05 Mayıs 2011 15:02

12 Eylül'ün etkisinin kırılmasında iki önemli dinamik: İşçiler ve Kürtler

12 Eylül askeri darbesi, Türkiye'de toplumsal ve kurumsal etkileri hala farklı biçimlerde süren bir darbe olma özelliğini koruyor. Öte yandan, büyük yıkım yaratan bu askeri darbeden sonra gelişen toplumsal dinamikler, Türkiye'de demokratikleşme sürecini yeniden sağlamaya yönelik önemli etkiler yaptı. Bu dinamikleri, i

12 Eylül'ün etkisinin kırılmasında iki önemli dinamik: İşçiler ve Kürtler
Paylaş
Fatih Polat

Üniversite gençliğinin 1980'lerin ikinci yarısından itibaren YÖK düzenine karşı başlattığı direniş, giderek üniversite sorunlarını aşan ve ülkenin diğer sorunlarına bağlanan bir nitelik taşımaya başlamıştır. İnişli çıkışlı ilerleyen bu süreç, henüz YÖK düzeninin ortadan kaldırılarak demokratik bir üniversite düzenine geçişi sağlayamamış olsa da, 12 Eylül'ün üniversiteler üzerinde kurduğu kışla anlayışını görece gerileten bir etki yapmıştır. Üniversitelerdeki ilerici öğretim üyelerinin de bu harekete zaman zaman verdiği desteğin önemini belirtmek gerekir. Bu arada, son dönemde olduğu gibi, liseli gençliğin de zaman zaman hareketlendiğini kendisini gündemleştirdiğini belirtebiliriz.
Ancak, Türkiye'nin demokratikleşmesinin dinamosu olma özelliğini taşıyan güçler tarif edildiğinde ise, işçi ve emekçiler ile Kürt özgürlük hareketini, belirleyici iki önemli dinamik olarak not etmek gerekiyor.

İŞÇİ HAREKETİNİN YENİDEN DİRİLİŞİ

12 Eylül darbesiyle sessizliğe gömülen işçi hareketi, 1989 Bahar Eylemleri ile dirildi. 24 Ocak kararlarını 12 Eylül darbesiyle uygulamaya sokan sermayeye karşı işçi ve emekçilerin direnişleri, bu tarihten de öncesine dayanıyordu. 1986 yılı büyük grevlerle geldi. Bağımsız Otomobil-İş Sendikası, Netaş'taki 2650 üyesi ile greve çıktı. Netaş, 12 Eylül sonrasının ilk büyük greviydi ve grev hakkına yönelik kısıtlamaların aşılmasında önemli bir adım olarak 89'u etkiledi. 1986 yılı biterken Netaş, Derby ve Dora'da grevler sürüyordu. 1987'de Deri-İş Kazlıçeşme'de, TÜMTİS Ambarlar'da greve çıktı.

1989 ise, işçilerin grev ve direniş yılı oldu. Kamu kesiminde 600 binden fazla işçiyi ilgilendiren sözleşmelerin tıkanmasıyla 'Bahar Eylemleri' başladı. İşçiler bıyık kesme, saç kazıtma, sakal bırakma, yalınayak yürüme, çıplak yürüme, yemek boykotu, iş yavaşlatma, işe geç başlama, toplu vizite, yolu trafiğe kapatma, toplu boşanma başvurusu, toplu simit yeme, siyah çelenk bırakma gibi eylem türlerini uyguluyorlardı. Kamu kesimindeki işçilerin yaptığı grev ve eylemlere, özel sektördeki sendikalı ve sendikasız işçiler de ek zam, alacakların ödenmesi, işçi atmaların durdurulması gibi taleplerle katıldılar. Yıl boyunca yapılan grev ve direnişlere katılan işçi sayısı 1,5 milyonu buldu. Yapay ayrımların geri plana itildiği, sınıf dayanışmasının öne çıkarıldığı eylemlerde, işyeri ve fabrikalarda kurulan komiteler sayesinde işçilerin birliği sağlandı.

30 Kasım 1991'de ise, 42 bin madenci, ocakların kapatılmasına ve düşük ücrete karşı eyleme başladı. Onbinlerce maden işçisinin, aileleriyle birlikte 4 Ocak'ta başlattığı Ankara yürüyüşü, Paşabahçe işçilerinin '91 yılındaki direnişi tarihe yazıldı. 3 Ocak 1991'deki genel greve katılım kimi bölgelerde yüzde yüzü buldu. Sınıf hareketinin yükselişi memurları da harekete geçirdi. Sendika hakkı için eylem yapan eğitim, sağlık ve belediye çalışanlarının mücadelesi KESK'i doğurdu. İşçi ve emekçiler, Türkiye'nin ABD'nin Irak'ı işgaline aktif katılımını sağlamak üzere Meclis'ten geçirilmek istenen 1 Mart tezkeresine karşı gerçekleştirilen eylemlerde, Filistin halkıyla dayanışma kampanyalarında bir ölçüde etki gösterirken, KESK uzun yıllar, Türkiye'de Kürt sorununun çözümü mücadelesi de dahil temel demokratikleşme meselelerinde de tavır alan bir emek gücü oldu ve olmaya da devam ediyor.

Ancak tüm bunlara rağmen, Emek Partisi İstanbul İl Örgütü'nün 16 Nisan 2011 günü, Mecidiyeköy Kültür Merkezi'nde, sendikacılar, işçiler ve akademisyenlerin katılımıyla gerçekleştirdiği sendikal konferansta da vurgulandığı gibi, sendikal hareketin siyasetle arasındaki ilişkideki zayıflıklar sürüyor. Ve hakim sendikal anlayış, 'partiler üstü sendikacılık' tutumunun sınırlarını henüz aşamıyor.

KÜRT HAREKETİNİN DEMOKRATİKLEŞTİRİCİ ETKİSİ

12 Eylül askeri düzeni en büyük darbelerden birini, en çok inkara yöneldiği kesimlerin başında gelen Kürtlerden yedi. Genelkurmay kaynaklarında 12 Eylül'den sonra 'Dağ Türkü' olarak tanımlanan Kürtler, 1980'lerin ikinci yarısından itibaren hak arama mücadelelerini boyutlandırdılar. Kürt sorununu, Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren çözmek değil, derinleştirmek siyasetini izleyen yönetenler, 1980'lerin ikinci yarısından, 1990'lı yılların ortasına kadar geçen süreci PKK ile 'mücadele' yılları olarak yaşamak durumunda kalmışlardır. Kürtlerin legal olarak alamadıkları haklarını, silahlı mücadelenin desteğiyle sağlamaya çalıştıkları bu süreç, daha sonra Kürtlerin temsilcilerini parlamentoya göndermeye başlamalarıyla birlikte yeni mücadele mevzileri de kazandı. Sırasıyla HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP ve BDP Kürtlerin legal alandaki mücadelesinde önemli kazanımların elde edilmesinde rol sahibi oldular.

Dönemin başbakanı Süleyman Demirel'in 1991 yılında Kürt realitesini tanıdığını söylemesi devletin resmi söylemindeki bir kırılma noktasının işaretiydi. Demirel, sonraki süreçlerde izlediği tutumlarla, bu konuda samimi demokratik bir niyet beslemediğini, -tıpkı daha sonra AKP'nin açılım söyleminde olduğu gibi- göstermiştir ancak, buna rağmen, Türkiye artık, 'Dağ Türkü'nü değil, özgürlük taleplerine çözüm bulmak durumunda olduğu mücadeleci bir Kürt gerçekliğiyle yüz yüzedir.

Milletvekillerinin katledilmesi, DEP'lilerin Meclis'ten çıkarılması, parti binalarının bombalanması da dahil olmak üzere ciddi baskılar görmüş olan Kürt siyasal hareketi, bütün bunlara rağmen, yüzde 10 seçim barajını bağımsız adaylar yoluyla aşarak TBMM'de grup kurmayı ve bölge illerinde de, belediye yönetimlerinde ciddi bir ağırlık oluşturmayı başarmıştır.

PKK Lideri Öcalan'ın ABD'nin yönettiği bir operasyonla yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinin ardından, medya ortamında ve devlet yetkilileri nezdinde dillendirilen 'bitirdik' yaklaşımı, hayatın pratiği içinde geçersiz hale gelirken, devletin, TRT bünyesinde Kürtçe televizyon yayınına başlamış olması bile bu etkinin somut bir göstergesi olmuştur. Türkiye yönetenlerinin son olarak, AKP'nin 'Kürt açılımı' projesinde olduğu gibi, Kürtlerin kollektif haklarını kabul etmek yerine, bunları birer bireysel hak olarak görme ve sisteme içererek 'çözme' yaklaşımı, Kürtleri, kendi çözümünü üretmeye yönelik 'demokratik özerklik' çabalarını güncelleştirmiştir.


OHAL YIKIM GETİRDİ

Olağanüstü Hal (OHAL), Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 13 ilde 15 yıl uygulandı. 1979 yılında başlayan sıkıyönetim de dahil edilince, bölge 23 yıl boyunca olağanüstü yöntemlerle yönetildi. OHAL döneminde ve sadece olağanüstü halin uygulandığı bölgede, 40 bini aşkın kişi yaşamından oldu. Bunlardan 5 bin 52'si güvenlik görevlisi, 5 bin 677'si sivil insan, yaklaşık 30 bini ise PKK'liydi. 772 PKK'li, 13 bin 678 güvenlik görevlisi ve 6 bin 751 sivil insan da yaralandı.

Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü verilerine göre; 1997 yılında Diyarbakır DGM'de faili meçhullere ilişkin 13 bin 344 dosya bulunuyordu. Bölgede toplam 1.248 adet siyasi nitelikte öldürme olayı meydana geldi. OHAL valiliğinin yetki kapsamında olan yerleşim birimlerinde, işkence ve kötü muamele gerekçesiyle toplam olarak bin 275 suç duyurusunda bulunuldu.

OHAL valiliğinin yetki kapsamında olan yerleşim birimlerinde 55 bin 371 kişi gözaltına alındı, 145 bin 231 kişi devlet güvenlik mahkemelerinde yargılandı. DGM'de bin 131 çocuk yargılandı.

Meclis Araştırma Komisyonu'nun raporuna göre, 1997 yılı Kasım ayı itibarıyla bölgede toplam 3 bin 428 yerleşim birimi boşaltıldı, 378 bin 335 kişi yerinden edildi. İnsan hakları kuruluşlarının verilerine göre ise bu dönemde yaklaşık 4 bin yerleşim birimi boşaltıldı ve üç milyonun üzerinde kişi zorla göç ettirildi.

855 devlet memuru bölge dışına çıkarıldı, pek çok dernek ve vakıf kapatıldı, faaliyetleri engellendi.

Birçok gazete ve derginin bölgeye girişi, yayımı ve dağıtımı ile çok sayıda radyo ve televizyonun yayını yasaklandı. Konser, tiyatro, festival vb. sanatsal etkinliklerin gerçekleştirilmesi engellendi, toplam 259 müzik kaseti yasaklandı.

27 Haziran 1985 tarihinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde köy koruculuğu uygulanmaya başlandı. Toplam 67 bin köy korucusu silah kuşandı. Yaklaşık 4 bin korucu, öldürmeden köy yakmaya kadar yüzlerce suça karıştı.

Yarın: 28 Şubat ve e-muhtıra

ÖNCEKİ HABER

Ya devrimden önce…

SONRAKİ HABER

Beş yıldızlı tabut

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa