaki uçurumda nice hayatların sona erdiğini ortaya koyuyor.
2016’da başbakan yardımcısı olduğu dönemde, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası bahar toplantıları için Washington’da bulunan Mehmet Şimşek; ABD ticaret odasında mültecilerle ilgili ‘Geçici ya da kalıcı oldukları düşünülmeden Suriyeli mültecilere iyi eğitim ve iş eğitimi fırsatları sağlanması gerektiğini’ söylemişti. Bildiğimiz üzere AB, BM kürsülerindeki sözler o kürsülere özel. İstisnai paralellikleri hariç tutarsak o kürsülerde başka, Türkiye’de başka program uygulanır. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in hazırladığı program; yerli-mülteci, işçi-çiftçi ayırt etmeksizin kemer sıkma başlığı altında halkın boğazını sıkma programı.
Çalışma iznine erişim sınırlı
Bundan iki hafta kadar önce Denizli’de TOKİ inşaatında çalışan ve 6 aydır maaşlarını alamadıklarını açıklayan inşaat işçileri “Mısırlıları, İranlıları sigortasız çalıştırdılar maaşlarını ödemeden yolladılar” demişti. Sigortalı işçinin maaşını ödemeyen işveren kaçak çalıştırdığınınkini neden ödesin? 2023-2025 dönemi OVP’de “Kayıt dışı istihdam ve kayıt dışı ücretle mücadelede veri analizine dayalı risk odaklı denetim faaliyetleri artırılacak, prim tabanı genişletilecektir” denilmişti. 2025-2027 OVP’sinde de aynı ifadeler kopyala yapıştır olarak yer alıyor. 2024’te çalışma izni harçları ve değerli kâğıt bedeli 1 yıla kadar 7 bin 910 iken 2025’te 11 bin 381 liraya çıkarıldı. Süresiz izin harcı ise 74 bin 45 liradan 106 bin 570 liraya çıkarıldı. Patronların inisiyatifindeki bu uygulamada sigortasız çalıştırılıp maaşlarının ödenmediği veya yarısının ödendiği on binlerce mülteci işçi düşünüldüğünde çalışma iznine erişimde oldukça sınırlı değişimler görüyoruz.
Belli teşvikler ve AB projelerini bir kenara koyduğumuzda çalışma iznine erişim hakkına dair bir yaygınlık söz konusu değil. Çalışma izni ve sigortanın olmadığı kayıt dışı istihdamda sendikalaşma da söz konusu olamıyor. Sendikaların da mülteci işçilerin örgütlenmesi noktasında bir hareketliliği yok denecek kadar az. Tekil örnekler, sınırlı açıklamalar dışında ciddi bir pratik henüz sergilenmiş değil. Adana’da ayakkabı saya işçilerinin yerli-mülteci ortak grevi bu alandaki sınırlı örneklerden. Bu sınırlı örnek bile ortak mücadelenin kazanımı hakkında nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini somut biçimde gösteriyor. Sigortalı olabilen mülteci işçilerin sendikalaşabilmesi, olmayanların sigortalı olabilmesi, olamadığı durumlarda fiili işçi komitelerinde örgütlenmeleri üzerine geliştirilecek yol ve atılacak pratik adımlar Türkiye işçi sınıfının ortak kazanımı olacak ve insanca yaşam mücadelesinde ön açıcı olacaktır.
GGM’ler cezaevine dönüştü
Emek Partisi Antep Milletvekili Sevda Karaca’nın geçici barınma merkezi (GBM) ve geri gönderme merkezlerine (GGM) ilişkin soru önergeleri hak ihlallerini ortaya koyuyor. Soru önergeleri yanıtsız kalırken ihlalleri yaşayanların ifadeleri ve tanıklıkları GGM’lerin cezaevlerine dönüşümü tablosunu ortaya koyuyor. İnsan hakları ihlallerinde mülteciler en korunmasız ve en çok hak gasbına uğrayan kesim. Hukuka erişimin çok sınırlı düzeyde olduğu gerçeği bir yana, avukat hakkına erişilebilen örneklerde dahi mahkemelerin tutumu geçmiş dava örneklerinden okunabiliyor. Devlet izni olmadan mülteciler, ikametlerinin bulunduğu il dışına çıkamıyor. GBM’ler ve GGM’ler kapalı cezaevinden öte adeta işkence merkezine dönüştü. Ulaşabildiğimiz veriler kadarıyla AB; Türkiye’deki geri gönderme merkezlerinin inşası, işletilmesi ve yenilenmesi için en az 213 milyon avro fon sağlamış durumda. Bu fonların nasıl harcandığına dair şeffaf bir veri yok. Fiziki koşulların yetersizliği ve işkence boyutuna varan tutumlar kabul edilebilir değildir.
Geri dönüş kim için?
Suriyelilerin geri dönüşü meselesine dair birkaç söz söylemek gerekirse bu geri dönüş, yalnızca bir “güvenlik” ya da “yük hafifletme” başlığı olarak değil, aynı zamanda insan onuru, haklar ve gönüllülük ilkeleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Türkiye’de yıllardır güvencesiz koşullarda yaşayan Suriyeli mülteciler; savaşın yıkımına uğramış, halen istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir coğrafyaya dönmeye zorlanmakta. Oysa birçok mülteci için geri dönüş, yalnızca fiziksel bir hareket değil; gelecek kaygısı, can güvenliği ve temel yaşam koşullarına erişim gibi çok katmanlı sorunları da beraberinde getiriyor. Yapılan saha araştırmaları; Suriyeli mültecilerin büyük çoğunluğunun geri dönmeye hazır olmadığını, ekonomik, sosyal ve siyasal güvenceler sağlanmadan böyle bir dönüşün adil olmayacağını ortaya koyuyor. Zorunlu geri dönüş politikaları da ciddi hak ihlalleri doğurabilir. Türkiye’nin Suriyelilerin geri dönüşü konusundaki politikası, yalnızca insani kaygılarla değil, aynı zamanda bölgesel çıkarlar ve sermaye birikimi stratejileriyle şekillenmektedir. Ankara, Suriye’nin kuzeyinde oluşturduğu askeri ve idari nüfuz alanlarıyla, geri dönüş süreçlerini bir “demografik mühendislik” aracına dönüştürmekte; bu bölgeleri hem siyasi hem de ekonomik nüfuz alanı haline getirmeye çalışmaktadır. TOKİ eliyle yürütülen konut projeleri, altyapı yatırımları ve yeniden inşa ihaleleri, Türkiye kapitalizminin bölgeye dönük amacını açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda geri dönüşler, sermaye için ucuz iş gücü ve jeopolitik güç alanı yaratma amacıyla yönlendirilmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Suriye politikasında emperyalist eğilimler ile neoliberal yeniden inşa dinamikleri iç içe geçmiş durumdadır.
Elbette Türkiye işçi sınıfının, halklarının nihai kurtuluşu eşitsizliğin yok edildiği, etnisitesi fark etmeksizin işçi sınıfının her bir parçasının sömürü ilişkilerinden sıyrıldığı bir dünyada; yani sosyalizm koşullarında sağlanabilecektir. Ancak, o koşulları yaratma mücadelesinin yolu da bunun tekil ya da toplumsal örneklerini artırmaktan geçiyor. Örneğin Adana’da yerli ve mülteci ayakkabı saya işçilerinin omuz omuza vermesi gibi... İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesini geliştirmeyi başarabildiğimiz ölçüde insanca yaşam ve çalışma koşullarının yaratılmasını sağlamış olacağız.
Evrensel'i Takip Et