Ulukurtlar geri dönüyor mu?
Genetik mühendisliğinin sessiz adımlarını artık daha net halde duyar hale geldik, peki birdenbire bu kadar popülarite kazanan bu haber neden insanlara şaşırtıcı geliyor, derinde yatan asıl gerçek ne?

Fotoğraf: Leptictidium/Wikimedia Commons (CC BY-SA 3.0)
Selin Akdemir*
Yaklaşık 10 bin yıl önce, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının ormanlarında yankılanan bir uluma, bugün modern bilimin sınırlarını zorlayan bir projeyle yeniden duyulmaya başlandı. Bu ses, sıradan bir kurt uluması değildi; daha derin, daha tok ve neredeyse iliklere işleyen bir çağrının yankısıydı. Bu çağrının sahibi, tarihin en büyük canid türlerinden biri: Canis dirus, yani ulukurt.
Ulukurtlar, Pleistosen Dönemi boyunca Amerika’nın en güçlü yırtıcılarından biriydi. Bugünkü gri kurtlardan belirgin şekilde daha büyük olan bu tür, 1.8 metreyi bulan vücut uzunluğu ve 80 kilograma varan ağırlığıyla dikkat çekiyordu. Çene yapısı ise tam anlamıyla bir kemik kırıcıydı; büyük avlarını yere sermekle kalmaz, ekosistemde denge sağlayan bir rol de üstlenirdi. Ancak bu dev avcı, son buzul çağının bitiminde iklim değişiklikleri ve av kaynaklarının azalmasıyla birlikte tarih sahnesinden silindi.
Bugün, bu türün adı yeniden gündemde. Ancak fosil müzelerinde ya da tarih kitaplarında değil; genetik mühendisliğinin imkanları ile yeniden tasarlanmış bir formda. Dallas merkezli biyoteknoloji firması Colossal Biosciences, uzun yıllardır yürüttüğü antik DNA araştırmalarının ardından ulukurta oldukça benzeyen genetik olarak düzenlenmiş yeni bir canlı tanıttı.
Peki bu hayvanlar gerçekten ulukurt mu?
Bilimsel gerçekliğe sadık kalmak gerekirse: Hayır. Bunlar, Canis dirus’un birebir genetik kopyaları değil. Çünkü yapılan araştırmalar gösteriyor ki ulukurt, modern gri kurtlarla yaklaşık 5.7 milyon yıl önce evrimsel yollarını ayırmış. Bu, insan ile şempanze arasındaki farktan daha uzun bir ayrım süreci demek. Dolayısıyla, sadece birkaç genin değiştirilmesiyle birebir bir türü “diriltmek” şimdilik mümkün değil. Ancak elde edilen sonuç, ulukurtun dış görünüşünü ve bazı davranışsal özelliklerini taşıyan etkileyici bir biyoteknolojik ürün.
Projenin temelinde yatan süreç ise oldukça etkileyici: Fosil örneklerinden elde edilen antik DNA parçaları, modern gri kurt DNA’sı ile karşılaştırılarak 14 farklı gen bölgesinde toplam 20 kritik değişiklik yapıldı. Bu genetik mühendislik sayesinde, yeni doğan bireylerde daha açık renkli tüyler, daha iri vücut yapısı, güçlü çene morfolojisi ve dikkat çeken bir uluma karakteristiği ortaya çıkarıldı.
Klonlama teknikleri kullanılarak bu genetik materyal, taşıyıcı annelerin rahmine aktarıldı ve doğan ilk bireyler, eski efsanelere ithafen “Romulus” ve “Remus” olarak adlandırıldı. Bu yavrular bugün özel bir koruma alanında, doğaya salınmadan ama doğaya benzeyen bir çevrede izleniyor.
Bilimsel olarak bakıldığında bu deneyim, geçmişi birebir canlandırma çabası değil; daha çok biyoteknolojinin doğa korumaya nasıl entegre edilebileceğinin bir gösterimi. Genetik çeşitliliği tehlikeye girmiş günümüz türlerinin gen havuzunu zenginleştirmek, soyları tükenmeden önce onlara yeni şanslar tanımak mümkün olabilir. Ulukurt projesi bu açıdan, geçmişin hayaletlerini değil, geleceğin çözümlerini işaret ediyor.
Ama burada durmak gerek. Çünkü doğayla oynamak, yalnızca teknik başarılarla değil; etik, ekolojik ve evrimsel sorumluluklarla birlikte yürümek zorunda. Bilim yalnızca “Yapabilir miyiz?” sorusunu değil, “Yapmalı mıyız?” sorusunu da sormalı.
(Alıntı)
Evrensel'i Takip Et