365 günün 360’ında çalışan bir işçinin hikayesi: Çalıştığın kadar varsın/yoksun
Erkan bir düğüne gidemez, bir arkadaşına misafir olamaz, ailesiyle bir kahvaltı yapamaz… Patronların kâr makinesi gibi çalışmak insanlığını, hayallerini yaşamayı yitirmek anlamına geliyor.
Murat Uysal
[email protected]
Murat Uysal
[email protected]
Metrobüs, metro, otobüs... Gün ortasında en aşağı 2 saat! İstanbul’un bir ucundan bir ucuna değil, orta yerinden, Mecidiyeköy’den bir işçi mahallesine. En aşağı 2 saat, gün ortasında!
Bu işçi mahallesinde bir kafede, Tuzla tersanelerinin gedikli işçileri Erkan ve Serkan bekliyor. Erkan 52 yaşında, Tokatlı. Öyle alelade bir işçi, söylediği yaştan ne büyük gösteriyor ne küçük. Çalıştığı tersanedeki mesai arkadaşları Erkan’la 365 günün 360’ında çalıştığı için alay ediyor, bunun üzerinden şakalar yapıyor. Erkan’a bakınca, o da böyle çalışıyor olmayı normal bulmuyor ama kendince nedenleri var, “Yevmiye daha yüksek olsa, bir evim olsa, bir arabam olsa bu kadar çalışır mıyım?” diyor. Ömrünün yarısından çoğu işçilikle geçmiş Erkan, ezberden “Ölene kadar çalışacağız” dese de bir gün her şey bittikten sonra, bırakıp İstanbul’u da tersaneyi de, köye yerleşmeyi düşlüyor, anlatırken gözlerinin içi ışıldıyor.
Erkan mecbur çalışacak
Erkan sözlerine ocak ayında yapılan ücret zammı sitemiyle başlıyor. Kaynak Ustası Erkan’ın 2 bin 100 lira günlük yevmiyesi var, “En az 3 bin lira olması lazımdı. Yaptıkları zam 200 lira. Aldığımız yevmiye az, geçinmek zor. Bizim tersane insanı koyun gibi. Ses çıkaran da tepki gösteren de yok. Biraz ses çıkaran olsa ya kapı önüne koyuyorlar ya da kenara çekip 50-100 lira daha fazla verip sesini kesiyorlar” diyor. Yevmiye az, ses çıkaran da yoksa Erkan mecbur çalışacak. Kirası var 20 bin lira, faturası, mutfağı, taksiti, borcu… Erkan çalışmazsa kim ödeyecek? Patron 3 bin lira yapmıyorsa yevmiyeyi, Erkan fazla çalışıp yapacak. Tek gün kaçmayacak fazla mesai, patron bırakmadığında patrona, kendi kalamadığında kendine kızacak. 365 günün 360’ı çalışılacak, iş varsa fazla mesaiye kalınacak… Hesabı Serkan yapıyor, “İkişer gün bayramlardan, eder sana 4 gün. Senede bir kere mutlaka sağlık raporu almak gerekiyor, günü hastanede geçer, çalışamaz. Etti 5 gün.”
365 günün 360’ında çalışır, haftada 6 gün de fazla mesaiye kalır Erkan, pazar günü 17.00’ye kadar çalıştığını fazla mesaiden saymaz. Allah’ın her günü uyanır 06.15’te kahvaltısını yapar, 06.40’ta çıkar evden, durağa iner. 08.00’de iş başı, 17.00’de paydos. Paydos da fazla mesai olmadan geçim olmaz. 2 bin 100 lira yevmiyeyle köydeki evin hayali kurulamaz. Kalır, 20.00’ye kadar çalışır, eve varıncaya kadar saat 21.00’e gelir. İş olursa haftada 6 gün. Ailecek bir akşam yemeği yenmez mi, evdekiler sormaz mı, onu beklemezler mi?
"Yevmiye 3 bin lira olsa…"
“Yok, yok. Sen dinlenmişsin, dinlenmemişsin, ne yapmışsın... Kimsenin umurunda değilim. Mesaiye kalırsam, 9 buçuk gibi yerim akşam yemeğini. Oğlan da kalmışsa mesaiye onunla yeriz. Yoksa tek başıma yerim, beni kimse beklemez. Dün geldim mesela, bir şey yemeden yattım aşağıya. Bu kadar çalışmaya yorgunluk basıyor illa ki. Kaynağın dumanı, tersanenin tozu, paslı malzemeyle uğraşmak ayrı işkence… Çoğu arkadaş böyle oluyor, ‘Bugün çok da iş yapmadım’ diyorsun mesela ama o is duman seni yormuş, bir uzanayım diyorsun bakıyorsun yatmışsın. Yevmiye daha fazla olsa bu kadar mesaiye kalmaya gerek olmaz. Atıyorum bugün 3 bin lira olsa yevmiye bu kadar kalmam. Haftanın her günü kalacağıma haftada 3 gün kalırım ama iş iyiye gitmiyor, patronlar 3 bin lira yapacak gibi de görünmüyor.”
İş olsa işçinin de kıymeti olur, işin olmadığını işçi de görüyor. Gemi eskisi gibi gelmiyor, gelen gemi bakım yaptırıp gidiyor. O tersanede bu kadar işçi atılmış, şu tersanede şu kadar işçi atılmış, patron Hindistan’dan işçi getirecekmiş… “Dönüyor patron akıl veriyor. ‘Düşük geliyorsa ücret fazla mesaiye kal’ diyor. ‘Yetmiyorsa daha fazla çalış’ diyor. Hani ben daha iyi bir para vereyim de işte daha iyi yaşasın etsin diye hiç bakmıyor. Eskiden tersane işçisinin bir adı vardı. Çalışırdı köpek gibi evini alırdı, evini dizerdi giderdi. Eskide kaldı artık onlar işçi anca kendinin çocuklarının karnını doyuruyor.”
Erkan çalışmasa ne yapacak?
Hal böyleyken Erkan mecbur çalışacak, çalışmasa ne yapacak? Olmaz mı Allah’ın bir günü uyansa saat 11.00’e gelirken? Koyup cebine parayı yollasa çocuğu fırına, bir gün olsun sıcak ekmek, oradan markete ne eksikse biraz ondan, biraz bundan… Kahvaltının üstüne hiç kalkmadan sofradan, öğle vakti acele etmeden birkaç bardak daha çay olmaz mı? Sonra hani olsa da sıkılsalar evde oturmaktan çıksalar ailecek. Yol parasını, ne yiyeceklerini düşünmeden çıksalar. Erkan her gün ekmek diye gidip geldiği yoldan geçse de görse bu yol başka nereye gider, gök o saatte ne renktir? Bir gün olsun olmaz, çalışmak sade para kazanmak değil para da harcamamak demek çünkü. Çalışmadığın gün cepten yersin, üstüne bir şey koymazsın, yarın sağlığından olmayacakları, işlerin kökten durmayacağı, işten atılmayacakları ne belli! İş varken vücudun sağken tersaneyi evin bilecek çalışacaksın. “Esaret” deyip Serkan anlatıyor, “Hani ilkokul çocukları o zilin çalmasını bekler ya zil çaldığında koşa koşa kaçarlar. Saat 17.00 olduğunda 1 dakika daha beklemek istemiyorsun, hemen çıkmak istiyorsun. Cezaevi gibi, kartı basıp sana kalan özgürlüğe koşuyorsun” diyor.
"Yaşamak dediğin bilmediğin bir şey oluyor"
Oysa yaratılan bu esaret kartı basıp çıkmakla da bitmiyor. Yemediğini canın çekmez, görmediğinin hayalini kurmak güç gelir. Serkan devam ediyor: “Bir yere gitmek istiyorsun ama nasıl olur bilmiyorsun. Hani bıraksalar mesela, bugün git bir şeyler yap deseler, en fazla Tuzla’ya iner gezer. Çocukluğundan beri çalışan insanlarız hepimiz, idrak edemiyoruz bize kalan zaman ile neler yapılabileceğini. Görmediğin şeyi hayal edemezsin. Yaşamak dediğin, bilmediğin bir şey oluyor işin sonunda.”
Erkan 19 sene önce Şişli’de yaşıyormuş, Ali Sami Yen Stadından bahsediyor yıkıldığını biliyor da yerine ne yaptılar haberi yok, “15 sene olmuştur Şişli’ye gitmeyeli” diyor. Gezmek, eğlenmek para da bir akrabaya misafirliğe de mi gidilmez, düğün falan da mı olmaz? “Eskiden düğüne giderdik şimdi ona da gidemiyoruz. IBAN istiyorum, takıyı öyle gönderiyor. Zaten artık öyle eskisi gibi takıya da gücümüz yok. Eskiden her düğünde bir çeyrek altın takardım. Şimdi çeyreği, gramı bırak 500 lira takıyoruz. Misafirlik de yok, eş, dost, akraba da kalmadı. Her şey para demek para olmayınca dostun akraban da sormuyor. Paran olacak ki sorsunlar” diyor.
Yaşamak dediğine bir türlü erişilemiyor
Bu anlatılanlar, tek tek kişisel tercihler ya da karakter meseleleri değil. Kapitalizmin işçiye bıraktığı yaşamak bu. Erkan açık açık söylüyor: “Patron çok çalışan işçiyi sever. Sürekli çalış, sürekli işe gel, fazla mesaiye kal. Halimiz bu ölene kadar çalışacağız. İş var, yevmiye var; yoksa sen de yoksun.” Hayatta kalmaktır bu, “yaşamak” dediğin şeye bir türlü erişilemiyor. Erkan’ın gözünün ışıldamasına neden hayali belki hatırında kalan son yaşamak.
Erkan ve Serkan ile görüştüğümüz gün İstanbul’da hissedilen büyük bir deprem olmuştu. Böyle olunca 1 saat erken paydos edebildiler de görüşebildik. Artçı depremlerin tedirginliğiyle hareketli olan sokaklar akşam çökerken boşalıyor. Şehrin çeperindeki bu işçi mahallesinde yaşayan insanlar tıpkı Erkan ve Serkan gibi “Yarın iş var” diyerek giriyorlar evlerine:“Gidip bakalım kirasına çalıştığımız ev yıkılmış mı?”
Serkan söze girip Erkan’ın çalıştığı günlerin hesabını çıkarıyor. 365 günün 360’ında çalıştığını sadece 5 gün işe gitmediğini söylüyor. İkisini de bir gülme alıyor o anda. Görüşme boyunca birlikte güldükleri tek an bu an oluyor. (Soldaki Erkan, sağdaki Serkan) | Fotoğraf: Murat Uysal/Evrensel
Bu sistemde çalışmak sağlığa zararlı
Tersaneler, sadece uzun mesailerle değil, ağır ve tehlikeli çalışma koşullarıyla da işçiler için büyük risk taşıyor. Özellikle kaynak ustaları, saatlerce kapalı alanlarda, yetersiz havalandırma altında kaynak yaparken çıkan dumanı solumaktadır. Bu duman; ağır metaller, ozon, azot dioksit, karbon monoksit ve çeşitli toksik partiküller içerir. Sürekli maruz kalmak, solunum yollarında tahribata, bronşit, astım ve mesleki akciğer hastalıklarına yol açabilir. Bazı kimyasal maddelerin ise kanserojen olduğu biliniyor.
Erkan’ın bahsettiği paslı malzemeler, yalnızca işin zorluğunu değil, tehlikesini de gösteriyor. Tersanelerdeki metallerin taşınması, kesilmesi ve kaynaklanması sırasında ortama yayılan metal tozları -özellikle kurşun, çinko, krom gibi ağır metaller- vücutta birikerek başta sinir sistemi olmak üzere birçok organ sistemine zarar verebiliyor. Uzun süre bu maddelere maruz kalan işçilerde baş ağrısı, halsizlik, cilt rahatsızlıkları ve mide-bağırsak sorunları sık görülüyor.
Bu işçilerin çoğu kişisel koruyucu ekipmanlarla çalışsa da bu ekipmanların kalitesi, doğru kullanımı ve düzenli denetimi yeterince sağlanmıyor. 8 saat değil, çoğu zaman 12-14 saat boyunca kaynak yapan bir işçinin maskesini çıkarmadan ve dinlenmeden çalışması bekleniyor. Kaynağın ışığı göz sağlığını tehdit ederken ısıya ve dumana maruz kalan cilt de zamanla zarar görüyor. Tüm bunların üstüne bir de fiziksel yorgunluk, uykusuzluk ve yeterli beslenememe eklendiğinde; bağışıklık sistemi zayıflıyor, iş kazası riski katlanıyor.
Zaten iş kazaları bu sektörde azımsanmayacak kadar çok. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin 2024 yılı verilerine göre, Türkiye genelinde en az 1897 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu ölümlerin 41’i gemi, tersane, deniz ve liman iş kolunda meydana geldi. Bu kazaların büyük bölümü aşırı yorgunluk, denetimsizlik ve iş güvenliği önlemlerinin yetersizliğinden kaynaklandı.
Tuzla tersaneleri, bu konuda dikkat çeken bölgelerden biri. 11 Ağustos 2008’de GİSA Tersanesinde yaşanan bir kazada, kurtarma filikası testinde kum torbaları yerine işçilerin bedenleri kullanılmış halatların kopması sonucu üç işçi hayatını kaybetmişti. Bu olay, bir yandan tersanelerdeki iş güvenliği önlemlerinin yetersizliğini tersane patronlarının işçilere biçtiği hayatı da gözler önüne seriyor.
Evrensel'i Takip Et