Cannes’dan notlar: Kişisel anlatılarla toplumsal meseleler arasında
Festival, geçen yıla kıyasla daha tatmin edici bir seçki sunuyor.

Die My Love filminden kare
Müge Turan
[email protected]
Cannes’ı yarıladık; film maratonu hız kesmeden sürüyor, yarışma heyecanı ise dorukta. Festival, geçen yıla kıyasla daha tatmin edici bir seçki sunuyor. Deneyimli ustalarla yükselen yetenekleri buluşturarak, kişisel anlatılarla toplumsal meseleler arasında ince bir denge kurma çabası dikkat çekiyor. Her zamanki gibi, yarışmanın arkasında işleyen sektör makinesi bir yana; insan deneyimine dair çarpıcı hikayeler sahne alıyor.
Festivalin başında gösterilen Sound of Falling, kırsal bir evin ürkütücü atmosferinde geçen ve dört kuşaktan kadının hayatını ustalıkla örerek kuşaklar arası kadın travmasını etkileyici biçimde anlatan bir film. Zamansal olarak akıcı, duygusal açıdan çok yoğun. Mascha Schilinski imzalı Alman filmi, eleştirmenlerce Altın Palmiye için güçlü adaylardan biri olarak gösteriliyor.
‘Auteur’ miti üzerine ince bir sorgulama
Benim gibi sinefillere sevmekten başka çare bırakmayan bir diğer film ise Richard Linklater’ın Nouvelle Vague’ı. Fransız Yeni Dalgası’na içten bir saygı duruşu ya da bir aşk mektubu gibi. Jean-Luc Godard’ın devrim yaratan 1960 yapımı Serseri Aşıklar’ını yaratma sürecini anlatırken, dönemin asi gençlik ateşini, özgür ruhunu ve çelişkilerini; sinema tarihine duyduğu derin sevgiyi zarif ve mizahi bir dille sunuyor. Siyah-beyaz görüntü sadece stilistik bir gönderme değil, nostaljiyi pastişe kaçmadan hissettiren bir araç. Linklater, geleneklere meydan okuyan genç yönetmenlerin huzursuz enerjisini yakalarken, aynı zamanda sanatın arkasındaki iş birliğini ve kaosu göstererek “auteur” miti üzerine ince bir sorgulama yapıyor. Zoey Deutch ve Guillaume Marbeck’in performansları, bu ikonik karakterleri insani yönleriyle canlandırarak filmin entelektüel hedeflerini duygusal bir gerçeklikle sağlamlaştırıyor. Filmin sevgi dolu tonu, dönemle ilgili bazı sorunları göz ardı etme riski taşıyor belki, ama yine de kalbimizi kazandı.
Sirat filmindenb bir kare
Bir baba, Sahra Çölü ve ‘rave’ partisi
Oliver Laxe’in Sirât’ı ise yarışmanın en radikal filmlerinden. Sahra Çölü’ndeki bir rave partisinde kaybolan kızını arayan bir babanın hikayesi üzerinden günümüzün varoluş krizlerini, çalkantılı ruh halimizi, direniş ve alternatif yaşam biçimlerini sorguluyor. Fiziksel bir arayıştan çok, varoluşsal bir keşfe dönüşüyor. İnsan psikolojisinin sınırlarını zorlayan Sirât, Mad Max dünyasında geçen, ölüm ve yas üzerine techno bir meditasyon gibi. Şaşırtıcı derecede orijinal, rahatsız edici derecede komik ve düşündürücü. Mauro Herce’in 16mm filmle çektiği sinematografi, analog dokusu ve sıcak tonlarıyla izleyiciyi çölün fiziksel gerçekliğine çekiyor. Uzun planlar, düşük açı ve etkileyici takip çekimleriyle, mekanın büyüklüğü ve karakterlerin yalnızlığı vurgulanıyor. Bu görsel dil, çölü bir karakter gibi hissettiriyor. Laia Casanova’nın katkısıyla yaratılan ses tasarımı, çölün boşluğunda yankılanan seslerle izleyiciyi sarıyor. Kangding Ray’in techno ağırlıklı müzikleri, rave kültürünün enerjisini ve filmdeki varoluşsal gerilimi yansıtıyor. Müzik ve ses tasarımı, karakterlerin duygusal yolculuklarını derinleştirerek filmin deneysel ve atmosferik yapısını pekiştiriyor. Laxe, bizi de sırat köprüsünden geçirerek hem fiziksel hem manevi bir yolculuğa davet ediyor. Ve bu yolculuk, film bittikten sonra da sizinle kalıyor.
Yarışmadaki bir diğer favorim Renoir. 1987 Tokyo’sunda, terminal hastalığıyla mücadele eden babası ve iş yüküyle boğuşan annesiyle baş başa kalan 11 yaşındaki Fuki’nin içsel yolculuğunu anlatıyor. Hayakawa, filmi kendi çocukluğunda yaşadığı bir kayıp deneyiminden yola çıkarak yazmış ve yönetmiş. Film, izleyiciyi Fuki’nin hayal gücünün derinliklerine sürükleyerek, ölüm ve kayıp temalarını masumiyet ve düş gücüyle harmanlıyor. Hem zarif hem de hafif ama dokunaklı. Özellikle Yui Suzuki’nin performansına bayıldım.
Doğum sonrası depresyonun karanlık ve karmaşık dünyası
Jennifer Lawrence’ın başrolde olduğu, Lynne Ramsay imzalı Die, My Love ise doğum sonrası depresyonun karanlık ve karmaşık dünyasını cesurca ele alıyor. Arjantinli Yazar Ariana Harwicz’in Mátate, amor adlı romanından uyarlanan film, Ramsay’in güçlü görsel anlatımı ve yoğun atmosferiyle dikkat çekiyor. Lawrence’ın performansı, karakterin kırılgan ve bozuk ruh halini etkileyici şekilde yansıtıyor. Ama film, bu karmaşık kadın karakteri derinlemesine keşfetmekten kaçınıyor ve geriye sadece “arızalı” bir portre kalıyor. Karakterin iç dünyasına dair gerçek bir açılım yapmadığı için duygusal etkisi bana zayıf geldi; o yüzden bağ kuramadım. Görsel ve işitsel deneyim yoğun olsa da, karakterin psikolojik derinliği yeterince işlenmediği için film biraz yüzeyde kalıyor. Ama Lawrence’ın performansı o kadar güçlü ki, bazı eleştirmenlere göre bu rol kariyerinin en etkileyicisi olabilir.
It Was Just an Accident filminden bir kare
Panahi’nin hapisten çıktıktan sonraki ilk filmi
Yarışmanın en heyecanla beklenen filmlerinden biri de Cafer Panahi’nin It Was Just an Accident’ı. Hapisten çıktıktan sonra çektiği ilk film olarak yönetmenin sinemaya dönüşünü işaret ediyor. Film, bir adamın yanlışlıkla bir köpeği öldürmesiyle başlayan küçük bir kazanın, kimlik karışıklıkları ve geçmişin hayaletleriyle birlikte intikam dolu bir hesaplaşmaya dönüşmesini anlatıyor. Ana karakter Vahid, geçmişte kendisine işkence ettiğini düşündüğü adamı kaçırarak adalet arayışına girerken, farklı mağdurlarla karşılaşıyor ve herkesin kendi hakikatini taşıdığı bir vicdan labirentine sürükleniyor.
Önceki filmlerinde daha gözlemci, minimalist ve yarı-otobiyografik bir tarz benimseyen Panahi, bu kez çok daha yapılandırılmış, kara mizah ve gerilimle harmanlanan yoğun bir anlatı kuruyor. Geçmişle hesaplaşma, faille yüzleşme ve travmanın bulaşıcı doğası gibi temalarla sinemasında hem bir kırılma hem de kişisel bir yeniden doğuş hissi yaratıyor. Artık İran’da yaşamasa da filmi, resmi izin almadan, gizlice çekmiş. Zorunlu başörtüsüne uymayan kadınları göstererek ülkenin baskıcı yasalarına ince ama cesur bir meydan okuma yapıyor. Panahi’nin sansür ve baskıya karşı kişisel mücadelesini yansıtan It Was Just an Accident, kolay cevaplar sunmaktan kaçınarak, adaletin karmaşık, dağınık ve çoğu zaman ulaşılamaz olduğunu gözler önüne seriyor. Mizahi yaklaşımı, yaşanan acıyı küçümsemeden ağır temaların yükünü hafifletiyor. Filmin galasında oyuncular gözyaşlarını tutamadı. Panahi, filmi özellikle kadın hakları mücadelesini destekleyen kadın yönetmenler ve oyuncular başta olmak üzere yasaklı İranlı sinemacılara adadı.
Evrensel'i Takip Et